KKTC: Bağımsızlığının 30. Yılını Kutlarken Rumlarla Birleşmeyi Konuşmak

Yazan  08 Ocak 2014

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 15 Kasım 2013’de kuruluşunun 30. yılını kutladı. 21 Aralık 2013 ise Kıbrıs Sorunu’nun yani Kanlı Noel’in 50. yılı. Bağımsızlığının 30. yılı kutlamaları ile aynı günlerde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birleşme yönünde yeni tur müzakerelerin başlatılması da ciddiyet kazandı. Müzakerelerin 2008-2012 dönemindeki gibi değil, Annan Planı ile neticelenen 2002-2004 dönemindekine benzer olacağı görüşü de ağırlık kazanmaktadır. Bu yöndeki görüşün makul görülmesindeki temel etken de Kıbrıs denizinde hidrokarbon yatakları bulunmasının başı çektiği konjonktürel gelişmelerdir. Çıkarılacak doğalgaz ve petrolün Avrupa’ya daha az maliyetle ulaştırılması ile Kıbrıs için çözüm planı üretilmesi arasında zaruri bağ olduğu kanaati oluşmuştur. Gelişmelere Afrika’nın kuzeyi ve Orta Doğu’daki hareketliliğin coğrafi yakınlık nedeniyle Kıbrıs’ın önemine vurgu yapması da eklenebilir. Öte yandan Türkiye’deki iktidarın “yeniden Avrupa” şeklinde ifadesi mümkün olan bir dönemin işaretlerini vermesi de Kıbrıs’a yeni bir 2002-2004 sürecinin yaşatılacağı düşüncesine sebep olmuştur. Makalede Türkiye’deki iktidarın hangi iç gelişmeler ve dış politikadaki hangi olumsuz gelişmeler nedeniyle AB ile ilişkilerini ve müzakereleri canlandırma gereği duyduğuna ilişkin tartışmalara girilmeyecektir. Ancak Kıbrıs etrafında çıkan petrol ve doğalgazın iletiminde Türkiye’nin geçiş ülkesi olmaktan dolayı kazanacağı maddi gelirin Türkiye için önemli bir kalem sayılamayacağı başlangıçta belirtilmelidir. Makalede müzakerelerin yeniden başlaması Kıbrıs açısından değerlendirilecektir. Zira taraflar arasında anlaşma ile neticelenecek müzakereleri yürütülebilecekleri kanaatini oluşturacak türden bir yakınlaşma söz konusu değildir. Dolayısıyla “uzlaşı” ortamı da, anlaşma çıkarma potansiyeli de bulunmamaktadır. Hatta 2008’deki “liderlerin ideolojik yakınlığı” gibi cesaret arttırıcı unsurlar da ortada yoktur. Buna rağmen başlayacak müzakereler, Annan Planı benzeri “önceden yazılmış bir plan” ihtimalini doğal olarak gündeme getirecektir. Ancak şu aşamada tarafların başlangıç pozisyonu çok daha önemli görünmektedir. Zira Kıbrıs Türk tarafının 2002’ye ve 2008’e göre mevzi kaybettiği açıktır.

Öncelikle müzakerelerin yeniden başlamasına dönük çalışmaların resmi olarak 10 Eylül 2013’de başladığını belirtmek gerekir. KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’nun Sözcüsü Osman Ertuğ ile Rum lider Anastasiades’in müzakerecisi Andreas Mavroyannis ön hazırlık görüşmelerini yürütüyorlar. Amaçları, müzakerelerin esas konularını ve usulünü kapsayan “Ortak Açıklama Metni”nin içeriğini belirlemek. Daha bu aşamada ortaya çıkan anlaşmazlıklar, müzakerelerin başlayabileceği tarihin sürekli biraz daha ileriye atılmasına sebep olmaktadır. Türk tarafı, ortak metnin müzakerelere başlamak için ön şart olmaması gerektiğini ifade ederek süreci hızlandırmak istese de Rum tarafı görüşmelerin sağlam bir zeminde ilerleyebilmesi için ortak metnin ön şart olduğunda ısrar ederek sürecin kilitlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla müzakereler henüz liderler seviyesine gelememiştir.

