< < KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYET NOKTALARI


KÜRT AÇILIMINDA ZAFİYET NOKTALARI

Yazan  04 Şubat 2010
Kürt Açılımının ilk sinyalleri Cumhurbaşkanı Gül’ün “Kürt sorununda iyi şeyler olacak… Tarihi fırsatla karşı karşıyayız… Geç kalmamalıyız, konjonktür her an değişebilir… Siz çözemezseniz, birileri gelip paye çıkarmaya, dışarıdan müdahalede bulunmaya

sözleri ile başladı.

Terörist başı Öcalan'ın Ağustosta "Kürt Sorunu" konusunda bir yol haritasını hazırlayacağı haberinin ardından hükümette bu konuda bir anda yaptığı açıklamalarla terörist başına nazire yaparcasına Kürt Açılımı projesini gündeme getirdi. Elbette bu gündeme geliş teröristin önüne geçme gibi bir intiba ilk bakışta uyandırsa da esas olarak ABD Başkanı Obama'nın Türkiye ziyaretinde üç konuda Kürt Sorunu, Ermeni sorunu ve Ruhban okulunun açılması sorunlarını Türkiye'nin çözmesi gerektiğini belirten konuşmasıyla ortaya çıktı. Biz de bir seri makalede Kürt Açılımının göz ardı edilen bazı boyutlarını ele alacağız. Bugün açılımda dış boyut etkisini değerlendirmek istiyorum.

Açılımın en önemli zafiyetlerinden biri, bizim için, başta ABD'nin açık tavsiye ve isteklerinin bir sonucu tahakkuk etmekte oluşudur. Büyükelçi James Jeffery'nin, "Biz yıl sonunda Irak'tan ayrılıyoruz, o zamana kadar PKK işini halledin" demiş, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ian Kelly ise, "Türkiye'ye, ülkedeki Kürt nüfusla, onlara daha fazla kültürel ve dilsel hak tanınmasına olanak veren bir diyalog başlatması çağrısında bulunduk. Türk Hükümeti de bunu yapıyor" demiştir.[1] Ali Bulaç, "Açıkça Kürt açılımında niçin bu kadar acele edildiğini, "aralık ayına kadar bu iş bitmeli"den ne anlaşılması gerektiğini bilmiyorum."demekte ve "PKK'lılara af "en son adım" olmalıydı. Sanki dışarıdan yapılan empozeler ve içeride açılım projesine akıl verenler hükümeti yanılttılar gibime geliyor" diyerek durumu özetlerken bu projenin ABD'nin önceden planlanmış bir planı olduğuna da vurgu yapar. Bulaç'a göre, "1999 yılından beri, Abdullah Öcalan'ı teslim eden iradenin zamanı gelince "PKK'lılara af, 270-300 kişiyi Kuzey Avrupa ülkelerine gönderme ve Öcalan'ı ya serbest bırakma veya onu da Avrupa'ya gönderme" gibi taleplerde bulunduklarını biliyoruz… Vakit mi geldi ki, alelacele Kandil, Mahmur ve Avrupa'dan PKK'lı getirtilip serbest bırakılıyor?"[2] görüşlerini sarf etmektedir. Yazarın kimliğini göz önünde bulundurduğumuzda bu tespitlerin önemi daha da artmaktadır.

Doğal olarak hükümetin "tamamen bize ait bir projedir," demesine rağmen bu konuşmalara ve gelişmelere bakıldığında bunun söz konusu olmadığı görülmektedir. Örneğin 1999-2003 arasında bitme noktasına gelen PKK terör eylemleri bir anda yeniden başlamıştır. O zamandan bugüne en ufak bir açılım konuşması geçmemiştir. Bu konuda bir emarede görülmemiştir. Ta ki, ABD'nin işgal ettiği Irak'tan çekilme kararı alması ve Obama'nın Türkiye ziyareti bu açılımı ortaya çıkarmıştır. Çünkü Ortadoğu'da kendi vatanlarının işgaline destek verdiği için vatana ihanet etmekle suçlanan Kürtler fiili olarak mevcut bu aşamada kurulmuş olan Kürdistan'ın yaşatılması ve Araplardan korunması için Türkiye'ye muhtaç duruma gelmiştir. Bunun için de Türkiye'nin acziyet içinde bulunduğu PKK terör örgütünün "en büyük" jest olacağı düşüncesiyle tasfiye edilmesi kararı alınmıştır.

Başbakan'ın defalarca "bu yıl sonuna Kürt Açılımı bitmelidir, yoksa geç kalırız," vb. sarf ettikleri sözler ABD'nin Irak'tan çekilme tarihi ile örtüşmektedir. Elbette Kürt açılımının erken açıklanmasında terörist başı Öcalan'nın yol haritası da etkili oldu. Çünkü, bu açılımın Apo'nun yol haritasının gölgesinde kalması gibi bir durum söz konusuydu.

Kurul(acak)muş bir Kürt devletinin ABD çıkarları doğrultusunda koruyuculuğunu ve bekasını sağlayabilecek tek devlet ise Türkiye'dir. Türkiye ayrıca Arap devletleri ve İran ile kanlı konumundaki Kürtleri koruyabilecek ve aralarında ilişkinin normalleşmesine de ön ayak olabilecektir. Türkiye'nin Arap devletleri ve toplumları nezdinde son dönemlerdeki sanal da olsa itibarını artırmaya yönelik başarılı imaj yaratma mühendisliğini bu yönden okumak önemlidir. İsrail "kaz gelecek yerden tavuk esirgememek"te, gönüllü olarak Türkiye ile dalaşmakta ve böylece Türkiye'yi Arap dünyası nezdinde sözü dinlenir konumuna yükseltmektedir.

Bu noktada, ABD'nin diplomatik uluslar arası çıkarlarını koruma becerisi ve Türkiye'nin vizyonsuzluğunun beslediği "Kürt Sorunu" konusunda bir takım kararlar alınmıştır. Bunlarda zaten bitmek zorunda kalan, kullanma tarihi biten PKK üzerinden sürekli dayatılan bir takım taleplerin yerine getirilmesiyle PKK'yı bitirme noktasına getirildiği izlenimi uyandırılmak istenmiştir. Çünkü doğrudan PKK'nın tasfiyesi Türkiye'de bu dönemde etkin bir güç haline gelen Kürtçülerin bütün destekleyici argümanlarının tükenmesi anlamına geliyordu. PKK ABD tarafından şimdilik çöpe atılırken Türk toplum ve siyasetinde de derin yarılmaların açılmasına katkı yapmıştır.

Kürt açılımının dış boyutundan kastettiğimiz, sözde "Kürt Sorunu"nun ve gerçekte PKK terörünün kendi iç dinamiklerine bağlı olarak çözüm süreçlerinin ve imkanlarının harekete geçirilmesi sonucu değil de başta ABD olmak üzere AB ve Iraklı Kürt reislerin istek, talep, strateji ve çıkarları doğrultusunda kurgulanan projenin basit bir "piyonu" rolünün üstlenilmesi gerçeğinden bahsediyorum. Ortadoğu'da ikinci bir İsrail işlevini görebilecek Kürt devletinin çıkarları için beslenip, büyütülen, desteklenen PKK'nın tasfiyesine karar veren iradenin ileride bu gücü tekrar etkin hale getirmemesi için bir sebep yoktur. PKK'nın taleplerinin yerine getirilmesiyle ve bir ülkenin farklılıklarının yaratılmasıyla demokratikleşmeyeceği acı bir tecrübe olarak siyasi tarihteki yerini alacaktır. Bu toprakların bir sorunu olmayan Kürt Sorununa yerli bir çözüm de üretilmesi beklenmemelidir.

Kürt Açılımının ilan edilmesinden itibaren yönetilmesinde çeşitli sebeplerden dolayı kontrol sağlanamamış ve bu durum önemli bir zafiyet kaynağı olarak Kürt Açılımının bütün amaç, yol, yöntem ve hedeflerini sekteye uğratmıştır.

Bunun başlıca sebebi de ABD'nin talepleri ve Kürtçülüğün tezleri doğrultusunda bu açılımın esasının oluşturulmaya çalışılması olarak tespit edebiliriz. Belli bir zamana kadar bitirilmesinin tasarlanması Kürt açılımında zaman sıkışıklığına sebep olmuştur. ABD'nin Irak'tan çekilmesine bağlı olarak Kürt açılımının tasarlanması öncelikli olarak zaaf noktalarının ortaya çıktığı ve sorunların tezahür ettiği temel kaynaktır. Bu durum, sürecin doğal gelişim seyrini bulmasını engellemiştir. Yani, açılımın amacının tam olarak netleştirilememesi, amaca ulaşmak için kullanılacak yöntem ve tekniklerin seçilmesi, toplumsal ve siyasal kurum ve aktörlerinin konum ve rollerinin belirlenmesi ve sürecin içerisinde etkin olarak işlevselleştirilmesi, toplumsal tepki ve desteklere göre mevcut durumunun belirlenmesi konularında da ciddi başarısızlıkların temayüzüne vesile olmuştur.

