Gezi Parkı Üzerinden Büyük Sermaye ve Medyayı Anlamak

Yazan  17 Haziran 2013

Giriş

İkinci haftasını tamamlayan Taksim Gezi Parkı direnişi, başta polis teşkilatı olmak üzere Türkiye’de pek çok kurumun işlevleri yanında Türk medyasının da özellikle habercilik rolü ve basın özgürlüğü bakımından yeniden sorgulanmasını gündeme getirdi. Bu sorgulamayı sadece medya üzerinden değil, onların arkasındaki büyük sermaye ve iktidar ilişkileri ve hatta onların da ötesinde küresel sermaye ile ilişkileri üzerinden yapmak zorundayız. Küresel sermaye ve Türkiye’deki büyük şirketler kendi çıkarlarını korumak ve işbirliği yapmak için uzun zamandır özel ilişkiler kurmuşlardır.Türk basınına, basın dışı sermayenin girişi 1970'li yıllar sonrasına denk gelmektedir. Türkiye’de devletin istediği şirketi kolaylıkla batırma riski bilindiğinden büyük şirketler, önce yabancı sermaye ile %50 ortaklık üzerinden yatırımlara başladı. Yabancılarla ortaklık yabancı devletin de korumasından faydalanmak demekti. Bu zorunluluğun diğer yüzü ise yabancılara tamamen pazarı kaptırmak yerine pay sahibi olabilmekti.Büyük Türk şirketleri daima güçlüden yana olmak ve nemalanmak stratejisi izledi. Bu aynı zamanda Türkiye’de kapitalizmin ülkeyi dönüştürme hikâyesi idi. Sonuçta Türkiye, bugün dışarıdan görece bir liberal demokrasi olarak görünen şeye dönüştürüldü[1]. Bugünkü Türkiye, örgütlü sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir kleptokrasidir[2].

Türkiye'de kapitalizmin yeni bir dünya düzeni olarak kurumsallaşması ve 24 Ocak 1980 kararları Türk basınının mülkiyet vesermaye yapısını değişime uğrattı. Medya organları iktidar denetiminden koptu fakat kendi siyasal iktidarlarının ekonomik denetimine girdi. Medya, sermaye çevrelerine bağımlı hale geldi[3].Bu bağımlılık, medya yapılarının ticari bağlamda büyümeleriyle doğru orantılı bir ilişki içerisinde günümüze kadar geldi. 1980'den günümüze basın sektöründe,sermayedar sayısı giderek azalmış, buna karşın holdinglerin bünyelerindeki medya organlarının sayısı ise giderek artmıştır.Büyük sermaye gruplarının medyaya ayırdıkları bütçe %5’i geçmemekte ve medyada kar-zarar endişesi taşımamaktadırlar. 1990-2000'liyıllar arasında Türkiye'de Doğan, Bilgin, Aksoy, İhlas ve Uzan grupları televizyonculuk alanında yayın faaliyetlerini sürdürmekteydi. 2000'li yıllara doğru televizyonculuk piyasasına Doğuş, Çukurova ve Park grupları girmiştir[4]. Son yıllarda durum pek değişiklik göstermedi. Diğer yandan İhlas, Samanyolu ve Koza-İpek Grupları da bu alanda etkindirler. Türk medyasında etkin medya grupları arasında Ciner (Park), Çalık (Turkuvaz),Çukurova, Doğan, Doğuş, Feza, İhlas ve Koza-İpek, Samanyolu yer almaktadır. Türk medyası Doğan Grubu’nun 2007’deki hükümete başkaldırısından beri sinmiş ve ancak kendi içinde mücadele etmektedir. Bu makalede, Türk sermayesinin küresel sermaye içindeki konumu ve bunun medya ve hükümet ile ilişkilerine odaklanacağız.