Müzakereler Öncesi Anlaşmazlık Noktaları

Esasen 2008’den bu yana zaten “yeni müzakere” dönemi yaşanmaktadır ve dolayısıyla taraflar arasında sayısız görüşme ve Ban Ki Moon’un düzenlediği zirveler gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla “başlangıç adımı” belirlemek anlamsız bir zaman kaybı gibi görünmektedir. Ne var ki, Rum lider Anastasiades, geçmişte Hristofyas ile Talat ve Hristofyas ile Eroğlu arasında yapılan görüşmelerde üzerinde mutabakata varılmış konuları kendisi için bağlayıcı görmediğini ifade etmektedir. Halbuki Hristofyas-Talat görüşmelerinde varılan mutabakatlar, Hristofyas’ın da şimdi övündüğü gibi Rumlar açısından Annan Planı’na göre daha iyiydi. Örneğin Annan Planı’nda 11 olan merkezi devletin yetkileri 22’ye çıkarılmıştı. Bu noktada, Rum tarafının her zamanki “oyalama taktiği”nin devreye girdiği gündeme gelmektedir. Öte yandan bilhassa Denktaş döneminden sonra sonuç aldıklarına şahit olunan Rum taktiği de işletilmek istenmektedir. Bir önceki aşamada kazanım olarak gördüklerini korumak, lehlerine görmediklerini ise daha iyisiyle değiştirmek… Bu çerçevede, Rum tarafı “yeni” ortak metne, 1 Temmuz 2008’de Talat ile Hristofyas’ın üzerinde mutabakata vardığı “Tek egemenlik, tek vatandaşlık ve tek uluslararası kimliği” koydurmak isterken yine aynı liderlerin üzerinde anlaştığı ve dönemin BM Genel Sekreteri’nin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı İbrahim Gambari’nin açıkladığı ‘’Federal Hükümetin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti’’ ile “Bakir Doğum” ilkelerini metne koydurmak istememektedir.

Rum tarafının müzakere zemininde esaslı bir değişim planladığı veya süreci imkansızlaştırarak Kıbrıs sorununu askıda tutmayı sürdürmeyi niyetlendiği açıktır. Mavroyannis’in “çözüm”ü, “Bir devlet çatısı altında toprak bütünlüğü ve ulusal kimliği olan iki halkın beraber yaşamasıdır” şeklinde tarif etmesi bunun göstergelerindendir. Aynı şekilde Anastasiadis de muhtemel bir çözümün “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” federasyona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkacağı görüşünü savunmaktadır. Bu yaklaşım Papadopulos ve Hristofyas dönemlerinde de gündeme sık sık getirilmiştir. Kıbrıslı Türklerin hatalarından vazgeçerek tekrar “(Rum) Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısına dönmek istemesi ve Rum tarafının da bunu basit bir anayasal değişiklikle mümkün hale getirmesi anlamına gelen bu yaklaşım Türk tarafınca şiddetle reddedilmiştir. Muhtemel bir çözüm sonrasında yeni bir isimle yeni bir devletin ortaya çıkacağı hususunda BM Genel Sekreterleri’nin de müdahalesi ile uzlaşı sağlanmıştır. Nitekim Annan Planı’nda da yer alan “Bakir Doğum” bunu ifade etmekteydi. Talat-Hristofyas görüşmelerinde de 1 Temmuz 2008’de yeni devletin ismi “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak belirlenmiştir. Ancak unutulmamalı ki Annan Planı’nın referanduma sunulmasından önceki gece dönemin GKRY Başkanı Papadopulos, halkını Plan’ı reddetmeye çağırırken bu hususu vurgulayarak gözyaşları içinde “Halkım beni devlet başkanı seçti, ben cemaat lideri olmayı kabul etmem” diyordu. Dolayısıyla Anastasiadis’in Papadopulos diliyle konuştuğu açıktır. Belirtilmeli ki Makarios’dan bu yana tüm Rum liderler zaten aynı dili konuşmaktaydı. Türklerin azınlık olduğu görüşünden yola çıkan bu zihniyetin değişmesi de mümkün görünmüyor. Hristofyas da “Kıbrıs sorununun iki bağımsız devletin ortaklığıyla çözülmesinin imkansız olduğunu” söylemekte,[1] böylesi bir yolun KKTC’nin kısa bir zaman için bile olsa tanınmasına yol açacağını, bunu kabul edemeyeceklerini ifade etmektedir. Müzakereler açısından ise bir çözüm planı oluşturulmasının imkansızlığını göstermesi açısından bu yaklaşım önemlidir. Keza dışarıdan üretilecek bir plan da Papadopulos’un yaptığı gibi “hayır” çağrısı ile sonuçlanacaktır.