Sorunların genel bir demokratikleşme sorunu değil de Kürt etnisitesi konseptinde bir tanımlama ve anlamlandırma eylemi olarak ortaya çıkması, milli ve üniter yapının bizatihi varoluşunun bir sorun olarak görülmesini beraberinde getirmiştir. Bu durum, Türk Sorununun veya başka bir deyişle Türk kimliğinin sosyolojik, siyasi, kültürel alandaki konumunun tasfiyesini öngören yaklaşımların da gündemi belirlemesine neden olmuştur. ABD'nin (ve AB) talepleri üzerine "Kürt sorunu"na çözüm bulma isteği, sorunun yapaylığına bağlı olarak, açılımın içeriğinin Kürtçülüğün tezleri doğrultusunda üretilmesini sağlamıştır. Etnik bir belirlenim ve tanımlama terör konusunun arka plana itildiği intibasının doğmasına da yol açmıştır. Kürt açılımının bir süreç olarak başarısızlığının temelinde birinci olarak ABD kaynaklı olması yanında ikinci etken söz konusu bu Kürtçülük boyutudur. 12 kötü adam olarak kamuoyuna yansıyan danışma kurullarının önemli ölçüde Kürtçü aydınlardan müteşekkil olması da bu durumun bir yansımasıdır.

Kürt açılımının kamuoyuna yansıyan yüzü, bir meşruiyet sağlanmaya yönelik "12 Kötü Adam"ın yer aldığı çalıştayla başlamıştır. Bu çalıştayın amacı, önceden tasarlanmış olan plana bir meşruiyet sağlama ve "demokratik" temayülleri uygulama görüntüsünün inşa edilmeye çalışılmasıdır.[3] Söz konusu toplantıya gelen tepkiler üzerine başka grup ve kişilerle de görüşmelerin başlanarak hazırlanmış olan dolgunun içinin doldurulmaya çalışılması sorunun çıkmaza girişinde etkili olmuştur.

Bu süreçte Kürt açılımının "Devlet projesi" söylemiyle sunularak destek aranması bazı sorunları da gündeme getirmektedir. Devlet tek bir kurum ve kişiden müteşekkil değildir. Devlet projesi olarak bir savunma yapılması demokratik süreçlerin bertaraf edilmesi anlamını da taşır. Yani devlet yapılması gerekli olanları düşünmüş ve uygulamaya başlamıştır. Bu durumda toplumsal gruplardan, kişilerden, uzmanlardan, STÖ'lerden bilgi alınması veya istişare yapılmasının ne anlamı vardır? Yukarıdan aşağıya giden bir değişim yürütülmektedir. Bu durum ise jakoben karakterli ve anti-demokratik bir tavır alıştır. Toplumun talep ve görüşlerinin dikkate alınmadığı bir politik proje pek çok sorunu da beraberinde getirecektir. Devlet projesi stratejinin savunma argümanı olarak kullanılması demokratik teamüllere aykırılık gösterir.

ABD'nin etkisine bağlı olarak yapılacakların önceden genel çerçevesinin belirlenmiş olması açılımının "bize ait" olmasının kılıfının oluşturulmasını zorlaştırmıştır. Çünkü, Kürt açılımının halka anlatılmamasının sebebi içeriğinin doldurulamamış olmasından ziyade zihinlerdeki çözümün potansiyel bir bölünmeyi de beraberinde getireceği gerçeğinin halka anlatılmasındaki zorluktur. Alevi Açılımındaki yöntemin bu konuda düşünülmemesi kayda değerdir. Bilindiği gibi konuyla ilgili yetkin bir isim koordinatörlüğünde toplumun çeşitli meslek ve statülerinden gruplarla, STÖ, basın, akademik camia vb. toplumsal güç merkezleri ile ayrı ayrı çalıştaylar düzenlenmiştir ve hala düzenlenmektedir. Böylece bu özel toplantılarda ki farklı görüş ve yaklaşımlar kayda geçmiştir. Ve Kürt açılımdan çok önce başlayan Alevi açılımı hala çalışmalarına devam etmektedir.

Açılımının içeriğinin belirlenmesi ve takdim edilmesindeki muğlaklık, çelişkiler, sorunu tanımlamada ki çekingenlik, sorunu telaffuz edememe ve adını bile koyamama gibi unsurlar sürecin zafiyetinin tezahür ettiği alanlardır. Örneğin açılımın daha hazır olmadığı açıklandığı halde muhalefetle girilen destek-köstek tartışması başlı başına bir çelişki ve kararsızlık göstergesidir. Bununla birlikte hala açıklanmayan ve belirlenmediği ifade edilen açılımın PKK'lı teröristlerin "Barış Elçileri" olarak gelişi, büyük törenlerle karşılanmasını, başbakan önce büyük coşku diye onaylamış arkasında gelen tepkiler üzerine eleştiriye başlamıştır. İçişleri Bakanı ise bunun açılımın bir parçası olarak takdim ederken açıklanmayan ve bilinmeyen açılımın aslında mevcut bir plana göre sürdürüldüğünü göstermiştir. Başka bir deyişle açılımın bize ait olmadığının tescili mahiyetindeydi.

Terör üzerinden Kürtçü taleplerin büyük oranda açılımın içeriği olarak yer alması toplumsal mutabakatın önündeki en büyük engel olarak yer alacaktır. PKK'lı teröristlerin Habur'dan girişlerini önce onaylayan sonrasında ise gelen yoğun tepkiler üzerine "Bir kesimi kazancağız diye öbür kesimi küstürmeyelim", sözü PKK'nın Kürtler adını meşru bir hareket olarak okunmasına imkan vermektedir. Bu söz PKK'nın Kürtlerle özdeşleştirildiği gerçeğini de ortaya koymaktadır. Bu ön kabul üzerinden Kürt açılımının zihinsel arka planının deşifre edilmesi mümkün olmaktadır. Çünkü, Kürtçülüğün siyasal tezlerinin Kürtlerin mağduriyeti üzerinden kabulü Türkiye'nin etnik kompartımanlara ayrılması anlamına gelmektedir. Alevi açılımına, Başörtüsüne, Cumhurbaşkanlığı gibi politik tercihlerde hükümeti destekleyen MHP gibi bir partinin çok şiddetli muhalefeti ile karşılanmasının bam teli işte bu Kürtçü talepler ve Türkiye'nin varoluşunun tehlike altında olduğunun göstergesi olarak okunmasına kaynaklık etmektedir. Devlet projesi kavramının kullanılarak muhalefetin yok sayılması da bizzat demokratik bir ironidir.

Kürt açılımının meşrulaştırılması stratejisinde iki ana slogan söylem bazında gerekçe olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Yapılan açıklamalarla söylemin sadece slogan olarak kalmadığı bizatihi açılımın önemli bir dayanak noktasını oluşturduğu görüldü. Açılımın gerekçeleri "analar ağlamasın" ve "daha çok demokrasi\özgürlük" ile tahkim edildi. Kürt Açılımı söyleminin merkezine oturtulan bu argümanlar "cumhuriyet tarihinin en büyük projesi", "dönüm noktası", "Türkiye'yi uçuracak" bir politika olarak lanse edilmesine bakılırsa Kürt açılımının zafiyetinin derecesinin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

Kürt Açılımı gibi Türkiye'nin varoluşu ile ilgili önemli bir konuda uygulamaya sokulacak politikaların anlatılması sırasında gözyaşı dökecek kadar duygusal bir dil ve üslup kullanılması, sonrasında ise bu sloganların Kürt açılımının gerekçeleri olarak kabulü, üzerinde durulması gereken bir durumdur. Gözyaşları içerisinde "analar ağlamasın", "kanlar akmasın" vb. belli bir strateji ve özel amaç belirtmeyen konuşmalar sürekli "gerçekçilik" zemininde dış ve iç siyasetini belirlediğini söyleyen kişi ve gruplarca yürütülmesi üzerinde özellikle durulması gereken bir husustur. Başta dış politika olmak üzere pek çok alanda Türkiye devletinin resmi politikalarını "ezber bozma" ve "komşularla sıfır sorun" adına terk edilerek büyük tepkilere rağmen uygulamaya sokulduğuna sürekli dile getirilen bazı meşrulaştırıcı ve ikna etmeye yönelik söylemler vardı. Gerek Kıbrıs ve gerekse Ermeni sorunu gibi partiler üstü bir oydaşma alanına sahip konularda Türk tezleri terk edilirken bu açılımları "akılcı olunmaktan" "hissiyatlarından kaçınılması" gerektiği gibi gerekçelerle temellendirilmişti. Bütün bunlara rağmen siyasetin nesnel koşullarının göz ardı edilerek duygusal gerekçeler üzerinden "ısrarcı" bir davranışlar örüntüsünün demokratikleşme adına üretilmesinin Kürt açılımıyla gündeme gelmesi kayda değerdir.

