“Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan Catonizmi Üzerine Düşünceler

Yazan  21 Şubat 2014

2008 yılında ölen ünlü siyaset bilimci Samuel P. Huntington, ilk defa 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayınladığı “The Clash of Civilizations?” (Medeniyetler Çatışması) isimli makalesini temel alarak, 1996 yılında yayınladığı “The Clash of Civilizations and the Remarking of World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) isimli kitabında, Türkiye’yi medeniyet ve kimlik bazında “bölünmüş” ve “kararsız” ülke olarak tespit etmişti.

Soğuk Savaş sonrası küreselleşme ve liberalleşme dalgasının kazandığı ivmeyle birlikte “kimlik sorunsalı”, yerkürenin tümünde küresel ve bölgesel gerilimlerin odağı haline gelirken; Soğuk Savaş’ın bitiminde kendini daha fazla “kimlik ve güvenlik boşluğu”nda bulan Türkiye’de de, “kimlik sorunsalı” daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle, Kasım 2002’den bu yana Türkiye’de AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte, Türkiye’nin yeniden yapılanması, demokratikleşmesi ve küreselleşen dünyaya entegre olabilmesinde önemli bir noktayı oluşturan “kimlik sorunsalı”, devlet ve toplum yapısında önemli kırılmalar yaratarak; Türkiye’yi, cumhuriyetin, devrimlerin, devlet felsefesinin ve ilkelerinin açıkça sorgulandığı bir kavşağa getirmiştir. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin tartıştığı şey “ulus-devlet”, “laiklik”, “Batılılaşma”, “modernleşme”, “demokrasi” ve “hukuk devleti” temelinde bir “kimlik sorunsalı”dır.

Hem Huntington’un bu tespitini hem de Türkiye’nin toplum ve devlet bağlamında “kimlik sorunsalını ve bunalımını” anlayabilmek için Huntington’un çalışmasında dikkat çektiği bazı noktaları ele almak gerekir. Bu noktada, Huntington’un bize sunduğu önemli parametrelerden biri, her ülkenin mensup olduğu medeniyetle ilişkisini ve o medeniyet içerisindeki nüfuzunu tespit etmektir. Buna göre Huntington, herhangi bir ülkenin herhangi bir medeniyete ne derece ait olduğunu belirlemede 5 tane temel çerçeve kullanmaktadır:

1) Üye ülke

2) Yalnız ülke

3) Merkez ülke

4) Bölünmüş ülke

5) Kararsız ülke

Birinci gruptaki ülkeler bir medeniyetle tamamen örtüşen ülkeleri temsil ederken; ikinci gruptaki ülkeler herhangi bir medeniyetle bağı bulunmayan dünyadan soyutlanmış ülkeleri kapsamaktadır. Üçüncü gruptaki ülkeler herhangi bir medeniyetin kaynağı olan ülkeyi/ülkeleri kapsarken; dördüncü gruptaki ülkeler toplumsal yapısı farklı medeniyetlere mensup insanlardan oluşan ülkeleri kapsamaktadır. Beşinci gruptaki ülkeler ise hal-i hazırda kendilerine ait bir medeniyetleri olduğu halde, halka rağmen siyasal liderleri tarafından bu medeniyeti terk etmeye ve başka bir medeniyete geçmeye zorlanan/zorlanmış ülkeleri kapsamaktadır.[1]

Huntington’un ortaya koyduğu bu parametreler çerçevesinde Türkiye 1923’ten bu yana, dereceleri farklı olmakla birlikte hem “bölünmüş ülke” hem de “kararsız ülke” kategorisine girmektedir. Buradan hareketle Huntington, Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu “kimlik sorunsalı ve bunalımının” ortaya çıkışını şu sözlerle ifade etmektedir:

“...Batılı olmayan toplumların dinsel değerleri, ahlaki varsayımları ve sosyal yapıları endüstrileşmenin uygulamalarına ve değerlerine [yani modernleşmeye ve Batılılaşmaya] en azından yabancı ve bazı durumlarda da düşmandır. ...Kemalizm, hem modernleşmenin hem de Batılılaşmanın kabul edilmesidir. Bu tepki modernleşmenin gerekli, arzu edilir bir şey olduğu, yerli kültürün modernleşmeyle uyuşmadığı, bu nedenle kaldırılması, yok edilmesi gerektiği ve başarılı bir biçimde modernleşmek için tam anlamıyla Batılılaşmanın gerekli olduğu varsayımlarına dayanmaktadır. ...Türkiye’yi modernleştirmek, yani Batılılaştırmak için Mustafa Kemal, ülkenin İslami geçmişini [ve çokuluslu imparatorluk yapısını] reddederek Türkiye’yi ‘parçalanmış bir ülke’ durumuna getirmiştir: Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları İslam’a dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi Batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batı’yla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke...”[2]