Türkiye’de Özel Sermayenin Oluşumu ve Küresel Sermaye İle Bağları

1914’deki Rum ve 1915’deki Ermeni tehciri ile Anadolu’daki belli başlı aileler yabancılardan kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, dönme ya da Selanik’den göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi, Yahudilerin dışlanmasına yönelikti veİstanbul’da sermayenin değişimini başlattı. Vergisi'ni ödemekte zorluk çeken azınlıkların çoğunun mülkleri haczedildi ya da bizzat kendileri tarafından satışa çıkarılarak düşük fiyatla el değiştirdi[5]. Kısacası, Varlık Vergisi uygulamada gayrimüslimlerden Müslüman-Türk kapitalistlere sermaye aktarımı anlamına geldi. Türkiye’de İş Bankası, Koç, Sabancı ve Çukurova dışındaki büyük sermaye grupları 1950'ler öncesinde genellikle kayda değer bir gelişim sergilememiş, çoğu 1950'lerden sonra iş dünyasına giriş yapmıştır. Eczacıbaşı, Kale, Ülker gibi gruplar, ticari alanda fazla varlık göstermeden, 1950'li yıllarda küçük imalatçılıktan büyük sanayiciliğe geçerken; Toprak, Zorlu, Ciner, Çalık, İhlas gibi gruplar 1980 sonrasında büyümüştür. Holding formu, çok sayıda şirketi bir merkezden yönetmek ve bir 'iç sermaye piyasası' oluşturmak için elverişli bir kurumsal biçim olarak yaygınlık kazandı.1949 yılında Sanayi ve Kalkınma Bankası’nın kurulması ile ABD istediği kişiye istediği kadar kredi vermek ve Türk ekonomisine yön vermek için vasıta edindi. Bu krediler bugünün zenginlerini oluşturdu.

Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, uluslararası kurumlar tarafından sağ­lanan kredilerin ülke içinde sanayi kuruluşlarına aktarılması işlevini üstlendi[6]. Bankanın fiili işlevi sanayi kuruluşları ile uluslararası sermaye arasında aracılık yapmaktı.Batılılar tarafından Türk ekonomisine ilk format 1946’da atıldı ve ilk devalüasyon ile birlikte liberalizme dönüş başladı.Türkiye, o dönemden beri bir tüketim toplumu olarak, çalışmadan, öğrenmeden, üretmeden bir yaşam biçimine yöneltilmiştir. IMF, Dünya Bankası ve NATO’ya üyelik bu dönüşümün kurumsal gerekleri idi. İlk devalüasyon, bütçe ve ticaret açıkları bu dönemde başladı. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk dış borcu 1947 yılında İnönü döneminde 200 milyon dolar ile başladı. Bu döneme damgasını vuran Amerika güdümünde tarımda makineleşme, tarıma dayalı küresel entegrasyon ve köyden şehir varoşlarına göç oldu.1960’larda ABD’de çıkarılan PL 480 kanunu ile buğday, süt tozu, tavuk gibi ihtiyaç fazlası Amerikan mallarının Türkiye gibi ülkelere gönderildi. Bunların karşılığında oluşturulan fon ile İstanbul’dan İzmit’e kadar kurulan fabrikalar finanse edildi. Böylece ABD, Türkiye’nin bugünkü zengin kesimini ve sermaye dağılımını, kendi deyimiyle kalkınmasını sağladı. Türk ekonomisini bu dönemde planlayan Amerikalıların meşhur kalkınma kuruluşu AID idi.Gene de devletçi anlayış 1980 yılına kadar hâkim oldu.

     TÜSİAD'ın dışa açılma yönündeki talepleri 24 Ocak 1980 kararlarında karşılık buldu. Bu hem uluslararası ser­mayenin beklentilerine daha uygun düşmekte hem de büyük sermaye için uzun vadede küresel sermaye ile daha ileri entegrasyon demekti.Söz konu­su kararlar genel olarak iç talebin daraltılmasını, yabancı sermayeyi ülkeye çekmek üzere yapılacak düzenlemeleri ve bazı devlet tekellerinin özelleştirilmesini amaçlamaktaydı[7].24 Ocak Kararları olarak bilinen programın ilk taslakları 1978 sonunda Dünya Ban­kası temsilcileri (Kemal Derviş, Anne Krueger ve S. Robinson) tarafından ortaya konulmuştu. 24 Ocak 1980’deki odak değişikliği ile Türkiye’de kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Türkiye'de genellikle TÜSİAD çevresinde yer alan büyük sermaye gruplarının 1990'lardan itibaren belirli bir rekabetle karşılaştıkları, 1990'ların ikinci yarısın­da kısmi bir güç kaybı yaşadıkları, ancak 2000'li yıllarda hem uluslararası ölçek­te hem de ülke içinde bir dizi hamle ile konumlarını sağlamlaştırmaya yöneldik­leri söylenebilir. Kuşkusuz, 2001 krizi büyük sermaye gruplarını farklı biçimlerde etkilemiş, bazı gruplar tasfiye olur ya da küçülmek zorunda kalırken bazıları sü­reçten güçlenerek çıkmıştır. Ancak, genel olarak, Türkiye'de 1980 sonrasında hız­lanan dışa açılma, finans kapitalin gücünü ve etkisini arttıran bir süreç olmuştur.