Analar ağlamasını Kürt açılımının gerekçesi olarak sabitleyen yaklaşıma Ümit Özdağ bir uyarıda bulunur: "Bu trajedinin nedeni …Türkiye Cumhuriyeti değildir. Bu trajediyi başlatan ve büyük bir şevk ile sürdüren PKK'dır. İlk kanı akıtan ve akıtmaya devam eden PKK'dır. Pusu kuran, tuzak atan, arkadan vuran, 386 çocuğu, 350 kadını katleden, 386 toplu katliam düzenleyen PKK'dır. Diğer bir değişle, Başbakan Erdoğan'ın durdurmak istediği 'Annelerin gözyaşlarının akmasına neden olan' PKK ve onun gerçekleştirdiği terör eylemleridir." Özdağ'a göre, "böyle bir projenin durdurulmasını hedefleyen bir siyasal projenin 'Annelerin gözyaşlarının durdurulması' üzerine inşa edilmesi duygusal açından halk desteği kazanmak için ilk bakışta çok cazip gelse dahi açılımı çok çürük bir politik zemine çekmektedir." Bunun sebebini de, "PKK ve arkasındaki güçler açısından nihai hedef Türkiye'nin bölünmesidir…. PKK terörü, Türkiye'nin iç dinamiklerinin ürettiği bir iç çatışma olmaktan ziyade dış dinamiklerin etkin olduğu bir dolaylı saldırı sürecidir. Bundan dolayı, 'Annelerin gözyaşlarının durdurulması' görünürde PKK'nın ancak gerçekte Doğu Sorunu projesinin sahiplerinin tatmin edilmesine bağlıdır." Özdağ, eleştirilerini yöneltirken "bir milletin hukukuna yönelik saldırılar ile mücadele edilirken 'Annelerin gözyaşları üzerine' siyaset kurulamaz," demekte ve milli mücadele döneminden atıfla yaklaşımını desteklemektedir: "Çanakkale muharebelerinde veya Sakarya muharebeleri sırasında da annelerin göz yaşları akmıştır. Bu savaşın durdurulmasına ve Türk milletinin emperyalist saldırı karşısında hukukundan vazgeçmesine neden olmamıştır. Ayrıca bir ülkenin ve milletin varlık ve birliğini daha ağır bir şekilde tehdit altına sokma potansiyeli olan adımlar 'Annelerin çok daha fazla gözyaşı dökmesine' neden olabilir." Türkiye'de ki Kürt açılımının mimari ABD'yi de örnek verir: "Amerikan ordusu, Amerikan menfaatlerini korumak adına, Kore'den Vietnam'a, Irak'tan Afganistan'a ve dünyanın bir çok yerine müdahale eder ve kayıplar verirken, ölen Amerikalı askerlerin anneleri yok mudur?" Türk askeri, dünyanın dört bir köşesinde değil, kendi yurdunda istiklal ve milli bütünlüğünü korurken, şehit düşmektedir. Onların anneleri ağlamaktadır ancak onların annelerini gözyaşları binlerce annenin gözyaşı dökmesini de engellemektedir."[4]

"Meclis'te ağlayanlar, liderlerinden duyduklarını ilk kez duydukları, hislerini bastıramadıkları için değil, siyasetin 'sahne duygusu' ile ağlaşıyorlar," diyen Nuray Mert ise konuya farklı bir açıdan yaklaşır. Ona göre, "Rolüne kendini iyice kaptırmış, yönetmeye kendini beğendirmeye kitlenmiş ama, alelacele yazılmış bir senaryoyu, kötü bir sahnede oynamaya çalışan, bu kötü oyuncular, adalet duygumu incitti," demektedir. Ve şöyle bir öneri getirmektedir: "Ben diyorum ki, bırakalım bu hamaset ve samimiyetsizlik üzerinden gitmeyi. Muhalefetin hamasetini savuşturmanın yolu, açık konuşmaktır. Gelinen noktanın vehameti, mevcut hükümetin sorumluluğunda olmadığına göre, itirafından gocunmanın da anlamı yok. 'Bildiğiniz daha iyi bir yol varsa beri gelin' dersiniz olur biter. Ama tabii, bugüne kadar 'Rabbena, hep bana' demiş, bu tavırda hâlâ sorun görmeyen bir anlayışın da bunu demesi zor. Mesele budur. Böyle devam ederse de, çıkış yolu uzaktır. Söylemek istediğim de, söylediğim de bu. Bu tür sözlerin ardında, 'nazik sabotaj' arayan genç arkadaşların niyeti de, ne olursa olsun hükümete destek çıkmak değil de, halis düşüncelerinin ifadesi ise, onlara tavsiyem, böylesi önemli bir konuda samimiyet testlerini iyi yapmalarıdır. Zira, bu samimiyet testlerinin sonucu, şahsi sıfatımızı temize çıkarmaya değil, geleceğimizi belirlemeye yarayacak."[5]

Gerek dış ve gerekse iç politika belirlenirken sürekliliğin kazanılması ve bunun için de tecrübelerin belirleyici bir unsur olması "tarih" denen olguyla mümkündür. Toplumsal sorunların çözülürken sorunun önü arkası, sorun alanı, sınırları, etkisi, bağlı olduğu sosyal ve kültürel şartlar, toplumsal etkileri, siyasi etkinlik alanı gibi bir çerçeveden yaklaşım geliştirilmesi uygun olandır. Toplumun ikna edilmesinde gözyaşları üzerinden duyguların kontrolü sağlanmaya çalışılmaz, aksine duygular dikkate alınarak çözüm araçları üretilir. Nihayetinde duyguların küçümsenecek psikolojik bir insani hal değil, davranışların ortaya çıkışını belirleyen ana güdülerden biri olduğu unutulmamalıdır.

Bununla birlikte bu söylemde ifade edilmeyen ve dikkatlerden kaçan başka bir boyutu da "analar" derken PKK'lılarında bunun içine ustalıkla yerleştirilmekte oluşudur. Bu tavır, iyi-kötü, dost-düşman, kahraman-hain, asker-terörist vb. eylem biçimlerinden olması gerekenin tersinin tercih edilmesi anlamına gelir. Asker bizim ağlamasın, şehit olmasın, fakat terörist-gerilla-yurttaş-evlat gibi zihinsel bir evrimle normalleştirilen PKK'lılarda bizimdir. Anormalin, suçun, hukuksuzluğun meşrulaştırılması sürecinin bir sonucu olarak PKK'lılarında dahil edildiği yani askerle eşitlendiği görülmektedir. TSK=PKK, Türk=Kürt denklemi önce zihinlerde inşa edilmiş sonrasında ise gözlemlenebilir bir davranış olarak tezahür etmeye başlamıştır. Suçluların yani teröristlerin "yurttaşımız" yargısıyla suçunun affedilmesi halihazırda hapislerde yatan binlerce "yurttaşımızı" da gündeme getirir. O suçlu yurttaşlarımızda "en azından biz askerimize silah çekmedik" gibi bir düşünceyle kendilerini haklı olarak ortaya koymaktadırlar. Son kertede bu eşitleme yaklaşımları "büyük kitle"nin devlete ve kutsal bildikleri her şeye karşı bir uzaklaşmaya kaynaklık ettiği gibi bunun sonucu toplumsal ve kültürel bir çöküş, krizdir. Gün gelir bu ülke için bedel istendiğinde verilmez. Bugün Irak'ta yaşananlarla sabit olduğu gibi o anaların, bacıların "namusu" beş paralık olur. Askerine sahip çıkmayan, değerlerine lakayt kalan, devletine bağlılığı devlete ihanetle eşitleyen bir sistem adaleti yok eder ve kendi sonunu hazırlar.

Kürt açılımının savunmasını duygusal bir temelde inşa etmek duygulara hitabı zorunlu kılar ki, rasyonel gerçeklikler karşısında ciddi bir zafiyet unsurudur. Bu söylemlerin dayandığı duygusallık Habur sınır kapısında PKK'lı teröristlerin zafer kazanmış bir kahraman olarak dönmesi gerçeği karşısında tersine dönme gibi özellikler de taşır. Bununla birlikte "analar ağlamasın" demek özel bir talep değil herkesin paylaştığı bir temennidir. Siyasi mücadeleyi, kan dökülmesini isteyenler istemeyenler, diye kategorileştirmek Kürt açılımının savunma argümanlarının zayıflığının açık ve sarih bir göstergesidir. Unutulmamalıdır ki, Kürt Açılımı Mert'in dediği gibi "geleceğimizi belirlemeye yarayacak". Ya var oluruz ya yok oluruz.