Anastasiades, Maraş’ı da ön koşul olarak öne sürülmüştür. Halbuki Maraş, sorunun başlangıcından bu yana kapsamlı çözümün parçası olarak görülmektedir. Dolayısıyla hakkında her ne çözüm üretilirse üretilsin bu, ancak işleyebilir, adil, kalıcı, kapsamlı çözümle birlikte hayata geçebilecektir. Anastasiades ise müzakerelerin başlayabilmesi için Maraş’ın hemen devrini istemektedir. Annan Planı’nda da devredilecek bölge olarak yer alan Maraş’ın yüzde 90’ının Lala Mustafa Paşa Vakfı ile Abdullah Paşa Vakfı’na ait Türk Vakıf Malı olduğunun ortaya konulmasından sonra müzakerelerdeki statüsünün farklılaşmasını beklemek gerekir. Vakfedilmiş bir malın “hiçbir şekilde devredilemez, satılamaz ve zaman aşımına uğrayamaz” nitelikte olduğu, 1878–1960 İngiliz Yönetimi ve 1960–1974 ortak Cumhuriyet döneminde yasal ve anayasal düzeyde tanınmıştır. Maraş’ın statüsünün Rum tezleri doğrultusunda görüşülemeyeceği, görüşülmemesi gerektiği açıktır. Ancak bugün artık Rum tarafı, Maraş’ın anlaşma ile devri noktasından anlaşma imkanını müzakere etmenin başlayabilmesi için hemen devri noktasına getirmiştir. Bu koşullarda müzakerelerin başlaması imkansız görünmektedir.

Rum tarafı AB’nin görüşmelerde aktif olmasını istemekte ancak Türk tarafı, mevcut adaletsizliği arttıracak öneriyi kesinlikle reddetmekte ve BM zemininden ayrılmayı kabul etmemektedir.

Öte yandan Ertuğ ve Mavroyannis’in sürdürdüğü ön hazırlık görüşmelerinde, müzakere yöntemi konusunda da uzlaşı sağlanamamaktadır. Rum tarafı takvime bağlanmış müzakereleri ve uluslararası konferans toplanmasını reddetmektedir. Türk tarafı ise bir bitiş tarihi olması gerektiğini, müzakerelerin sonsuza dek sürdürülemeyeceğini, bir anlaşma sağlamanın imkansız olduğunun anlaşılması durumunda her devletin kendi yoluna gidebileceği kabulüyle masaya oturulması gerektiğini savunmaktadır. Rum tarafı Annan Planı’nda olduğu gibi üçüncü birinin –hakem- uzlaşılmış ve uzlaşılamamış noktalardan bir plan üretmesine ve planlanmış takvime bağlılık nedeniyle –oldu-bitti yöntemi- referanduma sunulmasına karşıdır. Türk tarafı ise Rumların Türklerin çaresizlik duygusunun sürdürülen ambargolarla arttırılması yöntemi olarak kullandığı “müzakereleri zamana yayma” taktiğinin önüne geçebilmek için takvim yöntemini istemektedir. Bu çerçevede Ocak 2014’de anlaşılan konuları “Uluslararası Konferans”a taşımak ve Mart 2014’de de referanduma gitmek hedeflenmektedir. Ancak belirtilmeli ki bu hedef 2012 için de konulmuştu. 9 Temmuz  2011’de KKTC’yi ziyaret eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yeni politikanın hedefini şöyle koymuştu: “Yıl sonuna dek çözüm, 2012 başında referandum ve AB dönem başkanlığını Birleşik Kıbrıs’ın üstlenmesi.” Başbakan Erdoğan da bu çıkışın bir hükümet politikası olduğunun altını çizmişti. Takvim yöntemi ve uluslararası konferans o zaman da kabul görmemişti, “Temmuz 2012’ye dek çözüm bulunmazsa B Planı’nı devreye sokar, kendi yolumuza gideriz” sözleri de havada kalmıştı… Nitekim bu denli “güçlü ve iddialı” açıklamalara rağmen şimdi yeniden müzakere çağrısı yapılmaktadır. Açıkça ortada ki, “takvim şartı” olmazsa olmazdır ancak sadece takvim yeterli olmayacaktır. Öngörülen takvim planı içerisinde bir uzlaşının sağlanamaması durumunda ya da yeni bir referandumda 2004 benzeri bir sonuç alınması durumunda KKTC’nin kendi yoluna gidebileceğinin açık bir ifadeyle belgelerde yer almasının sağlanması gerekmektedir. Aksi takdirde Kıbrıs Türklerinin, Annan Planı’nda olduğu gibi bir kez daha kandırılmasına aracılık edilmiş olunacaktır.