Böylece yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. Yeni modelin istikrar senaryosu IMF’ye yapısal dönüşüm, uyum senaryosu ise Dünya Bankası’na havale edildi. Özellikle 2001 krizi sonrasına Derviş-IMF iktidarı ile özelleştirmenin önü iyice açıldı. Küresel sermayenin adamı Kemal Derviş, sık sık Pentagon’a Türkiye’deki son durum ile ilgili brifing veriyordu. 2003 yılından sonra ‘özelleştirme’ adı altında cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarının küresel sermayeye satılması, bir kısım ‘sonradan görme’ varlık sahiplerinin şirketlerini, bankalarını, arazi, mesken ve arsalarını yabancılara satmaları ile Türkiye’deki sermaye hareketleri içinde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı hızla arttı[8]. Borç niteliğinde Türkiye’ye gelen yabancı sermaye 2003’ten sonra rekor düzeyde yükseldi.Son yıllarda ticaret ve finansın yanında üretim alanına da genişleyen uluslararasılaşma, bir yandan sermayeye karşı emeğin konumunu zayıflatmış, bir yandan da burjuvazi içinde küçük sermayelere karşı büyük sermayeyi güçlendirmiştir. Öte yandan, bu dönemde büyük sermaye saflarına yeni katılımlar da olmuş­tur. Çalık, Albayraklar, İpek, Sancak, Boydak, Sanko gibi bir kısmı Anadolu'nun yeni sanayileşen kentlerinde büyüyen, bazıları da İstanbul merkezli olan, ama ku­ral olarak hepsi de AKP iktidarına yakınlıklarıyla tanınan yeni sermaye grupları­nın artan etkisi ve özellikle de medya sektöründeki konumlanışları, AKP-büyük sermaye ilişkilerine dair bazı soruları gündeme getirdi ve getirmeye devam etmektedir.

     AKP ve Büyük Sermaye

     28 Şubat süreci bağlamında Refah Partisi'ne karşı topluca isyan eden büyük sermaye grupları, birkaç yıl sonra, bu partinin içinden çıkan AKP'yi benimsemekte tereddüt etmemiştir.AKP’nin birinci iktidar döneminde ekonomi politikasında küresel entegrasyonu ve 'yapısal uyum'u amaçlayan programı sürdür­müş, borç faizi ödemelerine öncelik vererek yüzde 6.5 faiz dışı fazla hedefine sa­dık kalmış, ayrıca düşük kur-yüksek faiz ilkesinden de belirgin bir sapma gös­termemiştir. Dış politika alanında 'AB çıpası'nın ne olursa olsun terkedilmediği bu dönemde, iç politikada tek parti hükümetinin sağladığı 'istikrar' sayesinde haya­ta geçen yeni İş Yasası (2003) ve bunun yanı sıra hükümetin emek-sermaye iliş­kilerinde izlediği kararlı emek karşıtı tutum da TÜSİAD çevresinin takdirlerini ka­zanmıştır[9]. Nitekim TÜSİAD çevresindeki büyük sermaye grupları ve bu grupların medyadaki uzantısı sayılabilecek Doğan ve Doğuş yayın organları, 2002-2007 arası dönemde AKP'yi açık biçimde desteklemiştir. Yine, Uzan grubunun tasfiye­sini izleyen dönemde Çukurova ve Ciner gruplarının yayın organlarının da genelde 'ılımlı' bir çizgiyi sürdürdükleri görülmüştür. Holdinglerin bu dönemdeki büyüme temposu, söz konusu memnuniyetin nedenlerine açıklık kazandırmaktadır.