Kullanılan söylemlerin, gerekçelerin ve meşrulaştırıcı argümanların zayıflığı Kürt açılımındaki ikna ediciliği yok eden bir nitelik taşımaktadır.

Kürt açılımından sorumlu bakan, Açılımın birbiriyle bağlantılı iki temel hedefinden söz etmektedir: Birincisi, terörün sonlandırılması, ikincisi de demokrasi standardının yükseltilmesidir. Bakan, "biz ülkemizin bütün sorunlarının çözümünü tam demokraside görüyoruz" demektedir. Yani, "… demokratik açılımın sloganı 'herkes için daha fazla özgürlük'tür. Biz, herkes için daha fazla haklar, daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi diyoruz. Bu, Türkiye'yi zayıflatmaz, tersine güçlendirir." Kürt Açılımının gerçekte, Kürtçülüğün tezlerinin uygulanması olarak gördüğümüzü belirtmiştik. Söylem düzeyinde bir örtüşme ise doğal karşıladığımız bir durumdur. PKK-DTP, Batıcı Marksist liberallerin PKK terörü karşısındaki tek çözüm önerilerinin daha "çok demokrasi daha çok özgürlük" önermesi olduğu uzun yıllardır dillendirdikleri tek söylemdir. Bu söylem bugün resmi düzeyde aynen kabul edilmiş ve kullanılır olmuştur. Bu söylem terörün kaynağının demokrasinin ve özgürlüğün yokluğu olduğu ön kabulüne dayanır. Terörün varlık sebebinin etnik Kürt sorunu olarak tanımlanması ise demokrasi ve özgürlüğün etnik referanslara göre dağıtıldığı ve uygulama alanı bulduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, Türkiye'de Kürtler demokrasi ve özgürlükten yoksun bırakılmakta bu durum ise teröre kaynaklık etmektedir.

Demokrasi kavramının en büyük zafiyeti insanı kapsayan çeşitli boyutlardaki bütün sorunların çözümüne karşı mutlak yöntem olarak sunulmasıdır. Mutlak hakikat derecesinde dini inanç formunda bir bağlılık unsuru olarak bizatihi varoluşuna aykırı bir konumda bulunmaktadır. Türkiye'deki demokrasinin bu aşırı değer yüklü varlığı ayrıca, bireysel ve toplumsal ilişkilerin, davranışların, tanımlama ve anlamlandırmaların temel amacı olarak normatif bir karakter kazanmıştır. Ahlaki ve siyasal alandaki aşırı değer yüklü bu kullanımı paradoksal bir biçimde etkisizliğinin ve işlevsizleşmenin de sebebidir. Bu yapısı ile demokrasiyi söylem bazında hegemonyanın nesnesi haline getiren özneler, ötekileri bağımlı kılma, edilgen ve varoluş dinamiklerini de kullanma inhisarını ellerine almaktadır. Öznenin kendi varoluşunun temelini teşkil eden özgürlüğünün kısıtlanması demek olan bu simgesel prangalar demokrasinin varoluş nedenini tali konuma oturtan bir olgudur.

Demokrasinin ezeli ve ebedi bir Mutlak varlık olarak tözselleştirilmesi zamana ve mekandan bağımsız, tarih dışı bir olgu olarak anlam evrenini işgal eder. Onun bu pozisyonu, bütün Sosyo-politik, kültürel ve bilişsel sorunlara bir çözüm olarak uygulanabilirlik(!) kazanmasına da neden olur. Ayrıca öznenin yaşam dünyasındaki bütün belirleyici etkenlerin işlev, etki, anlam, forum ve tanımlama gücünün tek bir noktaya temerküzü de gerçekleşir. Öznenin yaşam alanındaki çeşitli algılamalara karşı tepki çeşitliliğinin kaynağı da böylece zayıflamıştır. Bu çeşitliliğin azalması öznenin varlığının korunmasındaki güç alanlarının da azalması ve zayıflamasını da beraberinde getirir ki varoluşunun başat zafiyetidir.

Demokrasinin kendini gerçekleştirmesinin koşulu olarak kimliklerin, farklılıkların görülmesi bu unsurların da tözselleştirilmesini beraberinde getirir ki, sonuçta ontolojik ırkçılık olarak tanımladığımız etkileşim, iletişim ve ilişkinin kaybolmasını, karşıt tözsel kimliklerin yaratılması veya belirginleşmesi sonucunu doğurur. Tözsel kimlikler aynı mekanı ve zamanı paylaşmasının getirdiği karşılaşmanın neticesinde ise kutsanan farklılıkların birbirilerine meydan okuması söz konusudur. Bu durum, toplumsal çatışmanın da başlangıcıdır.

"Daha çok demokrasi!" söylemi de bu zaviyeden daha çok özgürlük değil aksine öznenin özgürlük evreninin daraltılması, hareket ve düşünme imkanının sınırlandırılarak başka öznelerin hegemonik sahasına dahil olmak anlamını taşır. Demokrasinin özgürlüğün bir koşulu olması, tarihsel bir olgu olarak onanmasını zorunlu kılar. Bu da beraberinde zamana, mekana ve öznenin ve mensup olunan kültürün tekilliğine bağlıdır. Özne bu tekillikler içinde duygu, düşünce, eylem, davranış örüntülerini, anlamlandırma, bilme biçimlerini, ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik konumunu belirler. Çok çeşitli belirleyiciliklere içkin olan özne farklı tavır alışlar karşısında da özgün bir duruş belirler. Özgürlüğünün bu ontolojik temeli öznenin demokrasi gibi tarihsel olgulara aşırı ahlaki ve siyasi değer atfedilmesini engellediği gibi değişken bir unsur olarak gerçek işlev ve amacını da yerine getirir. Öznenin kendi varoluşunu gerçekleştirdiği evrende, özgürlüklerin hareket alanının kısıtlanmasında, öznenin tekilliklerini kazandıran özgeliklerin bir rolünün olması bu kısıtlamanın kaynağının da öznenin bizzat kendinde değil bir cüzünü oluşturan bu tekilliklerde aranmasını zorunlu kılar.

Kürt Açılımının gerekçelerine bakıldığında "Kürt" veya kimlikler sorununun halledilmesinin kendiliğinden bir demokratikleşmenin de gerçekleşeceği gibi bir beklenti söz konusudur. Oysa tarihsel olarak da gözlendiği gibi gerek demokrasi ve gerekse laiklik gibi olgular ontolojik ırkçılığın kaynağı olan farklıkların öncelenmesi, sınırların keskinleşmesine bağlı değil aksine bu farklılıklar arasında kurulacak diyalog ile ortak anlamlar evreninin inşası ve gelişmesinin garantisidir. Demokrasi ve laiklik gibi olgular bireyler ve etno-dini kümeler arasındaki karşılıklı ilişkinin ve algının yeniden düzenlenmesi işlevini haizdir. Böylece bu aktörler arasındaki çatışma, şiddet, yok etme gibi ilişki biçimleri bertaraf edilmiştir. Fakat Demokrasinin birey tarafından içselleştirilmesinin yani bilişsel ve kültürel bir yaşam formunun belirleyicilerinden olmasının bazı dışsal koşulları vardır. Demokrasinin nesnel koşullarının oluşması, sanayileşeme, kentleşme, bireyselleşme, rasyonalite vb. olgulardır. Bir Çingene vatandaşımızın "Roman Açılımı" başladı ne dersiniz, sorusuna " toplumdan biraz daha fazla saygı bekliyoruz" demiştir. Bu söz aslında her şeyi özetlemektedir. Demokratik düşünce, zihniyet ve dışşallaşmış göstergesi olan kurumlaşma toplumsal ve kültürel değişme ve gelişme düzeyine bağlıdır. Yasalarla zihniyet değişimi de içselleştirilemediği için nominalist bir karakter taşır.

Etimolojik açıdan "halk iktidarı" anlamına gelen demokrasi, bugün kullanılan biçimiyle kendini inşa eden kavramların her birinin geçirdiği farklı tarihsel gelişmeler ve işlevlerine bağlı olarak bir değişim ve dönüşüm yaşamıştır.

Demokrasi olgusunun tarihsel ve siyasal işlevleri açısından geçirdiği birbirinden farklı değişim sürecine rağmen ortak bazı hususlara dayanarak kavramın inşa edildiği anlamın sosyolojik tezahürü olarak süreklilik sağlayan, genelleştirilebilen, ortak bir zeminde buluşulabilir. Bu ortak zemin arayışlarından biri, demokrasinin ontolojik temelinin birey mi, yoksa kültürel kümeler mi olduğudur? Bu konunun açıklığa kavuşturulması bugün demokratikleşmeyi başta Kürt kimliği olmak üzere etnik-dini farklılıkların siyasal ve hukuki düzlemde tanınması ve resmileştirilmesi olarak sabitlenmesi sorununun çözümlenmesine katkı sağlayacaktır.