“Kemalizm”i, modernleşme ve Batılılaşma yolunda Türkiye’yi Osmanlı ve Müslüman geçmişinden uzaklaştırmak adına yapılan faaliyetlerin ana kaynağı olarak niteleyen Huntington, bunu “halka rağmen halk için” yapılan ve travmatik etkileri olan bir “medeniyet ithali” projesi olarak görmektedir. Bu “medeniyet ithali” çerçevesinde Mustafa Kemal ulus-devlet meydana getirmeye çalışmış, sultanı tahttan indirmiş, dinsel otoritenin asli kaynağı olan halifeliği kaldırmış, geleneksel eğitime son vererek Batı tipi eğitim sistemini getirmiş, dinsel mahkemeleri lağvetmiş, Batı tipi yeni bir hukuk sistemi tesis etmiş, geleneksel takvimin yerine Gregoryen takvimini geçirmiş, İslam’ın devlet dini olmasına resmen son vermiş, dinsel gelenekçiliğin simgesi olduğu gerekçesiyle fesi, sarığı vb. yasaklamış, Türkçe’nin Arap harfleriyle değil Latin alfabesiyle yazılmasını kararlaştırmıştır. Böylelikle Türkiye halkının ulusal, siyasal, dinsel ve kültürel kimliği toplumsal bir talep olmadan bizzat Mustafa Kemal’in ve CHP’nin uygulamalarıyla yeniden tanımlanmıştır. (Bütün bu uygulamalar doğal olarak ve fiilen “tek parti” eliyle yapıldığından, bugün AKP’nin temsil ettiği zihniyet bu “değiştirme” ve “dönüştürme” projesine karşı çıkmaktadır. Oysa ki yukarıdan aşağıya gerçekleşen bütün devrimlerde işin doğası gereği toplum ancak ve ancak bu yolla “değişim”e ve “dönüşüm”e zorlanmaktadır. Türk Devrimi de toplumsal talepten değil, asker-sivil elitin ve bürokrasinin bu yöndeki “değişim” ve “dönüşüm” çabalarından kaynaklanmıştır.)

Huntington’a göre, Türkiye gibi toplumların siyasal liderlerinin bu şekilde Batı’yı kendi toplumlarının içine almaya ve kendi toplumlarını da Batı’nın içine katma girişimleri başarısız olmaya mahkûmdur ve dünyada henüz bunu başarabilmiş bir ülke yoktur. Çünkü bu tür ülkelerde bu yönde yaşanan deneyimler yerli kültürlerin ne kadar güçlü, direngen, Batı medeniyeti ve modernleşme ithaline karşı koyma, onu sınırlama ve uyarlama yeteneklerine sahip olduğunu çok güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Her ne kadar bu tür toplumlarda siyasal liderlerin çabalarıyla Batı kültürünün ve modernleşmenin bazı unsurları topluma sunulsa da bunların hepsi kabul edilmediği gibi, o toplumların kendi yerel kültürlerinin çekirdek öğelerini ortadan kaldırmaya ya da bastırmaya da yetmemektedir. Üstelik, Batı’nın ve modernleşmenin kültürel ve siyasal kodları bir virüs gibi bu tür toplumların bünyesine bu şekilde yerleşince kültürel bir şizofreniyi de beraberinde getirmektedir ki bunun adı “kimlik bunalımı”dır. Bu şizofreni zaman içinde yayıldığı gibi, bu tür toplumların tanımlayıcı olan ve devamlılık arz eden bir özelliği haline gelmektedir. Huntington’a göre, Batılı olmayan toplumlar modernleşeceklerse, bunu “Kemalizm” örneğinde olduğu gibi Batılı tarzda değil kendi tarzlarında yapmalıdırlar, tıpkı Japonya gibi kendi geleneklerine, kurumlarına ve değerlerine dayanarak ve bunları geliştirerek bunu başarmak zorundadırlar. Huntington’un Türkiye ve “Kemalizm” ile ilgili bu çözümlemelerinin gelip dayandığı nokta şudur: “Kemalizm”, yüzyıllardır var olan bir kültürü yok etmek ve yerine başka bir medeniyetten ithal edilmiş olan tamamen yeni bir kültür koymak gibi zor ve travmatik bir görev üstlenmiştir. Mustafa Kemal ve yönetici elit sınıf birlikte hareket ederek, ülkenin İslami geçmişini reddederek diniyle, mirasıyla, kültürüyle ve kurumlarıyla Müslüman olan bir toplumu modern ve Batılı kılmaya çalışarak, Türkiye’yi “bölünmüş” ve “kararsız” ülke haline getirmiştir. Atatürk ilke ve inkılapları bu nedenlerle toplumsal değil, siyasal devrimlerdir ve bu nedenle de toplumdaki tabanı ve desteği zayıftır.[3] 90 yıllık bir deneyimin sonucunda Türkiye, ne Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede kalmış, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz bir ülke haline gelmiştir. Bir diğer ifadeyle, Soğuk Savaşın sonunda ve 21. yüzyılın başında Türkiye ne yazık ki hem “bölünmüş” hem de “kararsız” ülke konumundadır.

