Ulus Devlet Ayaklarımızın Altından Kayıyor mu?

Yazan  10 Haziran 2013
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından 06.04.2013 tarihinde gerçekleştirilen Küreselleşme ve Ulus Devlet Konulu Toplantının Deşifre Metni - Konuşmacı: Şengül Hablemitoğlu

Şengül Hablemitoğlu:

Ulus Devlet konusuna değinmeden, küreselleşmeyi anlatmak çok zor olacak. Bu konuyu sosyal-psikolojik boyutlarıyla ve güncel örnekleriyle tartışmak ve sizlere aktarmak istiyorum. Küreselleşmenin çıkış noktası şöyle olmuştur; dünya küçülecek, herkes istediği gibi bir yerden bir yere rahatlıkla hareket edebilecek. Ben bu konuda ilk çalışmaya başladığım zaman, benden büyük hocalarım özellikle sosyal bilimciler, küreselleşmeyi heyecanla karşıladılar. Dediler ki, “dünya küçülecek, sınırlar ortadan kalkacak, insanlar istedikleri gibi hareket edebilecekler” gibi olumlu yanlarını görmeye başladılar. Oysa dünyanın küresel bir köy olacağı koca bir yalan. Bunun da ne kadar büyük bir yalan olduğunu tüm yaşadıklarımız tek tek gösterdi. Sevimli gösterilmeye çalışılan küreselleşmenin gerçekte bizi ne hale getirdiğini görmekteyiz.

Aslında küreselleşme şimdilerde biraz boyut ve şekil değiştirdi. Adına da “Küreselleşme” gibi bir kavram verildi. Küreselleşme yapı değiştirmeye başladı. Bu süre içinde ne olduğu çok önemli. Bizim kolektif kimliklerimizin ve bizi biz yapan bir takım değerlerimizin ne kadar gereksiz olduğu vurgulanmaya başlandı. Bunu artık çok yakından görüyoruz ve artık bu bu durum bir şekilde içselleştirildi. Kendi derslerimde de arkadaşlarımla bunu konuşurum örneğin, televizyon izleyemez hale geldik. Ya mahalle kahvesinin, yanlarında elit kaldığı insanların toplandığı futbol programlarını izlemeye mecbur kalıyoruz ya da birbiriyle yan yana gelmesi mümkün olamayan kimlikleri yan yana getiren bazı tartışma programlarını. Bunları da geçiyorum, bir takım yarışma programları yapılıyor. Bu artık klişe gibi geliyor ama öyle değil. Çünkü ciddi bir görsel ve zihinsel kuşatma ile karşı karşıyayız. Bu durum uzun süredir tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaşanıyor. Ama son on yıllık süreçte ve geçirdiğimiz son beş yılda çok hızlandı ve artık hadsizlikte bir sınırsızlık var. Öyle kötü bir şey ki yüzyıllardır bel bağladığımız, benim özellikle üzerinde durduğum, millet ve sığındığımız aile kavramlarının köküne kibrit suyu döküldü resmen. Yani çatırdayan kurumlar haline geldi. Millet dediğiniz zaman rahatsız olan insanlar var ve tepki görüyorsunuz bu kavramı kullandığınız zaman. Toplumsal dayanışma yerini fırsatçılığa bıraktı. Nasıl bir fırsatçılık? Kardeşinizle, eşinizle, sevgilinizle, kız arkadaşınızla, komşunuzla bile kuracağınız ilişkinin bir çıkara dayalı olması gerektiğine dair bir algı yaratıldı insanlar üzerinde ve samimiyet insanlar arasında yerini yüzeyselliğe ve kısmî ilişkilere bıraktı. Bunu destekleyen demografik hareketlilikler oldu güya onlar çok istediğimiz hareketliliklerdi. Nedir? Bir insanın kalkıp bir yerden bir yere gidip orada çalışabilme olanaklarının olması. Ama o öyle değil. İnsanların dolaşmalarını mümkün kılmayan ülkeler arasında camdan sınırlar var. Hele ki üçüncü dünya mensubu bir yurttaşsanız, hele ki az gelişmiş bir ülkenin vatandaşıysanız o sınırlarla pat diye yüz yüze kalıyorsunuz hareketlilik gerçekleştirmek isterken. Bundan etkilendi kimliklerimiz, ruhlarımız, bedenlerimiz. Bedenlerimiz etkilenmesi de şöyle oldu, bundan kendimizi ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım bildiğimiz erkek fizyonomisi, bildiğimiz kadın fizyonomisi değişmeye başladı. Bize özgü olan Türk kadını Türk erkeği tipi değişmeye başladı. Bunlara yönelik bir takım takma kavramlar geliştirildi. Örneğin, çok kulağımıza ilişen “metroseksüel erkek”, çalışan “sex and the city” tarzında yaşayan üst sosyo-ekonomik düzeyin mensubu kadınlar, özgür ve çalışma yaşamına dâhil olabilmiş kadınlar ya da işte umutsuz ev kadınları. Bir takım hem bedenlerimize hem ruhlarımıza yönelik ciddi değişimi tetikleyen ve bunu tahrip eden bir durumla karşı karşıyayız. Bu bilinmezliğin ne olduğunu birazcık vurgulamakta da yarar var.