Çeşitli siyasal düşüncelere mensup çok-kültürcü yazarlar "demokrasinin ideal toplum yapısının çok kültürlülük" olduğunu özellikle vurgularlar. Siyasi düşünce temellerini bu zeminde geliştirirler. Anayasal haklar ve sorumlulukları, farklılıklar ekseninde tasavvur ederler. Vatandaşlık olgusu grup haklarına dayanır. Yani çok-kültürcüler, vatandaşlık haklarının dağıtılmasında bireyi değil, etnik, dini, kültürel kümeleri esas almaktadır. Bu durum ise toplumun aynı zaman ve mekânda birbirinden yalıtılmış farklı ontolojik yapılara tekabül eder. Mütekabiliyet ilişkisi farklılıkların güdülediği davranışlara ve düşüncelere göre biçimlenmektedir. Bireylerin davranışlarındaki ana belirlenim kimliklerdir. Bu yapı, hakların grup temelinde dağıtılması aynı devlet bünyesinde bireylerin eşitsizliğine kaynaklık eder. Hakların bu dağıtım biçimi, milli devletlerin başat özelliği olan evrensel insan hakları nosyonunun inkârı anlamına gelir.

Demokrasinin, Türkiye özelindeki başat sorunlarından biri algılanış biçimindeki hiyerarşik önceliktir. Başka bir deyişle demokrasinin siyasal alandan ziyade kültürel alanın ana biçimlendiricisi ve unsuru olarak tahayyül edilmektedir. Demokrasinin bu konumu ise bireyin yaşam evreninde yer aldığı kültürel olan ile siyasal olanın belirleyiciliğinin belirsizliğinin getirdiği sorunlara sebep olmaktadır. Tarihsel gelişim süreci içerisinde demokrasi kültürel yaşamın değil bireyin siyasal yaşamı içerisinde kendi varoluşunu sağlamıştır. Bu düalitenin başka bir karşılığı da yasal-hukuki olan ile toplumsal olandır. Yasada ve hukukta var olan toplumsal düzlemde görülmeyebilir. Demokrasi eşitlikle eşdeğerdir. Toplumda doğan bütün bireyler erkek, kadın, eşcinsel, fakir, zengin, renk, etnik, din gibi verili kimliğinden dolayı eşit olmanın altında ve üstünde bir hakka sahip değildir. Anayasal düzeyde tanınan bu haklar, toplumsal alanda farklı tavır belirlemeye ve davranış çeşitliliğine kaynaklık ediyorsa sorun siyasi veya anayasal değildir. Anayasal olmayan bir sorunu anayasa ile çözmek sorunu anlamamak demektir.

Günümüz Batı demokrasilerinin bariz vasfı, serbest seçimle parlamentoların teşkili ve kuvvetler ayrılığı olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Demokrasi dışındaki rejimler totaliter ve otoriter sistemlerdir ki, bireylerin sahip olacağı hakları, özgürlükler ve imkanların eşitliği bakımından ayrılırlar. Demokrasiyi bunlardan ayıran işte bu bireye verdiği ayrıcalıktır. Her birey yurttaş statüsünde eşit haklara, özgürlüklere ve sorumluklara sahiptir. Demokrasi bireye sadece diğer muadili bireylerle değil toplum ve devletle olan ilişkilerinin de düzenlenmesinde başat edimci rolünü verir. Demokrasinin bütün kurum ve ilkelerini birey etrafında inşa edilmiştir.

Mesela ülkelerde demokrasinin konumunu yani demokratikleşme eğilimini ölçen Freedom House adlı uluslararası sivil toplum kuruluşu her yıl "Dünyada Siyasal ve Sivil Özgürlükler" başlığını taşıyan bir araştırma yayınlamaktadır. Freedom House adlı kuruluş demokrasi düzeyini geliştirdiği Siyasal Özgürlükler indeksi ile ölçüyor. "Demokrasi, siyasal özgürlüklerin mevcut olduğu bir yönetim olarak tanımlanıyor. Siyasal özgürlüklerin başlıcaları ise şunlar: seçme ve seçilme özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplantı, yürüyüş ve gösteri yapma özgürlüğü, keyfi gözaltı ve tutuklamalardan korunma özgürlüğü ve saire. Bu özgürlükler dışında ülkede siyasal rekabet ve siyasal katılım düzeyi, işkence ve sürgün, keyfi gözaltılar, faili meçhul cinayetler vs. faktörler de ülke içinde demokrasinin ne derece mevcut olduğunu tesbit etmede kullanılan kriterler."[6] Görüldüğü gibi demokrasinin gelişmişlik düzeyi siyasal nitelikli özgürlüklerle ölçülmektedir. Kimlikler belirleyici değildir. Söz konusu bütün bu etkinlikler de birey ile işlerlik kazanmaktadır.

Bu noktada demokrasinin standartlarını yükseltmek öncelikle TBMM'nin görevidir. Cüneyt Ülsever'e göre, "eğer, hükümet Kürtler adına konuşanların ifade ettiği 1) anayasal kimlik tanımı, 2) ana dilde eğitim, 3) yerel yönetimlere geniş özerklik vb. gibi talepler konusunda "açılım" yapmaya kalkarsa örneğin Diyarbakır, Van, Mardin milletvekillerini tatmin edecek "açılımlar" Edirne, Yozgat, Samsun, Antalya, Erzurum milletvekillerini tatmin etmeyecek. Tersine Edirne, Yozgat, Samsun, Antalya, Erzurum milletvekillerini kızdırmadan yapılacak "açılım" ise Diyarbakır, Van, Mardin milletvekillerinin dişinin kovuğunu doldurmayacak."[7] Bu ciddi bir ikilemdir. Ve Kürt Açılımının uygulamasından sorumlu bakanın "yapılacak değişiklikler ve kurulacak mekanizmalar, etnik kökeni, inancı, cinsiyeti veya siyasi tercihleri ne olursa olsun ülkemiz sınırları içinde yaşayan tüm vatandaşlarımızın temel hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlamaktadır,"[8] söylemine rağmen uygulamalar aykırı bir durum arz etmektedir. Gelişmeler ve açılım adına ortaya konan uygulamalara göre, söz konusu olan demokratik bir açılım değil, Kürt açılımıdır. Çünkü bütün açılım Kürtler, Kürtçe ekseninde gelişmekte ve yürütülmektedir. Demokratik bir alçılım bütün vatandaşları kapsayan bir niteliği haizdir ve bireysel düzlemde olması zorunludur. Aksi bir durumda devlet içerisinde eşitlik değil etnik-dini farklılıklar zemininde tasarımlanmış bir eşitsizlikler söz konusu olur. Etnik çatışmanın panzehiri de kimliklere yasal statü veya daha fazla demokrasi, özgürlük değil, bireysel zeminde herkesin eşit hak ve sorumluluklara sahip olduğu bir yurttaşlık kurumudur.

Kürt Açılımı, Türkiye'de çeşitli vesilelerle gördüğümüz demokrasinin mahiyeti ve ne ölçüde içselleştirildiğinin durumunu, bir kez daha ortaya sermemize katkı yapmıştır.

Bu vesileyle demokrasiyi bir retorik haline getirerek her derde deva bir ilaç gibi sunulmasının yanında gerek birey ve gerekse siyasi, kültürel, sanatsal vb. toplaşmalarda davranışların ve düşüncelerin üretim sebebi olarak da işlev görmeye başlamıştır. Vasatlaşan bu demokrasi kavrayışı, söz konusu konumuyla ne ölçüde evrensel nitelikli sosyolojik ve kültürel temelleri içselleştirdiğinin de sorgulanması gerekmektedir. Kürt açılımı adına uygulamaya sokulan politikaların meşrulaştırma aracı olarak tecessüm eden "demokrasi", kendine temel oluşturan, anti-demokratik, davranış örüntülerinin başat söylemlerinden bir kaçını eleştirel bir yaklaşımla değerlendirmeye çalışacağız. Siyasetin ve Devletin en üstündekilerden başlayarak başta 2. Cumhuriyetçi "demokratlar" olmak üzere pek çok aydın ve siyasal elit,"Sivas'ın ötesine gidemeyenler…" vb. yargılarını büyük bir "maharetle" dillendirmektedirler. Demokrasiyi bir inanç formunda, imanla bağlı olan Batıcı seçkinci elitlerin bu söylemleri sarf etmelerini, demokrasinin içeriğinin ve işlevinin içselleştirilemediğinin bir belgesi olarak görüyorum.