İlginçtir, Huntington, Türkiye’yi medeniyet ve kimlik bazında “bölünmüş” ve “kararsız” ülke olarak tespit ederken; Türkiye’nin demokrasi ve laiklik açısından gelecekte içinde bulunacağı sürece ilişkin olarak da ortaya attığı şu öngörülerinde sanki AKP ve R. Tayyip Erdoğan’ı önceden haber verir gibidir: 

“Türkiye, İslam’ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu rolü Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralmasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC’in [İslam Konferansı Teşkilatı/İslam İşbirliği Teşkilatı] kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslam’ın liderliğine soyunma olasılığı yoktur. Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı taktirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyici ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir. Köktendincilik Türkiye’de tırmanışa geçmiştir; Özal yönetimi altında Türkiye, Arap dünyasıyla özdeşlik kurmak için büyük çaba harcamıştır; Orta Asya’da ılımlı bir rol üstlenebilmek için etnik ve dilsel bağlantılarından faydalanmaya çalış[mıştır]; Boşnak Müslümanları desteklemiş ve cesaretlendirmiştir. Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’daki Müslümanlarla kapsamlı tarihsel bağlantılara sahip olması bakımından Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri vardır. Türkiye’nin sonuçta bir ‘Güney Afrika’ rolü kotarması hiç de mantık dışı değildir: Güney Afrika’nın ırk ayrımcılığını ilga etmesi gibi, [Türkiye de] kendine yabancı olduğu gerekçesiyle laikliği kaldırıp, kendi medeniyet kümesinde bir parya konumundan çıkarak bu medeniyetin lideri haline gelebilir. Güney Afrika, Hıristiyanlıkta Batı’nın iyi ve kötü yanlarını ve ırk ayrımcılığını yaşayıp gördükten sonra, Afrika’ya liderlik etme vasfını özellikle kazandı. Laiklik ve demokraside Batı’nın iyi ve kötü yanlarını yaşayıp görmüş olan Türkiye de en az onun kadar, İslam’a liderlik etme vasfını kazanmış olabilir. Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş ülke olmaktan çıkarıp, çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir lideri gerektirir.”[4]

Huntington’un bu tespitleri 2002 Kasım’ından bu yana Erdoğan ve AKP eliyle meydana getirilen Türkiye tablosuyla birlikte düşünüldüğünde, bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal ve sosyolojik gerçeklik daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır:

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, üst üste aldığı seçim galibiyetleri AKP’yi çoğulcu bir sistem içerisinde, demokratik hukuk devletini özümsemiş, benimsemiş ve uygulayan bir siyasi parti yapmamaktadır. AKP, demokrasiyi iktidara geliş için bir araç olarak kabul etmekte, ancak geldikten sonra bir daha gitmemek için sistemli ve bilinçli bir şekilde anti-demokratik bir baskı rejimi kurmaktadır.[5] Kasım 2002 genel seçimleri sonrasında, genotipinde aslında ideolojik açıdan marjinal bir hareket ve parti olduğu halde, sosyo-ekonomik sistemsel krizler sonucu merkeze yerleşen ve fenotipinde içselleştirmediği bir demokrasi görüngüsüyle siyaset yapan AKP’nin söylem ve eylemlerinin bugün geldiği nokta ve buna bağlı olarak “kuvvetler ayrılığı”nın giderek nispileşmesi Türk siyasal sisteminde çok ciddi bir kırılmaya işaret etmektedir.