Yıllık faaliyet raporlarına göre en çarpıcı sıçramayı, toplam varlıkları 2002-2007 arasında 7.3 milyar dolardan 51.2 milya­ra yükselen Koç Holding sergilemektedir. Aynı dönemde, farklı bir konsolidasyon sistemi uygulayan Sabancı Holding'in varlıkları 21 milyar dolardan 43.9 milya­ra, Çalık grubunun toplam varlıkları 1 milyar­dan 3.3 milyara, Enka'nın varlıkları ise (2003-2007 arasında) 1.86 milyar dolar­dan 7.86 milyara yükselmiştir. Kısacası, Birçok grup, birinci AKP iktidarı döne­minde varlıklarını birkaç kat arttırmış durumdadır. Birkaç on yılda oluşan varlık­lar, inanılması güç biçimde, yalnızca beş yıl içinde ikiye, üçe, beşe katlanmıştır.Ancak, 2007 yılı sonunda başlayan ve 2008 sonbaharında küresel ölçeğe yayılan finansal kriz ortamında hayata geçen tedbirler, AKP-büyük sermaye ilişkileri açı­sından bir tür test olmuştur. İktidar partisi, bu süreçte gerek ÖTV ve KDV indirim­leri yoluyla gerekse yeni teşvik yasası aracılığıyla egemen sınıf kesimlerine avantajlar sağlamaya büyük bir özen göstermiştir. Nitekim beyaz eşya ve otomotivde ÖTV indirimleri, kriz nedeniyle ihracat olanakları daralan ve stoklarında 140 bin civarında araç biriken Koç ve Oyak gibi otomotiv tekellerine; ayrıca, yine ihracat olanakları sınırlanmış bulunan Koç ve Zorlu gibi elektronik/beyaz eşya tekelleri­ne geçici bir nefes alma ve stoklarını eritme şansı yaratmıştır.

     Ancak, 2007 yılından itibaren AKP’nin yeşil sermayeye yer açmak için başlattığı tasfiye harekatı büyük sermaye grupları ile aralarında kırılmaya neden oldu. Neo-liberal politikalar izlediğinde büyük sermayenin kabul edilebilir bulduğu AKP, türban gibi konularda 'açılım'a giriştiğinde karşısında orduyu, yargıyı ve TÜSİAD'ı görmeye başladı. TÜSİAD'ı rahatsız eden hususlar; toplumsal kutuplaşma ve ekonomide, siyasette varolduğu iddia edilen istikrarın kaybolma­ya başlaması, AB rotasından çıkılmasıdır[10]. Bu süreçte Doğan grubunun, AKP'ye karşı belirli bir muhalefete başlaması ve hemen akabinde bü­yük vergi cezalarına çarptırılması, AKP'nin de belirli bir 'havuç-sopa' politikası izlediğinin işaretidir. Türkiye ekonomisinde uzun yıllardır hâkim konumda bulunan büyük gruplar (özellikle TÜSİAD çevresi) yavaş yavaş 'devre dışı' kalmakta; bun­ların yerini ise AKP tarafından kollanan 'yandaş' sermayeler ve MÜSİAD almak­tadır. Bir yandan özellikle medya sahibi 'eski' gruplar üzerindeki sıkı maliye de­netimleri ve kesilen cezalar, bir yandan da kamu ihaleleri ve özelleştirmeler yo­luyla yandaşlara aktarılan rantlar,büyük sermaye içindeki çekişmeyi özetlemektedir.AKP, kendi 'organik burjuvazisini' yaratmak için uğraş­makta ve TOKİ ihaleleri, yerel yönetimler gibi kanallar aracılığıyla bu grubu bes­lemektedir. Bununla birlikte, AKP'nin neo-liberal politikalarından TÜSİAD çevre­sindeki büyük sermaye de nemalanmaya devam etmektedir[11]. Türkiye ekonomisinde büyük sermaye gruplarının belirgin ağırlığı devam etmektedir.Son yıllarda Türkiye’de bir yandan yeşil sermaye içinde MÜSİAD (Çalık, Emine Erdoğan vb.) ile TUSCON (Gülen cemaati) arasında rekabet başladı.

            Türkiye’de Büyük Sermaye ve Medya

            2002seçim dönemi, Uzanlar ile Doğan grubu arasında büyük bir medya kavgasına yol açmıştı. Bu mücadele, asıl olarak medyada Doğan tarafından temsil edilen ve Koç, Sabancı, İş Bankası gibi grupları içeren TÜSİAD çevresi ile içinde Çukurova,Uzan, Ciner, Toprak gibi grupların içinde aldığı küme arasındaki çekişmeninmedya ayağını oluşturmaktaydı[12].Uzanlar, Kasım 2002 genel seçimlerinde Genç Parti'yi kurarak doğrudan siyasete dahil olmuş,hatta % 7.2 oy alarak birçok köklü siyasal partiyi geride bırakmışlardı. AKP hükümeti Uzanlar'ı bitirecek düğmeye basmakta gecikmedi.2003-2004 yıllarına yayılan bir operasyonla önce CEAŞ ve Kepez Elektrik'e,sonra İmar Bankası ve Adabank'a ve sonra da tüm Uzan şirketlerine el konuldu.Kemal Uzan ve oğullarından Hakan Uzan yurtdışına kaçtı, Genç Parti ve Cem Uzan ise bir süre daha 'faaliyetlerine' devam ettiler[13].Süreç içinde Uzan grubu tasfiye olmuş, Çukurova tasfiyenin eşiğine gelmiş, ancak Turkcell hisselerinin bir bölümünü satarak ve Yapı Kredi'yi Koç grubuna devrederek ayakta kalabilmiştir.