Müzakereleri Canlandıran Politikalar

Görüldüğü üzere uzlaşı ortamının bulunmadığı, müzakereleri başlatmaya yetecek kadar dahi yakınlaşmanın sağlanamadığı, temel konularda ciddi yaklaşım farklılıklarının hatta zıtlıklarının bulunduğu bir süreç söz konusudur. Ancak bu koşullarda müzakerelerin başlayamayacağını savunmak da mümkün değildir. Hatta başladığında 2008-2012 süreci gibi değil de 2002-2004 süreci gibi ilerleyeceği iddia edilebilir. Bir kere müzakerelerin başlaması için önemli siyasi hamlelerde bulunulmuştur. Bunların en önemlilerinden biri, Kıbrıs Türk ve Rum görüşmecilerin çapraz olarak Ankara ve Atina’yı ziyaret etmeleri konusunda Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları’nın New York’da 23 Eylül 2013’de anlaşmaya varmalarıdır. Rum tarafının bugüne dek sağlamak istediği doğrudan görüşme fırsatına nihayet kavuştuğu söylenebilir. Rum tarafı her zaman “işgalci” Türkiye ile doğrudan görüşmek istemiş, Kıbrıslı Türklerle yapılacak müzakereyi anlamsız bulduklarını ifade etmişlerdir. Nitekim Rum tarafına göre bir anlaşmanın sağlanabilmesi için, Türk askerinin çekilmesi, “yerleşik” olarak ifade edilen 1974 sonrasında Türkiye’den Ada’ya gelerek yerleşenlerin geri gitmesi, Garantörlük Anlaşması’nın geçersiz kılınması ilk aranacak hususlardır. Bu konuların da ancak Türkiye ile doğrudan görüşülmesi gerekmektedir. Kuşkusuz ki böylesi bir yöntem Ada’nın ve Kıbrıs Cumhuriyeti isimli devletin varlığını sağlayan hukuka yani Londra ve Zürih Anlaşmaları’na aykırıdır. Doğrudan görüşme yapılmamış olsa da istedikleri tüm koşulların Annan Planı’nda sağlandığı da bir vakıadır. Annan Planı’na göre Türk askeri aşamalı olarak çekilecekti, 74 sonrasında Ada’ya gidenler geri dönecekti, Garantörlük Hakkı’nın devamına gerek olup olmadığına da üç yılda bir yapılacak toplantıda karar verilecekti.  Üstelik Maraş, DipKarpaz ve Güzel Yurt verilmişti, iki kesimlilik ilkesinin de AB müktesebatındaki serbest dolaşım hakkı gibi hususlar nedeniyle işletilemeyeceğini AB açıklamıştı. Ancak Annan Planı, Rum kesiminde reddedildi. Neredeyse tüm partiler de “hayır” çağrısında bulunmuştu. Temel sebebi de yukarıda değindiğimiz ortak devletin “Bakir Doğum” yöntemiyle ortaya çıkacak olmasıydı.