Bugün Erdoğan’ın “Catonist” siyaseti, hem Eylül 2010’da gerçekleştirilen “Anayasa Değişikliği Referandumu”nda hem de Haziran 2011 seçimlerinde ortaya koyduğu sözler, eylemler ve elde ettiği sonuçlar ve nihayetinde “17 Aralık Süreci”nde ortaya çıkan Türkiye tablosuyla birlikte değerlendirildiğinde, “Neo-Osmanlıcı” ve “Neo-[siyasal] İslamcı” otoriter ya da totaliter bir devlet ve toplum yapılanmasına gidiş yolunda Türkiye’nin önemli bir eşikte olduğu söylenebilir. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin çekirdek kadrosunun Türkiye’nin toplumsal, kültürel ve ideolojik topografyasını dikkate alarak tasarladığı bu “büyük ve mutlak siyasal iktidar yürüyüşü”nde en önemli araç hiç şüphesiz “Catonist siyaset tarzı”dır.[6] Diğer bir deyişle Erdoğan, nihai aşamasını 2023 olarak belirlediği “büyük ve mutlak siyasal iktidar yürüyüşü”nde, aslında oldukça eski bir siyaset tarzı olan “Catonizm”i günümüz koşullarına uyarlayarak, parti ve devlet teşkilatını da bu yolda seferber ederek, “Goebbels-vari propaganda” teknikleri ve planlı bir “algı yönetimi”/“bilinç yapılandırması”na girişerek adeta George Orwell’in “1984” romanını[7] Türkiye için realize etmeye çalışmaktadır.

Sonuç olarak, 21. yüzyılın başında Türkiye’nin devlet sistemi, felsefesi, devrimleri, ilkeleri ve bu bağlamda “kimlik sorunsalı”nın geri dönülemez bir biçimde tartışmaya açılmış durumdadır. Bu durum AKP iktidarıyla birlikte daha da hız kazanmıştır. Hatırlanacağı gibi “glasnost” (açıklık, şeffaflık) ve “perestroyka” (yeniden yapılanma) politikaları anlam ve içerik olarak zihinlerde güzel ve iyimser çağrışımlar yapmasına karşın; bu politikanın SSCB’de uygulanış biçimi ve süreci devletin çözülmesi ve dağılmasıyla sonuçlanmıştı. Dolayısıyla bugün adına ister “Demokratik Açılım” deyin, ister “Çözüm Süreci” deyin, ister “yeni Türkiye” deyin, ister “sivil bir anayasa yapma süreci” deyin bu süreçlerin hepsinde Türkiye’nin gelecek yıllardaki bütün meselesi “kimlik sorunsalı” olmaya devam edecek gibi gözükmektedir. Bu haliyle 21. yüzyılın başında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasisi, laikliği, ulus-devleti gerçekten çok ciddi bir açmazla ve tehditle karşı karşıyadır ve ne yazık ki AKP iktidarının elinde her gün biraz daha totaliterleşmekte olan siyasal iktidarı demokratik yollarla alabilmenin imkânları da her geçen gün daha da azalmaktadır. Tarih bize sınırlandırılmayan, “çoğunluk” anlayışıyla kutsanan ve dahası “Catonist” bir siyaset tarzıyla harmanlanan siyasal iktidarların toplumlarını nasıl felakete sürüklediğini açıkça göstermektedir. Türkiye için bu felaket maalesef çok da uzak değildir. Bunun anlamı Alexis de Tocqueville’nin sözleriyle şudur: “...En beteri, özgürlükçü ve kendi kendini yöneten düzen arayışı içindeki toplumların hiç de istemedikleri halde, despot düzenle karşılaşmalarıdır...”

 

 


[1]Bkz. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, 2. bs., Çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, Haziran 2002, s. 190-197.

[2]Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, s. 98-99.

[3]Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, s. 205-215.

[4]Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, s. 263-264.

[5]Bu konuda bkz. Ümit Özdağ, İkinci Tek Parti Dönemi: AKP’nin Yumuşak Hegemon Parti Projesinin Anatomisi, Kripto Kitaplar, Ankara, Mart 2011.