Küreselleşme dediğimiz şeyin arka planı, post-modern kültürdür. Post-modern kültürü her şey destekliyor; reklamlardan tutun internete kadar ki internet post-modern kültürün yayılmasının en kolay aracı. Artık yüz yüze iletişimden vazgeçen insan, kendisine yeni sosyal kapitaller elde edebileceği alanlara yöneldi. Sosyal kapital dediğimiz şey, bizim eski zamanda yaşadığımız köy meydanında toplanan insanların yaptıkları sohbetlerin artık internet üzerinde yürütülmesidir. Geçmişin çeşme başı sohbetleri artık yerini twitter’a, facebook’a ya da anlık iletişimin hemen sağlanabileceği yerlere bıraktı. Şimdi o kadar çok boyutlu bir etki var ki bu hareketsiz yaşam dediğimiz bir şeye de yol açtı. Sizin zihninizi tutsak eden bu yapı, bedeninizi de tutsak ediyor. Bu hepimiz için geçerli. Örneğin ben sabah kalkıp fakülteye gittiğim zaman bilgisayarımı açtığımda internet yoksa eyvah diyorum. Bu günümü nasıl geçireceğim, nasıl haberdar olacağım, nasıl insanlara ulaşacağım, gelen e-postaları nasıl kontrol edeceğim ve ne yapacağım? Böyle kalıyorsunuz. Oysa siz az önce özgeçmişimi okudunuz, bu insanın hoşuna gidiyor gururu okşanıyor. 1996 yılında, doktoramı yaptığımda çok uyduruk bir bilgisayarım vardı ve fakültede bölümde “Mil-Tab”(?) dediğimiz bir istatistik paket yazılımı vardı, sayfalar dolusu çıktı alıyordunuz ve onunla istatistik çalışma yapabilmeniz mucizeydi. Şimdi SPSS’ in on yedinci mi yirminci mi sürümüne ulaşmışız. SPSS olmazsa yaptığınız hiçbir çalışmanın sayısal değerlerini yorumlayamıyorsunuz. O hale geldik. Bu bir bağımlılıktır tabi. Hem sizi sağlıksızlaştırıyor hem zihninizi kuşatıyor ve kontrol ediyor hem de sizi bağımlı hale getiriyor. Vazgeçilmez bir şeye dönüştü. Küreselleşme çok şanslı. Onu yaymanın o kadar güzel araçları var ki, post-modern kültür bunu sağlıyor. Giddens’ı biliyorsunuz. Tony Blair’in danışmanlığını yapmıştı. Giddens bir çalışma yapıyor, küreselleşme ile ilgili çok da güzel kitapları var. Afrika’nın bir köyüne gidiyor ve karşılaştığı şeyi yazmış kitabının birinde. Antropolijik bir çalışma yapmak için gidiyorlar, kalabalık bir grup. Çalışma yapmak üzere gittikleri köyde de bir seremoni var akşam bir şey için tören yapılacak diye düşünüyorlar ve insanların toplandığı yere bir gidiyorlar ki “Temel İçgüdü” nün akşam toplu gösterimi varmış onun için tören yapılıyormuş. Yani şimdi yerellikten de bir uzaklaşma yerelin de yok edilmesi, dönüştürülmesi sürecinden geçiyoruz. Şimdi ben buraya bir takım şeyleri koydum. Biz çok eleştiriyoruz küreselleşmeyi. Ben en azından kendi adıma söyleyeyim, aileye, kadına, çocuğa yaptıklarını çok fazla eleştiriyorum ve haklı olduğumuz çok fazla nokta var. Çünkü bize alışkın olmadığımız bir yaşam kültürünü enjekte etti ve buna alışmamızı sağladı. Hepimizin vazgeçemediği şeyler var. Akıllı telefonlardan sanırım kimse vazgeçemiyor. Öyle değil mi?  Burada akıllı telefonu olmayan yok galiba. Aramızda kullanmayan var mı? Çok özür dileyerek söylüyorum, benim kızlarım şöyle diyorlar; çekilin yaşlı geliyor! Bazen ben de onlara uymaya çalışıyorum, sosyal medyayı kullanmaya çalışıyorum. Ama bazı programları telefonuma indiremediğim zaman “gel dinozor bizden yardım istiyorsun” diyorlar. Bu şekilde etiketleniveriyorsun. Böyle yaftalanınca böyle etiketlenince de bu sizin kaçamayacağınız bir şey haline geliyor. Yani küreselleşme hakikaten teknolojik olanaklarıyla çok güzel bir şey. Google Earth’ ten girip dünyanın herhangi bir şehrini, binaların