Çapraz görüşmeye dönecek olursak Mavroyannis, Ankara ziyaretinde gündeme getireceklerini şöyle sıraladı: Türkiye’nin AB müzakere sürecindeki blokajlarını kaldırma karşılığında Ankara’nın Ek Protokolü uygulamasını, Maraş’ın BM’ye devrine mukabil de kendilerinin, Gazimağusa limanı üzerinden AB’yle ticarete başlamasını kabul edeceklerini söyledi. Dolayısıyla bir ara formül zamanında Finlandiya tarafından (Fin Önerisi) ve daha sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından gündeme getirilen “Türkiye limanlarını GKRY bandıralı uçak ve gemilere açsın-GKRY Gazimagusa Limanı’ndan ticarete izin versin” denklemi bir kez daha Türk tarafının önüne konulacaktır. Ancak bu kez öneri Ankara’ya sunulacaktır. Yine Maraş’ın “kapsamlı çözüm” dışında ele alınması ve müzakereler öncesinde devri de önerinin diğer parçasıdır. Türkiye’nin bugüne dek GKRY ile doğrudan görüşmeyi reddetmesine ve Rum tarafına “Gidin Kıbrıslı Türklerle görüşün” demesine, karşı karşıya sadece dörtlü zirvelerde gelebileceklerini iletmesine rağmen bu kez doğrudan görüşmeyi kabul etmesi Rum tarafını sevindirmiştir. -Anastasiades, BM Genel Kurulu’nda bu konu için Türkiye’ye özel olarak teşekkür de etmiştir. – Türk tarafında ise zaten belli süredir varlığını koruyan şüpheleri derinleştiren bir rahatsızlık yaratmıştır. Şüphelerin giderilmesi ve Rum tarafının Kıbrıslı Türkleri bir kez daha yıpratmasına ve Türklere karşı bunu kullanmasına izin vermemek bakımından söz konusu çapraz görüşmenin aynı koşullarda gerçekleşmesini sağlamak gerekmektedir. Yani Türk temsilciye Yunanistan’da gösterilecek sempati ve ilginin üzerine çıkılmaması elzemdir. Rum basınına dahi yansıyan Erdoğan-Eroğlu ilişkilerinin iyi olmadığı yönündeki yorumlar zaten şimdiden zarar vericidir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Eric Rubin’in Ada’ya düzenlediği ziyaretler de süreci tetikleyici unsurlardan görünmektedir. Bundan başka Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun İngiltere’de mevkidaşı William Hague ile görüşmesinde “Biz Kıbrıs’ta bir fırsat penceresinin açık olduğunu düşünüyoruz. Müzakereler bir önce başlasın 2013 altın yılı heba edilmesin… Türkiye her türlü adıma açıktır.”[2] açıklamasını yaparak Hague’den sürecin hızlandırılması konusunda yardım istemesinde olduğu gibi Türkiye yetkililerinden müzakereleri başlatmaya dönük pek çok açıklama gelmektedir. AB ile ilişkiler bağlamında yapılan açıklamalarda mutlaka Kıbrıs müzakerelerine atıf yapıldığı da gözlenmektedir. Dolayısıyla 2002 sürecindeki gibi AB ile müzakereler ile Kıbrıs arasında doğrudan bağlantı kurulduğu açıktır.