Hükümet partisinin sürekli olarak muhalefeti eleştirirken "Sivas'ın ötesine gidemeyenler…" olarak söz etmesi üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir retoriktir. Bir defalık değil sürekli olarak sarf edilen bu söylem bir zihniyetin ifşa edilmesinde önemli bir anlama aracıdır. Öncelikle bu cümle ontolojik olarak farklılığın etnisiteler zemininde yaratıldığını göstermektedir. Bir ülkenin yönetici eliti tarafından, Sivas'ın ötesi ve berisi, diyerek ülkesini kategorileştirmesini anlam evrenin dışsal bir tezahürü olarak okunmalıdır. Türkiye'nin, sürekli vurgulanmak zorunda kalınan! "Tek"liğinin aslında zihinlerde yok olduğunun da bir göstergesidir. Bu parçalanmış ontolojik yapının her bir cüzünün geliştirilmesini demokratikleşme olarak tanımlayan ve ontolojik ırkçılık olarak tanımladığımız olguyu içselleştirmiş edimcilerle yürütülecek bir demokratikleşme başlı başına bir varoluş sorunsalı yaratmaktadır.

Bununla birlikte, bu söylemin belirginliğini ortaya çıkardığı sosyolojik gerçek, partiler açısından şöyle bir durum arz etmektedir. Partiler yönetmeye talip oldukları ülkenin bütün bölgelerinde siyaset yapamamaktadırlar. Ülke partiler arasında parsellenmiştir. Fakat bu parsellenme etnik bir karakter taşımaktadır. Sivas'ın ötesine geçememekle itham edilen MHP ve CHP o bölgelerde bir zamanlar sahip olduğu güçlü bir desteğe sahipken bugün siyasi faaliyetlerde yeterince bulunamamalarının "particiliğin" ötesinde anlamları vardır. Gerçekte AKP'de MHP ve CHP ile benzer bir kaderi yaşamaktadır. İşte bu benzer kader partilerin Türkiye gerçekliğinde siyaset yapamaz hale gelişlerinin bir tezahürüdür. Çünkü, Türkiye'de bütün yurttaşları kapsayan ortak bir söylem bütün bölgelerde geçerliliğe sahip değildir. Etnik hassasiyetlere vurgu yapan bölgeci, popülist bir söylemin egemenliği bir partinin her yerde bulunmasını mümkün kılmamaktadır.[9] Bu durum, Türkiye'nin bütün bölgelerini içeren ortak anlamlar ve eylemler evreninden ayrıldığımız anlamına geliyor. Ortak değerler ve kültürlerin toplumsal zeminde kaybolduğu ve bunun siyasi parti söylemlerine de yansıdığı gerçeğinden bahsediyorum. Bugün gözlemlediğimiz bir olgu olarak siyasal söylemler önceden belli bölge, grup, sınıflar ve farklılıklar özelinde değil "ülkenin bütünü"ne hitap ederken, artık etnik temelde ve hassasiyetlerde farklı söylemler geliştirilmektedir. Bu Türkiye'de onanan kimlik siyasetinin bir yansımasıdır. Etnik farklılıklar temelinde bu toprağın insanları farklı çıkarlar, değerler, inançlar, hedefler ortaya koymaya başlanmış ve bununla demokrasinin derecesi ölçülür olmuştur.

Demokrasinin evrensel varlık unsuru olarak eşitlik bu ortamda söz konusu değildir. Eşitlik aynı zamanda üzerinde vurgu yapılan "TEK"lerin de önemini gösterir. Eşitlik farklılıkların yarattığı eşitsizliklerin işlevsizleştiği bir anlamı gösterir. Demokrasinin kapsayıcılığı da bu eşitlik ilkesindedir. Şayet kullanılan bir söylem ve uygulamaya sokulan politikalar aynı partinin vekilleri tarafından etnik nitelikli şiddetli bir karşıtlığa ve hoşnutsuzluğa sebep olmakta ve ikilemlere yol açıyorsa o politikalar demokratik bir nitelik taşımaz. AKP açısından tek bir söylem hem İzmir'de Konya'da Samsun'da, Antalya'da Adana'da hem de Diyarbakır'da Siirt'te aynı anlamı taşıyorsa demokratiktir. Yani, eşittir, kapsayıcıdır. Fakat farklı bölgelerde farklı söylemler bir siyasi partinin merkez parti veya herkesin ortak kapsayıcı partisi olduğunu göstermez. Esas olan bir söylemin ortak olarak bütün ülke insanına hitap etmesidir. Bunun için de, bütün vatandaşların bu "dil"in simgeleştiği "anlamı" anlamaları, başka bir deyişle kendilerini muhatap kabul etmeleri gerekir.

Kürt Açılımını belirli bir anlamlar örüntüsüne oturtmak ve bu eksende bir yorumlama yapabilmek için bunu başlatan, yürüten ve içeriklendirme görevini yüklenmiş olan edimcilerin zihniyetlerinin tezahürü olan bir takım söylemlerin üzerinde durmak gerekmektedir.

Kürt açılımı sürecinde kararlılığı göstermek, meşru gerekçelerle temellendirmek için sürekli kullanılan "İç dinamikler yetmez, meseleyi ancak AB süreci halleder!", "Her riski alacağız ve açılımı yapacağız!", "Muhalefetsiz de biz bu işi yürütürüz!" ve özellikle "bu bir devlet projesidir!" gibi söylemler önem arz etmektedir. Bu söylemlerin demokrasinin içselleştirilmesi ve demokratik kültür açısından üzerinde düşünülmesi gerekli olan bilişsel evrendir. Bu yargıların her biri, üzerinde durulmaya değmez ölçüde anti demokratik, baskıcı, despot ve totaliter bir zihniyetin dile yansımalarıdır. Çünkü bu söylem ve düşüncelerde demokrasinin varlık şartlarının, amacının, ilkelerinin yok sayılması söz konusudur. Demokrasinin öznesi olan bireyin özgür iradesinin işletilmediği, yok sayıldığı, süreç dışına itildiği, yönetime katılım araçlarının önemsizleştirildiği bir zihinsel durum.

Demokrasinin varoluş mantalitesindeki dinamiklerin genel hatlarıyla ortaya koymak bu konuda açıklayıcı bir fikir sağlar. Demokrasi bireyin yurttaşı olduğu devletin yönetimine katılımı ile bağlantılı bir olgudur. Birey yurttaş sadece bu devlete karşı sorumlu ve hak sahibidir. Bu devlet ve toplum arasındaki ilişkiler örüntüsü demokrasinin niteliğini ve olgunluğunu gösterir. Bu sebeple toplumsal ve siyasi değişimi halkın değil de yabancı iktidar merkezlerinin isteği ve zoruyla değiştirme arzusu, demokrasiyle bağdaşması mümkün değildir. Üstelik bunun demokrasi adına talep edilmesi istihzalı bir haldir. Bu söylemden ziyade, sahiplerinin zihinsel, politik, kültürel konumunun bir yansıması olarak okunmalıdır. Bu "demokratlar" içinde yaşadıkları topluma, mensup oldukları "millet"e güvenmeyecek kadar değersiz gören nominalist vasfa sahip "demokrat" görünürlüklerdir. Yani demokrat "olma" değil, "görünme" kaygısı önceliklidir.

Demokrasinin en temel ilkesi seçimdir. Seçimin mantıksal temelini de bireyin kendi iradesini yansıtma imkanı tanımasında yatar. Ayrıca, bugünkü demokrasiyi eski çağların demokrasi anlayışından ayıran önemli bir ilke de özgürlüktür. Özgürlük ise bireyin bu iradesini yansıttığı karar mekanizmalarını seçme ve kullanma iradesidir. Başka bir deyişle kendi doğrusu doğrultusunda karar verme sürecini işletmesidir. Demokrasinin diğer yönetim tekniklerinden ayırıcı vasfı yurttaşın değiştirme, dönüştürme, biçimlendirme sürecine bilfiil müdahil olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Farklı beklentilerin, çıkarların, değerlerin sebep olduğu çoğulcu talepler karar verme mekanizmasında farklı etkileme odaklarının çatışmalarını ortaya çıkarır ki demokrasi de işte bu etkileme-çatışma diyalektiğidir.