[6]Adını Roma İmparatorluğu döneminde “sansür yüksek memurluğu” yapan Romalı devlet adamı ve karizmatik bir hatip olan Marcus Porcius Caton’dan (M.Ö. 234–149) alan “Catonizm” olgusu, gelenekçi, ahlakçı ve dinsel sofuluğa dayanan muhafazakâr bir dünya görüşünün anti-elitisizm ve anti-entellektüelizmle harmanlanıp, bunun “ilerici reformist bir iktidar projesi” diye –amiyane tabirle– kitlelere yutturulmasına dayanan siyaset anlayışını ifade etmektedir. Bu siyaset anlayışında ve tarzında ne kadar kibirli, ben bilirimci, küstah ve agresif bir üslup kullanılırsa, yığınlar üzerinde o ölçüde etkili olduğu kabul edilmektedir. (Recep Tayyip Erdoğan’ın “minareler süngü, kubbeler miğfer”, “Beyaz Türkler”, “Gavur İzmir”, “Monşer geldiler, monşer gidiyorlar” [“One Minute” olayı sonrası yurda dönüşünde dışişleri mensuplarını küçültücü tarzda yaptığı açıklamalarda], “ananı da al git burdan”, “Her kürtaj bir Uludere’dir”, “terörist holiganlar” [Ulus’ta Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına katılanlara yaptığı benzetme], “iki ayyaşın yaptığı kanun” [Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü] vs. sözleri hatırlandığında, çoklukla bu tür bir dile başvurduğu gözlenmektedir.) Catonist siyasetin ana argümanı bütün kötülüklerin ve sorunların kaynağında gelenekten kopuş ve ahlaki yozlaşmanın bulunduğudur. Bundan kurtuluş için, geleneğe dönüş ve moral bir arınma şarttır. Catonist siyasetin söylemleri tamamen bu yönde olmakla birlikte pratikte bunların hiçbir karşılıkları olmadığı görülür. Nitekim kullanılan kavramların içi boş ve son derece muğlaktır. İleriye dönük ve gerçek anlamda insan mutluluğu ile esenliğini amaçlayan herhangi bir düşünsel öz içermezler. Zaten Catonist iktidarların, bugüne kadar herhangi bir ahlaki reform gerçekleştirildikleri görülmemiştir; tek yaptıkları, insanlara gerek kamusal gerekse özel yaşamlarında gerici-muhafazakâr düşünce ve davranış kalıplarını dayatmak olmuştur. Bilim, felsefe, sanat ve estetik için de aynı şey geçerlidir. İyi, doğru ve güzelin gelenekten başka bir referansı yoktur. Bu konuda tek otorite ise, cemaat ile önderleridir. Onların beğeni ve tercihleri esastır (siyasal önder, bir sanat eserine “ucube” dediyse, onun başka türlü olması mümkün değildir!). Catonist rejimler, bilimsel ve entellektüel hayatın sığlaştığı, sanatın çoraklaştığı, sansürün hayatın her alanına yayıldığı en gerici rejimlerden biridir. Sürekli ilerleme, reform, hatta devrimden söz etmelerine rağmen [örneğin; Erdoğan’ın “ileri demokrasi” söylemi] Catonist iktidarların, yerleşik ilke ve değerler ile eski yaşam tarzını koruyacak önlemler dışında herhangi bir radikal program uyguladıkları varit değildir. Bkz. Tülin Öngen, “Yüzde Ellinin Sırrı Ne?”, Birgün Gazetesi, 1 Temmuz 2012.

[7]George Orwell’in (1903–1950) yazılış aşamasında (1947–1948) “The Last Man in Europe” (Avrupa’daki Son Adam) ismini verdiği, fakat pazarlama sorunları düşünülerek “1984” adıyla basılan romanı, distopik ve alegorik bir politik romandır. 20. yüzyılın en etkili distopya romanlarının başında gelen ve “Big Brother” (Büyük Birader), “düşünce polisi” gibi kavramları da siyaset terminolojisine kazandıran bu roman, totaliter bir merkezi tek partinin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile toplumun nasıl manipüle edildiğini çok çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Ayrıca Orwell, romanında “çiftdüşün” tekniğiyle de karşıt kavramları bir arada kullanarak, totaliter bir devlet ve toplum yapısında insanın bariz gerçeğe aykırı olanı tartışmasız kabul etmesinin beklenildiğine, böyle bir düzende merkez partiye bağlılığını göstermesi için insanın gerekirse akla aykırı olanı bile “doğru” olarak kabul etmesi gerektiğine dair ortaya koyduğu kurgulamayla çok açık bir uyarıda bulunmuştur tüm insanlığa: Her şeyin tamamen tek partinin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesi…

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display