kapı numaralarına kadar görerek gezmeniz çok kolay. Bir para harcayıp, bir şekilde uçağa binip, vizeyle pasaportla uğraşıp da gitmenize gerek kalmadan bunu yapabiliyorsunuz. Ama eleştirdiğimiz yanlarının telafisi mümkün değil. Çünkü insanı yok eden, insanı güçsüzleştiren bir şey küreselleşme ve nasıl güçsüzleştirdiği ilişkili de yine konuşalım istiyorum. Bir de şöyle bir şey var. Belki onu siz de söylersiniz. Batı sömürgeciliğinin yani kolonizasyonun devam etmesini de sağlayan bir şey oldu küreselleşme. Batı sömürgeciliği devam ediyor, batının modernitesini sürdürmenin de yeni biçimi oldu küreselleşme. Bir de şöyle bir algı var ben ona da değinmek istiyorum. Küreselleşme insana ait olan, insanı insan yapan değerleri,  insanı bir arada tutan, insanın yapıştırıcısı olan bir takım değerleri ve kavramları da sembolleştirilerek pazarlanmasını sağladı. Mesela, şimdi yerel kültürlere çok değer verdiğini söylüyor. Bir anda onlar öne çıkıyor. Nedir onlar? Hindu meditasyonu gibi şeyler. Adam Ferrari’sini satan adamın mutluluğunu anlatıyor. Ye, iç, dua et, sev gibi bir kitap çıktı, filmi yapıldı. Tam bir post-modern kültür pazarlama unsuru. Gençlerden ve aramızda benim gibi orta yaşlılardan izleyen var mı bilmiyorum ama mutsuz insana sunulan bir tüketim ürünü. Meditasyon yapın, Hindu kültürünü gidin tanıyın diye. Ama bunun yayılmasını sağlamıyor. Bunun tüketilebilir bir ürün haline gelmesini sağlıyor. O sınırların dışına çıkmasına sadece bir ürüne dönüştüğü zaman izin veriyor. Bütün dünyaya yayılabilir bir hale gelmesine izin vermiyor. Yani batılı bünyeye küreselleşme ancak tüketilebilir bir ürün haline geldiği zaman bu tür yerel değerleri kabul edebiliyor. Mesela Amerika’da bir Hintli düğününü izlemek büyük olay. Ne kadar güzel, yerel yemekler tüketilsin ama sadece o nokta da kalıyor. İnsanlar o kadar rahat koşullarda yaşamıyorlar, çalışamıyorlar ve yerel kültürü bir etnik moda olarak algılıyor küreselleşme. Şimdi kültürel fikirlerin düşüncelerin ve ürünlerin üçüncü dünyaya doğru bir akışı var. Batı kültürü akıyor. Hiçbir zaman Çinli bir Madonna görmedik değil mi? Hindu bir Michael Jackson yok yani. Ama oraya doğru bir akış var. Sanıyorum bir Urdu şiiri yayılsın da çok bilinsin veya işte bir Türk edebiyatından bu zinciri kırabilen o kadar az insan var ki veya bir Mısır tiyatrosu, Japon tiyatrosu ki çok muhteşemdir, ama ilgilenmez bilmez ne olduğunu insanlar. Ama batının ürettiği bütün edebi ürünler ve sanatsal ürünler bütün dünyaya çok kolay yayılabilmekte. Dediğimiz gibi bunu biraz kırmış gibi görünen Gangam Style oldu. Fakat o bile batı kültürünün ögeleriyle yayıldı. Ancak o şekilde yayılma olanağı bulabildi. Ne oldu adam şaşkınlık içerisinde Acun’un programına geldiğinde şunu söyledi; “dünyada Youtube üzerinden benim dansımı ve şarkımı izleyen ülke olarak üçüncü sırada Türkiye var” dedi. Yani böyle de ilgiliyiz her şeyle. Hemen alıp, sindirip benimsemeye de hazırız. Ben haberleri açıp da köy düğününde Gangam Style dansı yapan kasketli amcaları görünce şok geçirmiştim. İnanamadım. Bu küreselleşmenin gücünü gösteriyor. Bunu kabul edelim. Böyle bir gücü var. Ha bunu kabul edelim derken de sakın aklınıza bunu benimseyerek kabul edelim gelmesin. Demin de dediğim gibi koloniyalizm devam ediyor. Bu koloniyalizm nasıl devam ediyor? Burayı hızlıca geçeceğim. Yetenek Sizsiniz diye bir bela var Türkiye’nin başında. Amerika’daki “American Ideal” ın bir versiyonu uyarlaması. Bir Da