            Uluslararası pazarla en erken ve en geniş ölçüde bütünleşen sermayelerden biri olan Çukurova grubu, Pamukbank'ın fona devredilmesiyle, zincirleme borçlar nedeniyle büyük bir sıkıntıya düşmüş ve 'ulusalcı'' güçlerin önderliğine soyunmuştu. İki önemli bankasını kaybetmiş olmasına rağmen, Çukurova grubu büyük ölçüde Turkcell sayesinde 2002 sonrasında da en büyük gruplar arasında kaldı. Medya alanında, Doğan grubu gibi Çukurova da bir dizi yeni TV kanalını (Skyturk, Showmax, Showturk) hayata geçirdi. Digiturk bünyesindeki şifreli yayın kanallarının sayısını arttırdı; ayrıca Bilyoner, İddaa gibi elektronik kumar 'hizmetleri' başlattı. Bu sektörde özellikle Irak 'pazarına' ağırlık veren Çukurova, Kanada'lı Addax Petroleum ile kurduğu ortaklıkla, 2009 yılında K. Irak'ın TaqTaq bölgesinde petrol çıkarmaya başladı. Ayrıca, Irak'ta beş bölgede daha petrol arama ve çıkarma izni aldı[14]. Uluslararası siyasi ve ekonomik çıkarların çatıştığı bir coğrafyada, medya gücünü de seferber ederek etkili olmaya çalıştı. Mehmet Emin Karamehmet’in bankalara olan borçlarından ötürü TMSF, Çukurova Grubu’na ait 12 şirkete Mayıs 2013 ortasında el koydu. Show TV, Mayıs 2013’de Ciner Grubuna satıldı. Digitürk’ün satışı için ise görüşmeler devam etmektedir.

            Aydın Doğan 1979'da Milliyet gazetesini, 1994'te Hürriyet gazetesini aldı. 1990'ların ikinci yarısından itibaren medyanın alt sektörlerinde (haber ajansı, TV-radyo yayıncılığı vb.) birçok şirket kurdu ve giderek medya tekeli haline geldi. 2000 yılında özelleştirmede İş Bankası ile ortaklaşa aldığı Petrol Ofisi sayesinde enerji alanında da önemli bir güce kavuştu ve Türkiye'nin en büyük birkaç sermaye grubu arasına girdi. Grubun medya faaliyetlerini yürüten Doğan Yayın Holding (DYH), 7 günlük gazete (Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta, Fanatik, Refe­rans, Turkish Daily News) yayınlamaktadır. Türkiye'de 30 TV kanalı (Kanal D, Star, CNN Türk ve D-Smart bünyesinde 27 kanal), 4 radyo kanalı ve Avrupa'da 3 TV kanalı bulunmaktadır. Kasım 2002 seçimlerini izleyen dönemde AKP'ye açık destek veren ve Irak’ın kuzeyinde petrol pazarına odaklanan Doğan grubu, 2007 genel seçimlerinde de AKP'den yana tavır koydu. Doğan, 2008 yılında Ceyhan'da bir rafineri kurmak amacıyla Başbakan Erdoğan'la bağlantıya geçtiğinde, Başbakan Erdoğan'dan“Ben o işi bizim Çalık'a söz verdim” cevabını aldı[15].Başbakan Erdoğan'la Aydın Doğan arasında büyük kavganın sonucu gruba kesilen, toplamı 4.5 milyar dolara ulaşan büyük vergi cezaları oldu. Etkili yurtiçi ve yurtdışı ilişkilerine ve devam eden medya gücüne rağmen, 2009 yılı sonlarında Doğan grubu neredeyse tasfiyenin eşiğine geldi. Bugün ise hükümetin tehditleri karşısında büyük sermayenin diğer medya organları gibi uzlaşma içinde kalmaya çalışmaktadır.