Tarafların ciddi görüş ayrılığına rağmen müzakereleri başlatmak yönünde atılan siyasi adımların en önemlisi ise kuşkusuz Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında yaptığı açıklamadır. Burada “Annan Planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-Moon planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da süratle atalım ve neticeye varalım, diyoruz."[3] demiştir. Bu açıklama, öncelikle Annan Planı’nın taraflardan birinin kabul etmemesi durumunda kendi kendini geçersiz kılan hükümleri nedeniyle ilginçtir. Bu hüküm pekala 2004 referandumu sonrasında KKTC’ye birleşmeyi dayatmayan yeni bir yol açmak için de kullanılabilirdi. Kullanılmadı. Açıklama Annan Planı gibi bir planı hazırlaması için Ban Ki Moon’a yapılan çağrı bakımından da ilginçtir. Bu yönüyle 2002-2004 sürecinin tekrarlanacağı kuşkusunu uyandırmaktadır. “Kuzey Kıbrıs’a gerekli telkini yaparız” kısmı da bunu kuvvetlendirmektedir. Açıklama, en çok da Erdoğan’ın daha önceki Temmuz 2012’ye dek çözümün bulunmaması durumunda Türkiye’nin müzakerelerin belirsiz bir zaman takvimiyle sonsuza dek sürmesine izin vermeyeceği ve B Planı’nı devreye sokacağı yönündeki açıklamaları nedeniyle ilginçtir. Ekim 2013 itibariyle tekrar Erdoğan’ın bir B Planı olduğu bahsinin gündeme gelmesi[4] de “O halde neden Temmuz 2012’de devreye sokulmadı?” sorusuna sebep olmaktadır. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun konuyla ilgili KKTC yönetiminin böylesi bir plandan haberi olmadığını ifade etmesi de Erdoğan’ın “Ban Ki Moon Planı” odaklı açıklamasının bir diğer ilginç yönüdür. Eroğlu, “Şimdi yeni bir plan ortaya çıkar mı, çıkmaz mı? Bu konuda görüşme masasında bize gelen herhangi bir öneri veya bilgi olmamıştır. Sayın Tayyip Erdoğan herhalde Güney’in ısrarla masaya gelmemesini, dikkate alarak böyle bir görüş ortaya koymuştur. Böyle bir plandan doğrusu bizim haberimiz yok.” açıklamasında bulunmuştur. Temmuz 2012-Kasım 2013 süreci dikkate alındığında B Planı hakkında ya gizli bir şekilde zemininin hazırlandığı ya da sadece Rum tarafını masada çözüme zorlamak için dile getirildiği söylenebilir. Birinci ihtimal ancak KKTC yönetiminden dahi gizli bir zemin hazırlığı olabilecekse gerçekçi olabilir. Kaldı ki Annan Planı döneminde Kıbrıslı Türklere “Evet” demeleri, “Evet” dedikleri takdirde KKTC’nin tanınması için tek tek her ülkenin ziyaret edileceği yönünde verilen sözlerin, uygun bir zemin ve konjonktür olmasına rağmen neden tutulmadığı sorusu hala cevapsızdır. İkinci ihtimalde ise “Neden?” sorusu cevaplanamamaktadır. 2008-2012 sürecinde ulaşılmak istenen hedef, “Çözümün olamayacağı anlaşılsın ve Türkler kendi yollarında ilerleyebilsin” idiyse bu hedefe Annan Planı’nda ulaşıldığında fırsatın neden değerlendirilmediği sorusu yine gündeme gelmektedir. Bu durumda yeni bir ihtimal olarak Ada’da çözüme yönelik baskıyı arttırma ve tıkanan AB sürecinin önünü açma amacı gündeme gelmektedir… Bu durumda Erdoğan’ın 24 Temmuz 2011’de KKTC ziyareti öncesinde söylediği ve yine orada da tekrarladığı “Çok açık net söylüyorum, mesela benim kitabımda artık Güzelyurt yok. Annan Planı’ndaki gibi Güzelyurt’a bakmıyorum. Güzelyurt tamamen Kuzey Kıbrıs’ındır. Karpaz’da zaten en ufak oynama yapılamaz. Onlar ibadet yapmaya gelmek isterlerse gelsinler. Daha farklı oturacağız masaya. Onlar hala Annan Planı’nın üzerine biz daha ne alırızı konuşuyorlar. Kusura bakmasınlar geçti o. Biz çok açık ve net söylüyoruz. Bir defa iki kesimli, eşit statüde ve iki devletli bir yapı kabul edilebilir olmalı. Kabul ettiler etmediler, artık kendileri bilir…Maraş’ın açılması konusu daha çok beklerler. Bu Türkiye burada olduğu sürece Kuzey Kıbrıs’ın bir garantörü olarak, daha çok beklerler. Çok açık söylüyorum bizim orada şehidimiz var, bizim orada gazimiz var. Biraz asker çekseniz olmaz mı? Hayır, asker de çekmeyiz. Biz hepsini Annan Planı’nda çok açık, net ortaya koyduk. Annan Planı’nda da asker çekmeyi kabul ettik. Bunlar ona bile yaklaşmadı, onlar kaybetti.”[5]sözleri de herhalde Rumlar üzerinde baskı oluşturma niyeti taşıyordu. Ancak belirtelim Kıbrıs Türkü büyük ölçüde inanmıştı. Türkiye’deki liderlerin aynı konuşma içinde ya da farklı zamanlarda Türkiye’ye başka, Avrupa’ya başka, KKTC’ye başka mesajlar vermesine alışık olmamaları da Türkiye ile KKTC halkı arasında güven probleminin doğmasının/ derinleşmesinin nedenlerinden biri olarak kaydedilmelidir. Nitekim 24 Temmuz açıklamasının devamı “Şimdi aynı şartta olur mu, yeniden onu da konuşmamız lazım. Bunların hepsi şimdi yeniden konuşulacak.” şeklinde bitiyordu.