Günümüzde demokrasinin mütekamil biçimi katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasinin özünde ve işleyiş mekanizmasının temelinde sivil toplum örgütleri vardır. Yani, sendikalar, yardımlaşma ve dayanışma örgütleri, düşünce kuruluşları vb. toplumsal örgütlenme biçimleri STÖ'leri teşkil eder. Bu örgütler gerek kendi ve gerekse ülke sorunları karşısında toplantı, miting gibi eylemler ve KİA gibi baskı unsurlarıyla siyasi karar odaklarını etkileme sürecine katılırlar. Böylece kararların alınmasında yönlendirme ve biçimlendirme işlevi görürler. Bu baskı mekanizmaları demokrasinin olmazsa olmazları arasında olduğu gibi toplumsal düşüncelerdeki farklılıkların temsili de böylece sağlanmaya çalışılır. Toplumun en küçük varlık birimleri bu örgütler vasıtasıyla demokrasinin en temel varlık şartı olan halk iradesinin yansıtılması ve gösterilmesinde başat rol oynar. Siyasi karar vericiler icraatlarını ve hele içeriği bilinmeyen ve yurttaşların ortak akıl oluşturmak için zorunlu olan müzakere ortamının yaratılamamasında demokratik düşüncenin ve kurumların işleyişi sekteye uğrar. "Her riski almaya hazırız!" demek, "Sonucu nereye varırsın varsın açılımı sürdüreceğiz!" demek "Mutlak Doğru"ya ulaşıldığını ve ötesinin olmadığı anlamına gelir. "Mutlak Doğru"nun olduğu yerde ise demokratik düşünce yoktur. Bize de sadece inanmak düşer. Bireyin ve karar verici yapının bu durumda, halkın sürece katılımı ile gerçekleştirilecek olan ortak aklın bulunması, müzakere sürecinin işletilmesi gibi demokratik kurumlara ihtiyacı yoktur. Dini bir iman formu olarak "Tek hakikat"çı bir tavır alış hangi retorik kullanılırsa kullanılsın anti-demokratiktir. Demokrasinin içselleştirilmediğinin bir tezahürdür.

______________________________________

[*] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü DYÇ Araştırmaları Bilimsel Danışmanı.

______________________________________

[1] Müyesser YILDIZ, "PKK'nı Al da Git!..", http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Yorumlar&pa=showpage&pid=422.

[2] Ali Bulaç, "Açılım'dan Ayrışma'ya" Zaman Gazetesi, 26 Ekim 2009. Bulaç, Kürt Açılımının ABD boyutunu başka makalelerinde de vuzuha kavuşturmuştur. Bkz: "ABD, Irak ve Kuzey Irak", Zaman Gazetesi, 26 Ağustos 2009, ve "Açılımın ABD boyutu", Zaman Gazetesi, 24 Ağustos 2009.

[3] Türkiye'nin en önemli stratejistlerinden ve PKK terör örgütünün yok edilmesi konusunda en geniş bilimsel çalışmanın sahibi olan Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ ve etnik sosyolojinin en yetkin kalemi olarak Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN gibi Türk milliyetçisi entelektüellerin ve bilim insanlarının görüşüne başvurulmamış olması Kürt açılımının içeriğinin rengini göstermesi açısından önemlidir.

[4] Ümit ÖZDAĞ, "10 Kasım'da Kürt Açılımını Tartışmak", http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=3076&kat1=1, 06 KASIM 2009.

[5] Nuray MERT, "Gözü Yaşlı Meclis", Radikal Gazetesi, 13.08.2009.

[6] Coşkun Can Aktan, "Dünya'da ve Türkiye'de İnsan Hakları ve Demokrasi", http://www.canaktan.net/canaktan_personal/canaktan-arastirmalari/liberal-demokrasi/aktan-insan-haklari.pdf.

[7] Cüneyt ÜLSEVER, "Açılımın Açmazları", Hürriyet 12.11.2009.

[8] "Demokratik açılımda ilk somut öneriler", Radikal Gazetesi, 13/11/2009.

[9] Partisinin milletvekillerinin her yerde ve her zaman konuşmasının yasaklanması konusunda gerekçesini anlatırken MEB gibi önemli bir kurumda bakanlık yapmış bir milletvekili şöyle diyor: "Bir milletvekilimiz çıkar Yozgatlı'nın talebini, diğeri çıkar Diyarbakırlı'nın talebini dile getirerek konuşabilir. Ama o Ak Parti milletvekilidir. Sözleri Diyarbakır'ı sevindirir, ama Kayseri'yi üzer. Diğeri Uşak'ı sevindirir ama Batman'ı üzer. "Çıkmayın" demiyoruz ama önce konunun genel merkezle paylaşılmasını istiyoruz.", Hüseyin Çelik ile söyleşi, "'Çözmezsek sorun Batı'ya kayar'", Vatan Gazetesi, 28.11.2009.Burada etnik vurgu hemen göze çarpmaktadır.

İkbal Vurucu

Eğitim

2006 -2009 Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü Yüksek Lisans Mezunu.

2000-2005 Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Hukuk-Felsefe Fakültesi, Sosyoloji Bölümü.

 

 İş Deneyimi

- Türk Dünyası Sosyologlar Birliği I. Kurultayı Bildirilerinin Yardımcı Editörü.

- Dünya Gençleri Dostluk ve Dayanışma Derneği (Türk Dünyası Gençlik Topluluğu) Danışmanı.

- 2006-2009 arasında Serhat Kitapevi Yayın Editörü.

-01.09. 2010-15.06.2011 arasında 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Sosyal ve Politik Araştırmalar Merkezi Koordinatörü

- 01.10.2012- … 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi Yardımcı Editörü

 

Yabancı Dil

İngilizce,

Kazakça, Özbekçe, Kırgızca gibi Türk lehçeleri

 

Aldığı Ödüller

- Hoca Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk-Kazak Üniversitesi Rektörlüğünce Türk Dünyası Öğrencileri ile ilişkilerindeki başarıları ve kütüphane çalışmaları sebebiyle “Teşekkür Belgesi”.

- Türk Ocakları Genel Merkezi’nin düzenlemiş olduğu "Ekonomik, Siyasi ve Kültürel Alanların Türk Dünyasında Yakınlaşmayı Artırma Bakımından Önem ve Öncelik Sıraları" konulu makale yarışmasında “Türk Dünyasında Ortak Tarihin Tasarımında Bazı Zihinsel Perspektifler Üzerine”, isimli çalışma ile üçüncülük. 15.5.2008.

 

YAYINLAR

1. Kitaplar

1. A- Basılanlar

Çokluktan Birliğe: Türk Kimliğinin Yeni Boyutları,  Serhat Kitapevi, Konya, 2010.

Nominalist Aydınların Soykütüğü1: Terörizm Üzerine Bir Analiz, Gençlik Kitapevi, Konya, 2011.

Nominalist Aydınların Soykütüğü 2: Türk Kimliği Üzerine Bir Analiz, Gençlik Kitapevi, Konya, 2011.

Kamu Ruhu: Post-modern Kimliksizliğe Karşı Duruş, Ed: İkbal VURUCU-Mustafa YİĞİT, Palet Yayınları, Konya, 2011.

Doğu Raporu: Bölgede Türk Kimliği ve Türklük Algısı, Ümit Özdağ/ İkbal Vurucu/ Ali Aydın Akbaş, Kripto, Ankara, 2011.

Faili Meçhuller Dosyası, Ümit Özdağ/ İkbal Vurucu, Kripto, Ankara, 2011.

Sona Doğru Kürt Açılımı, Sarkaç Yayınları, Ankara, 2012.

Türkiye’de PKK Terörü Neden Bitmez?: Kan ve Kalem İlişkisi Üzerine Araştırmalar, Altınpost Yayınları, Ankara, 2013.

 

1. B- Basım Aşamasında ve Basıma Hazırlananlar

Türk Milliyetçilerinde Turancılık Algısı, (Yayına Hazır).

Arafta Bir Kimlik Türklük: Milli Kimlik ve Çokkültürcülük Üzerine, 2 Cilt, (Yayına Hazır).

Yurttaşlık ve Kimlik: Doğudan Batıya Örneklerle, (Ed. Gürsoy Akça-İkbal Vurucu), (Basım Aşamasında)

Türk Milliyetçiliği’nin 100 Yılı: Tarih, Hal, Gelecek, 2 Cilt, (Basım Aşamasında)

Çeviriler

- Ahmet DOĞAN, Bulgaristan: Soya Dönüş ,(Çev: Akif ŞABAN-İkbal VURUCU), [Yayına Hazır].

- Sabit ŞİLDEBAY, Kazak Bağımsızlık Hareketi, (Kazak Türkçesinden), 210 s. [Yayına Hazır]. 

- Ordalı KONIRATBAYEV, Turar Rıskılov, (Kazak Türkçesinden), 472 s. [Yayına Hazır].

- M. S. AJENOV- D. E. BEYSENBAYEV, Sotsialnaya Stratifikatsiya v Respublike Kazahstan, (Rusçadan) 160 s. [Yayına Hazır].

 Kitap İçinde Makaleler

- “Bir Bilinç Kırılması: Milli Tarih’ten Yerel Tarih’e”, Prof. Dr. Nimetullah HAFIZOĞLU’na Armağan içinde. BAL-TAM, Prizren-KOSOVA, 2012.

- “Türk Birliği Perspektifinden Kaşgarlı Mahmud’u Yeni Bir Okuma Denemesi”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Uluslar arası II. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu “Kaşgarlı Mahmut ve Dönemi”, 28-30 Mayıs 2008, Ankara-TÜRKİYE. Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009, Ankara, s.717-761.