            Ciner grubunun kurucusu Turgay Ciner[16], medya sektörüne 2000 yılında Dinç Bilgin'e ait Etibank'ın TMSF'ye devrinden dört gün önce,Bilgin'in elindeki Sabah grubu şirketlerine büyük ortak olarak girdi. Bu şekilde TMSF'nin eline geçmesi önlenen Sabah gazetesi ve ATV, Ciner grubuna aylık200 bin dolar karşılığında kiralandı[17]. Ciner, bir yandan (Mehmet Emin Karamehmet'le birlikte) Cumhuriyet gazetesine ortakoldu, bir yandan da medyada Doğan tekelini kırmaya çalıştı. 2005 yılında,TMSF, 433 milyon dolar bedelle Sabah-ATV grubunu Ciner'e sattı. Ancak, Ciner'in bu konumu kısa sürdü ve TMSF,Dinç Bilgin ve Turgay Ciner arasında 2002 yılında imzalanan ve iki patronun baştan beri ortak hareket ettiklerini gösteren gizli protokollerin ortaya çıkması nedeniyle2007 yılında Sabah-ATV şirketlerine el koydu[18]. Şirketler, daha sonra, yine tartışmalı bir ihale ile Çalık grubuna satıldı.             2007 yılında TMSF yolu ile Sabah, Ciner’in elinden alındı. 1 milyar dolarına el konan Ciner, sesini çıkarmama karşılığında Habertürk’ü kurabildi. Birçok şirketini TMSF'ye kaptıran Ciner'in yine de Tayyip Erdoğan'a  övgüler yağdırması, AKP hükümetinin medyayı ve sermaye gruplarını havuç-sopa politikasıyla denetlemekte başarılı olduğunu da göstermektedir.

            Doğuş grubu 1999'da NTV ve Kanal E'yi satın alarak medya sektörüne girdi. Grubun medya iştirakleri 6 TV kanalı (NTV, CNBC-E, NBA TV, NTV Spor, e2 TV, Kral TV), 7 radyo, 8 dergi (ve bir yayınevi (NTV Yayınları) içermektedir.Doğan ve Çukurova kadar olmasa da Doğuş grubunun da medyada etkili olduğu, ancak genellikle spesifik alanlarda (haber, spor, müzik) yer aldığı ve hükümeti kızdırmama konusunda en dikkatli grup olduğu söylenebilir. 

Çalık, AKP iktidarına en yakın sermaye gruplarından biri olarak tanınıyor.Başbakan Tayyip Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak, 2007 yılında, henüz 29yaşındayken Çalık grubuna CEO oldu.Grubun aynı yıl içinde kamu bankaları tarafından sağlanan kredi ileTMSF'den satın aldığı Sabah-ATV medya topluluğu ise neredeyse AKP'nin gayrı resmî yayın organı işlevini görüyor. Çalık, AKP iktidarının sağladığı olanakları en iyi bicimde kullanan ve TÜSİAD ile boy ölçüşmeye aday yeni sermaye gruplarının başında yer alıyor.

            İhlas da Türkiye'de 'İslami sermaye' denildiğinde önde gelen gruplardan biridir. Enver Ören[19], iktidara gelen partilere yakın durmaya daima özen gösterdi. Grubun önemli iştiraklerinden Kristal Kola, TGRT TV (Fox TV), İhlas Sigorta, İhlas Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı gibi şirketler satıldı.İhlas, AKP hükümetinden de önemli destek gördü. İhlaszedelerin alacaklarını ödemekte fazla acele etmeyen İhlas grubunun Türkiye gazetesi, Başbakan Erdoğan'a ve hükümete yönelik övgüleriyle dikkat çekmekteydi.

            Türk Medyasının Bugünkü Hali

            AKP öncesi Türkiye’de sansür vardı, istenmeyen haberler önceden engellenebiliyordu. Ancak, son on yılda daha kötüsü başladı. Önce Başbakan’ın danışmanları istenmeyen haberler için bizzat gazete yazarlarını arayarak, bilgilendirme adına baskı yapmaya ve bunun dozunu artırmaya başladılar. Başbakan’ın basın danışmanları ise medya sahiplerine ya da haber müdürlerine telefon ederek neleri yazıp-yazamayacaklarını dikte etmeye başladılar. Bu amaçla her bakanlıkta ayrı birim kuruldu. Bunu, sicili kabaran gazetecilerin işten atılması için baskılar izledi. Medyayı denetlemek için “Bankacılık ve Sermaye Piyasası” ve TMSF gibi düzenleme kurulları oluşturuldu.