Müzakerelerin başlaması hızlandıran gelişmelerden biri de Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu (KTFF) ile Rum Futbol Federasyonu (KOP) heyetleri arasında Zürih’te imzalanan “Kıbrıs Futboluna İlişkin Geçici Düzenleme” anlaşmasıdır. İki federasyon, 1955'ten sonra  ilk kez Aralık 2012’de resmi bir toplantıda bir araya gelmişti. KTFF Başkanı Hasan Sertoğlu, iki yıldır görüşmelerin sürdüğünü ifade etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’deki ya da KKTC’deki yetkililerin bu son gelişmeyi şaşkınlıkla karşılama lüksleri bulunmamaktadır. Meselenin Rum tarafınca nasıl algılandığının analizini yapmak da gereksizdir. Zira Kıbrıs Rum Futbol Federasyonu Başkanı Kostas Koutsokoumnis, 18 Kasım 2013’de toplanan KOP Yönetim Kurulu toplantısından sonra Radio Proto'ya yaptığı açıklamada zaten yaşananları “Kıbrıs futbolunun ve adadaki yönetimin yeniden birleşmesi” olarak tanımlamış ve “Bu anlaşma ile kötüyü engelledik. Sırbistan'da uyudular, Kosova'nın bir gün kendi yönetimleri altına gireceğini düşündüler ama gün geldi UEFA Kosova'ya dostluk maçları için izin verdi. Biz bu anlaşma ile Kıbrıs Rum  futbolunun çıkarlarını koruduk.” demiştir. Nitekim anlaşmanın KOP’ta derhal onaylanmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde FİFA’nın 2008’deki KOP’a yönelik Kıbrıs Türk takımlarının şampiyonalarda yer alması çağrısının uzun vadede Kıbrıs Türk takımları için dostluk maçlarına izin verilmesi gibi yeni tür çözüm arayışlarına dönüşeceği düşünülebilecektir. En azından KOP’u harekete geçirenin böylesi bir ihtimalden duyulan çekince olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Koutsokoumnis aynı açıklamasında antlaşmanın hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğini, ya olduğu gibi kabul edileceğini ya da reddedileceğini ifade ederek Sertoğlu’nun antlaşmada değişiklik yapılması beklentisini boşa çıkarmıştır. Kuşkusuz ki KKTC kulüplerine uluslararası hukuka aykırı olarak uygulanan uluslararası alanda maç yapma yasağının ve spordaki izolasyonun kaldırılması gerekmektedir. Ancak yolu Papadopoulos’un “osmosis” (içimizde kaynatma, eritme) yönteminden geçmemeliydi. Nitekim bundan sonra KKTC kulüplerinin dostluk maçları yapması dahi KOP’un iznine bağlı olacaktır. Bunun benzeri Yeşil Hat Tüzüğü ile yaşanmıştı. KKTC menşeili ürünlerin AB’ye satılabileceği müjdesi ile gündeme gelmiş ancak sadece Rum Gümrüğü’nün mührü ve kabulü ile KKTC adı kullanılmadan güneye satış yapılabilmesi şekline bürünmüştür. Müzakerelerin yeniden başlaması öncesinde yaşanan bu durum, Kıbrıs Türkü adına gereksiz bir tavizin daha verildiğini, müzakerelerde eşitliğin bir açıdan daha bozulduğunu göstermektedir. Kıbrıs Türkünün çaresiz bırakılması da, çaresizliğine inandırılması da hatadır. Hem gerçek dışıdır hem de masada Kıbrıs Türkünün elini zayıflatmaktadır.