- Prof. Dr. Dr. Kâzım Yaşar Kopraman Armağanı içinde “Milli-Tarih, Çok-Kültürcülük ve Endoktrinasyon Üzerine”, (Ed. Doç. Dr. Altan Çetin), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 2012.

 

Uluslararası Hakemli Dergilerde Yayımlanan Makaleler

- “Türkoloji Üzerine Düşünceler”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 2, Mart 2005, Prizren-KOSOVA, s. 248-252.

- “Sovyetlerden Kazakistan’a Etnik İlişkiler Sistemi”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 7, Eylül 2007, Prizren-KOSOVA, s. 36-54.

- “Türk Dünyasında Kimlik ve Kavramlaştırma Sorunları”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 9, Eylül 2008, Prizren-KOSOVA, s. 12-22.

-“Türk Dünyasında Demokrasiyi Anlamaya Giriş, Kazakistan Merkezli Bir Çözümleme”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmaları, Sayı: 8, BAHAR 2008, Prof. Dr. Cihat Özender Özel Armağanı.

- “Kaşgarlı Mahmud ve Türk Birliği”, Felsefe ve Sosial-Siyasi Elmler Jurnal, Sayı: 4 (21), Bakı 2008, s. 2-10.

“Selahaddin Halilov, Türk Birliği, Felsefe”, Felsefe ve Sosial-Siyasi Elmler Jurnal, Sayı: 5 (22), Bakı 2009.

- “Prof. Dr. Hüseyin Ayan: Türklük Bilimine Adanmış 60 Yıl”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, sayı: 10, Mayıs 2009, Prizren-KOSOVA, s. 120-125.

- “Türk Dünyasında Ortak Tarih Tasarımı ve Bazı Zihinsel Perspektifler”, TURAN Dergisi, 2010, Sayı: 9, s. 7-15.

- “Çok Kültürlülük Tartışmaları, Toplumsal Bütünlük Kaygısı ve Yeniden Milletleşme (Kazakistan Halkı Asamblesi Örneği”), Gürsoy Akça-İkbal Vurucu, Manas Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 24 (2012)

- “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tevarüs Edemeyen Bir Düşünce: Turancılık”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Dergisi, Sayı: 17, Prizren, Eylül-2012, s. 105-131

- “Kimliklerin Çatıştığı Bir Alan: Ulus-Devlet ve Vatandaşlık”, Yeni Türkiye Dergisi, [Yeni Anayasa Tartışmaları Özel Sayısı], Sayı:50, Ocak-Şubat, 2013, s. 444-478.

- “Başkanlık Sistemi ve Kürt Sorunu Tartışmaları”, Yeni Türkiye Dergisi, [Başkanlık Sistemi Özel Sayısı], Sayı: 51, Mart-Nisan, 2013, s. 886-897.

- “ ‘Ulus-Devlet’ Polemiği: İbretlik Bir Panorama”, 21. Yüzyıl Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2013, Sayı: 3, s. 1-17. 

 

 Ulusal Dergilerde Yayımlanan Makalelerden Seçkiler

- “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Çok Kültürlülük”, 2023 Dergisi, 15 Kasım 2007, sayı:79

- “Bir Ortaçağa Dönüş Projesi: Anayasal Vatandaşlık”, 2023 Dergisi, 15 Kasım 2008, Sayı: 91

-“Türk Dünyasında Sivil Toplum Üzerine Düşünmek ve Bir Sosyoloji Kurultayı”, Jeopolitik Dergisi, Temmuz 2008, sayı: 56

-“SovyetlerdenKazakistan’a Etnik İlişkiler Sistemi”, AsyaAvrupa, AYSAM, Temmuz 2005, sayı: 3

- “Türk Kimliği Karşısında Aydınların Bilişsel ve Sosyolojik Dünyası”, 2023 Dergisi, 15 Ocak 2009, Sayı: 93

- “Turancılık ve Türk Milliyetçiliği Arasındaki Bağ Üzerine Mülahazalar”, 2023 Dergisi, Sayı: 95.

- “Bir Orta Çağa Dönüş Projesi Olarak Anayasal Vatandaşlığı Anlamaya Giriş”, 2023 Dergisi, 15 Temmuz 2009, Sayı: 99

- “Küreselleşen Dünyada Kimliğin Yükselişi”, Konya Ticaret Odası İpek Yolu Dergisi, Şubat 2010, Sayı: 264.

- “Türkiye’de Etnik Çatışmayı Kitleselleştiren Dinamikler”, 2023 Dergisi, Kasım 2009, Sayı: 103

-  “Türk Aydını ve Kendinin Ötekileştirilmesi”, 2023 Dergisi, Aralık 2009, Sayı: 104, s. 58-69.

-  “Türk Kimliği ve Nominalist Aydınlar”, 2023 Dergisi, Şubat 2010, Sayı: 106, s. 38-47.

- “Nevruz ve Ergenekon Üzerine Düşünceler”, 2023 Dergisi, Nisan 2010, Sayı: 108, s. 76-79.

-  “Terörün Gözardı Edilen Boyutu: Aydınlar”,  2023 Dergisi 2010, Sayı: 111, s. 32-41.

- “Etnik ve Tek Tipleştirici Suçlamaları Karşısında Türk Milliyetçiliğinin Doğuşunu Yeniden Düşünmek”, 2023 Dergisi, 2011, Sayı: 122

-  “İlk Türk Milliyetçilerinde “Türk” Algısı”, Türk Yurdu, Şubat 2011, Cilt: 31, Sayı: 282

- “Anadolucu Türk Milliyetçilerinde Turancılık”, Türk Yurdu, Eylül 2011 Cilt: 31, Sayı: 289

- “Türk Milliyetçiliğinin Güncel Sorunları Üzerine”,Türk Yurdu, Mart 2012, cilt 32, sayı: 295.

- “Türk Sorununa Giriş: Ayrılmanın Psikolojik Temelleri”, 2023 Dergisi, Kasım 2011, Sayı: 121.

- “Tarihin Kötüye Kullanımına Örnek: ‘Dersim Katliamı’ ”, 2023 Dergisi, Aralık 2011, Sayı: 128.

- “Türklük”ten “Türkiyeli”liğe Bireyin Temsil İmkânı”, 21. Yüzyıl Türkiye Dergisi, 01.07.2011, Sayı: 31

 

Uluslararası Bilimsel Toplantılarda Sunulan ve Bildiri Kitabında Basılan Bildiriler

- “Sivil Toplum ve Devletin İdeolojik Bir Aygıtı Olarak Kazakistan Halkları Asamblesi”, Türk Dünyası Sosyologları Birliği’nin düzenlediği II. Türk Dünyası Sosyologları Kurultayı, 23-25 Nisan 2008, Almatı-Kazakistan.

- “Türk Birliği Perspektifinden Kaşgarlı Mahmud’u Yeni Bir Okuma Denemesi”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Uluslar arası II. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu “Kaşgarlı Mahmut ve Dönemi”, 28-30 Mayıs 2008, Ankara-TÜRKİYE.

- “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tevarüs Edemeyen Bir Düşünce: Turancılık”,Türk Ocakları Genel Merkezi, "Gençlerin Gözüyle Türkiye"Sempozyumunda, 28 Mart 2009, Ankara- TÜRKİYE.

- “Türkiye’de Anayasal Vatandaşlık Tartışmaları”, Türk Ocakları Konya Şubesi, “Türk Ocakları’nın 100. Yılında Türk Milliyetçiliği ve Çok-kültürcülük” Sempozyumu, 17-20 Kasım 2012, Konya-TÜRKİYE

- “1991-2013 Yılları Arasında Balkanlar ve Ortadoğu Türklüğü Üzerine Türkiye’de Yapılmış Sosyolojik Çalışmalar”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü “1991’den 2013 Türkiye’de Türk Dünyası Araştırmalarının Durumu Sempozyumu”, 24-26 Mayıs 2013, Manisa-TÜRKİYE

 

Kendisiyle Yapılan Söyleşiler

- “Türk Dünyası ve Türkiye-Ermenistan İlişkileri”, Söyleşiyi Gerçekleştiren: Bekir FUAT, GERÇEK HAYAT Dergisi, 9.3.2008.

- KANAL 24, “Keşke Olmasaydı Belgeseli”, “1944 Turancılık-Irkçılık Davası”, 16. 05.2010.

-KANAL 24, “Unutulan Manşetler” 08.12 2011.

- “Türk Kimliği, Aydınlar ve Milliyetçilik”, Söyleşiyi Gerçekleştiren: Afşin Selim, www.haberiniz.com, 15.12.2010.

- “Kavramlar ve Türk Milliyetçiliği Üzerine”,Nisan-2012 Gencay Dergisi, Sayı: 5

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display