           RTÜK, Gezi Parkı haberleri nedeni ile Ulusal TV ve Halk TV’ye ceza kesti. Haber müdürleri artık hangi haberi öne çıkarmak için değil, hangi haberleri vermenin tehlikeli olduğu ile ilgili toplantılar yapmaktadır. Başbakan’ın “ailemin şeref ve onuru ile oynayamazsınız” tehdidinden sonra çıkarılan kanun ile Başbakan’ın ailesi ve yakınları ile ilgili haberler verilemez oldu ve böylece akrabalarının başta kuyumculuk, hastane ve inşaat sektörü olmak üzere pek çok girişimi kamuoyu bilgisinden kaçırılmış oldu.

           AKP iktidarı döneminde siyasi iktidar tarafından muhalif yazılarından ötürü 7.000 gazeteci hakkında 17.000 dava açıldı ve şimdiye kadar 2.500 gazeteci bu davalardan dolayı hapse girdi ya da para cezası aldı.Bunların 13.000’i 10 bin TL.den başlayıp, milyonlarca liraya varan tazminat davaları idi.

            Türkiye’de Mayıs 2013 itibarı ile günlük ulusal gazete tirajı (spor, ekonomi ve magazin hariç) 4 milyon 467 bindir[20]. Bu tirajın %52.1’i AKP iktidarını destekleyen basın organlarına aittir. Büyük sermayeye ait (holding) gazeteleri (Hürriyet, Milliyet, Habertürk vs.) ise %36 (1 milyon 604 bin) tiraja sahiptir. Misyon gazeteleri diyebileceğimiz Aydınlık, Yeniçağ gibi gazeteler %4.5 (202 bin), küçük sermaye-vakıf gazeteleri (Sözcü, Cumhuriyet) ise %7.4 (328 bin) tiraja sahiptir.

          Büyük sermaye gruplarının öncelikli işi habercilik ya da halkın haber alma özgürlüğü değil devletle işlerinin bozulmamasıdır. Bunların devletle ihale kapmak ya da vergi cezası almamak gibi para işleri vardır. Örneğin, 2009 yılında Doğan Grubuna ödeyemeceği bir vergi cezası kesilmesi yanında, Deniz Feneri davasını takip ettikleri için Hürriyet ve Milliyet’e baskın düzenlendi. Hürriyet, Posta, Vatan, Milliyet gazetelerinin içi boşaltılarak, ezilmiştir. Taraf gazetesi ayrı bir konum taşımaktadır. Kürt sorununa çözüm diye Kandil’e ve Güney Afrika’ya giden, ‘AB bizi almasa da reformlara devam’ mesajı yayan pek çok gazeteci ise yabancı uzantılı TESEV, TÜSİAD gibi kuruluşlardan aldığı fonlarla kitap yayınlamakta, köşe yazısı yazmaktadır. Son zamanlarda Gezi Parkı olaylarına destek veriyor gibi gözüken bu yazarlar, yakın zamana kadar AKP iktidarı döneminde demokratikleşme olduğunu iddia ediyorlar, 2010 referandumunda Türkiye’nin dönüştürülmesine “Yetmez ama evet” diyorlardı.

            52 milyon seçmenin olduğu Türkiye’de tiraj sayısına göre 26 milyon medya okuru olduğu tahmin edilmektedir. Bunun diğer anlamı 26 milyon kişi medyadan haberi olmadan oy kullanmaktadır..

Sonuç

            AKP Hükümeti 2007 yılından itibaren rakiplerini ya tasfiye ederek ya da sindirerek otoriterleşme eğilimi içine girmiştir. Bunun için dışarıdan yönlendirilen kanallar ile polis yargı, üniversiteler ve TSK’ya örtülü operasyonlar yaptı. Eylül 2010 referandumu ile Anayasa’nın değiştirilmesi yeni hukuk düzeninin kurulması yani devlete hâkim olmak demekti. ABD ve AB’nin AKP iktidarına olan desteğinin arkasında; ılımlı İslam projesi, Kürt ve Kıbrıs politikalarında Batı çıkarları doğrultusunda açılımlar yanında küresel sermayenin beklentilerine uygun şekilde ekonomide istikrar, özelleştirmelerin devam etmesi, sıcak para politikasında süreklilik beklentisi vardı[21]. Türkiye'de şiddetlenen ve TSK, hükümet, yargı, medya gibi unsurların içinde yer aldığı karmaşık mücadeleler, basitçe laik-İslamcı çekişmesinin çok ötesinde, küresel sermayenin beklentileri ve bunun beraberinde getirdiği yapısal dönüşüm ihtiyacı çerçevesinde anlamlandırılabilir.