Sonuç Yerine

Müzakerelerin yeniden başlayacağına kesin gözüyle bakılabilir. Gelişmeler tarafları bir anlaşmaya zorlayacak türden bir sürecin habercisidir. Türk kamuoyu, Kıbrıs’ın denizlerinde bulunan 7 trilyonluk hidro karbonun çözümü zorunlu hale getirdiği, bu noktadan sonra çözümün ekonomik çıkarlar için artık bir araç olduğu yönünde enformasyon ile yeni tur görüşmelere son iki yıldır zaten hazırlanmaktaydı. Gerçekten de çalışmalar, Kıbrıs etrafında çıkarılan hidro karbonun deniz altından döşenecek borularla Yunanistan’a ulaştırılması ya da likit halde tankerlerle taşınmasına göre Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasının hem daha az masraflı hem de daha kârlı olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan kaçınılmaz olan bu formülün uygulanabilmesi için de GKRY-Türkiye ilişkilerinin “tanıma” anlamına gelen bir değişiklik gerektirdiği açıktır. Rum basınında “Erdoğan’ın B Planı” temasıyla yer alan ve Türkiye’nin GKRY’yi mevcut toprakları ile tanıması gibi bir formülün bu konuyla ilgili olduğu düşünülebilir. Karşılık bulmayacağı da kesindir. Dolayısıyla şimdi dünyanın geri kalanını da ilgilendiren Kıbrıs’la ilgili bir sorun daha vardır ve eski sorundan ayrı çözülmesi mümkün görünmemektedir. Sorunun çözülmesinde de geçiş ülkesi olacak Türkiye’den ziyade daha istekli olacakları kesin olan neredeyse 10 misli kâr etmeyi tercih edecek GKRY, İsrail, ABD, haliyle çok uluslu şirketlerin ve tüketici ülkelerin daha tavizkâr olması gerekmemekte midir? Türkiye’nin AB üyeliği müzakereleriyle Kıbrıs’ın bağlantılandırılması ise pek çok sebepten ötürü inandırıcılığını yitirmiştir. Geriye ise 2002’deki bilinmezliğini koruyan sebepler kalmaktadır.

 


[1] Kıbrıs’ta barış engellenemez, Kıbrıs Gazetesi, 17 Kasım 2013

[2] Müzakereler bir an önce başlasın, Kıbrıs Gazetesi, 21 Kasım 2013

[3] Kıbrıs’ta erken çözüm istiyoruz, Kıbrıs Gazetesi, 8 Kasım 2013

[4] “Prosedür Daha Başlamadan Başarısızlığa Hazırlanıyor ve Sahte Devletin Yükseltilmesini Döşüyorlar… Ankara ve Uluslararası Oyuncular Anlaşma Olsun veya Olmasın Her şeyi Marta Kadar Bitirmeyi İstiyor”, Fileleftheros, 13 Ekim 2013; “Türk Evrimsel Çözüm Paketi… Nihai Çözümü Kendi Şartlarıyla Hükme Bağlıyor”, Simerini, 13 Ekim 2013; “Davutoğlu Eroğlu’na Baskı Yapıyor… Mavroyannis ve Ertuğ Ortak Açıklamada Çözümün Zeminine İskele Kurdu”, Kathimerini, Ekim 2013;

[5] Erdoğan: Şartlar değişti, artık iyilik yok, NTV, 19 Temmuz 2011, http://www.ntvmsnbc.com/id/25233423/

 

Gözde Kılıç Yaşın

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display