          Son yıllarda Türk medyasının en önemli işlevi zorunlu iktidar destekçiliği yanında, ABD ve AB adına algılama yönetimi, Irak’ın kuzeyindeki ihaleler karşılığı Barzani’nin Kürt devletine göz yumulması ve seçim hilelerinin örtülmesi oldu. AKP, siyasal hegemonyasına destek veren liberaller, bugün kendi yarattıkları canavardan korkmakta ve sonlarını görmekteler. ABD ve AB ile ittifak çoktandır bir yol ayırımında ama henüz Batı alacaklarının tamamını tahsil edebilmiş değildir.

           Özetle penguenlerin yaşamını seyretmeye devam edebiliriz.

 


* İstanbul aydın Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, @DocDrSaitYilmaz

[1]Mahdi Darius Nazemroaya: ArapDiktatörleri ve KüreselSermayeİttifakı, Global Research, (14 Şubat 2011)

[2]Kleptokrasi,bir ülkede iktidarı ele geçiren bir siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soymasıdır.

[3]Nurcan Törenli: Yeni Medya, Yeni İletişim Ortamı, Bilim ve Sanat Yayınları, (Ankara, 2005), s.180.

[4]Ilgaz Büyükbaykal: Günümüzde Türkiye'deki Televizyon Yayıncılığının GenelGörünümü”, İstanbul Aydın Üniversitesi Dergisi - Sosyal Bilimler, Cilt 1, Numara 7, (2011), s. 27.

[5]Halil Bezmen: Neden?,Literatur Yayınları, (İstanbul, 2006), s.19.

[6]Erol Üyepazarcı: TSKB'nin Öyküsü, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası Yayınları, (İstanbul, 1995), s.19-23.

[7]Mehmet Altun: Ortak Aklı Ararken, TUSİAD'ın ilk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, (İstanbul, 2009),s.334-5      

[8]Korkut Boratav: Bir Krizin Kısa Hikâyesi, Arkadaş Yayınevi, (Ankara, 2009), s.99.

[9]Özgür Öztürk: Türkiye'de Büyük Sermaye Grupları Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi, SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı- 29 Küreselleşme Dizisi – 13, (Mart 2010), s.231.

[10]Mustafa Sönmez: 2000'ler Türkiye'sinde AKP, Hakim Sınıflar ve İç Çelişkileri, İlhanUzgel ve Bülent Duru (Der.) AKP Kitabı, Bir Donuşumun Bilançosu icinde, Phoenix Yayınevi, (Ankara, 2009), s.184.

[11]Sönmez: a.g.e., (2009), s.180-1.

[12]Mustafa Sönmez:Filler ve Çimenler: Medya ve Finans Sektöründe Doğan/Anti-Doğan Savaşı, İletişim Yayınları, (İstanbul, 2003), s.24-8, 233-48.

[13]H. BahadırTürk: Şirket ve Parti: Genç Parti ve "Yeni Siyaset", İletişim Yayınları, (İstanbul, 2008), s.27.

[14]Ercan İnan: Vatan Gazetesi, (02.06.2009).

[15]Yavuz Selim Demirağ: Medyadaki Satış ve AKP'nin Vedası, Yeni Çağ Gazetesi, (23 Nisan 2011).

[16]U. Özdemir: Hürriyet,(20.08.2003)

[17]Sönmez: a.g.e., (2003), s.194-203

[18]Radikal:(02.04.2007)

[19]NevzatAtal - Erdal Şimşek: Sabah,(27.09.2006).

[20]Bu bölümdeki rakam ve bilgiler için kaynak; Mustafa Mutlu: Siyasal Şiddet ve Medya, İAU Siyasal Şiddet, Çatışma ve Terörle Mücadele Okulu, (18 Mayıs 2013)

[21]MerdanYanardağ: Operasyon Partisi, Destek Yayınları, (İstanbul, 2011), s.112.

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display