Vinci’nin Şifresi var, hiç oradaki gizemi merak etmeyen yok. Filmini alıyor, kitabı çıkıyor hemen gidiyor insanlar satın alıyor, izliyor. Merakla bekliyorsunuz devamı gelecek mi bunun diye. Sonra buna özenen bizim bazı genç çocuklar Metal Fırtına yaptılar ama tutmadı. Tutmaz, mümkün değil tutması. Bizim bir Mevlana’mız var, hiç ihtiyacımız yok onların “secret” dedikleri o, işte “bugün iste, şuradan geçerken bir Ferrari gördüm, istedim oldu” de diye bir felsefe ürettiler. Yok ki başka felsefesi. Sizin Mevlana’nız var Yunus Emre’niz var ama onun size satabileceği başka bir felsefesi yok. Anlatabiliyor muyum? Ve tabi ki bizim de bu koloniyalizme hizmet eden bir kültür ürünümüz var çok şükür ki bir Pamuk’umuz var biliyorsunuz. O da Nobel’i alarak hatta sevgilisiyle, yaptıklarıyla bütün dünyaya mâl oldu. Gitti Kolombiya’da dersler verdi. Sonra geldi Masumiyet Müzesi’ni açtı. Şimdi müze çok güzel, onu söylemek istiyorum. Adamdan hiç haz etmedim ama müzeyi çok sevdim. Onu söylemem lazım. Evet fikir bir şey, fikir bir alıntı. Her zamanki gibi. Nasıl Nobel konuşmasında yaptığı gibi babasının bavulundan çıkanları yazmıştı. Amin Maalouf’un kitabında da aynı fikir vardır. Esinleniyorsun da kardeşim, başka bir şeyden esinlen bari. Babasının bavulundan çıkanları söyleyerek Nobel konuşması yaptı hiç rahatsız olmuyor bundan. Oysa bu bir intihaldir bilimsel dille söyleyecek olursanız. Ama Masumiyet Müzesi çok başarılı bir iş. Hangi parayla yaptıysa yaptı güzel bir şey. Gidebiliyorsanız gidin. O noktada da hakkını vermek istiyorum. Harry Potter diye bir bela daha var. Ben hiç unutmuyorum, bunu söylemek istiyorum. O kadar fazla fantastik bir şey ki o, Yüzüklerin Efendisi gibi. Yüzüklerin Efendisi büyüklere masal, Harry Poter daha küçük çocuklara masal, benim kızım, o zaman daha babası vefat etmemişti, bütün çocuklar gibi istiyor. Büyük kızım okumaya çok hevesli, küçük nefret ediyor mümkün olsa okulu bırakacak. “üzülmeyeceğini bilsem anne, okula gitmeyeceğim” diyor. Sistemden nefret ediyor. Her gün küfür ederek fakülteye gidiyor. Okumayı sevmiyor ama büyük seviyor. Bir gün Harry Potter istedi, neyse aldık ve ne oldu biliyor musunuz? Bir gece uyurgezer oldu. Kalktı pencereyi açtı, dolaşmaya başladı. Şok geçirdim, o geceki korkumu unutamayacağım. Yasakladım o kitabı ona. Çünkü o kadar fantastik o kadar fazla fantezi var ki, sizin keloğlan hikâyeleriniz yanında çok basit kalıyor. Cin Ali o kadar masum ki Keloğlan çok masum. Bunlar öyle değil. Size mesaj ileten şeyler. Ben izlemeye çalışıyorum, popüler kültürü severek takip ediyorum. Şundan dolayı seviyorum; öğrencilerimle konuşurken, onların bildiği her şeyi biliyorum. Şimdi buna çok şaşırıyorlar. “ siz onu nerden duydunuz” diyorlar, bende izliyorum sizin gibi diyorum. O yüzden popüler kültürü takip ediyorum. Ama takip ederken o kadar sinir bozucu şeylerle karşılaşıyorsunuz ki, bunu takip etmek zorundayım da. Korumanız gerekiyor yetiştirdiğinizi. Bir de biz kırılma noktası olmalıyız. Bunu çok önemsiyorum. Yetiştirdiğiniz çocuklarınıza da bunu anlatmanız lazım ve ikna ederek anlatmanız lazım. İnanması lazım size. Dolayısıyla bu bizim koloniyalizmin tam göbeğine oturduğumuz, bizi de göbekten yakalayan bir yapıda sürüp gidiyor.  Bunu özellikle söylemek istiyorum. Şimdi peki sadece bunlar mı oluyor? Bunlar bir tarafta olurken, size ciddi bir liberal yapısal uyum dayatılmış durumda. Sizin eğitimizi özelleştiriyor bu arada, sen işte Harry Potter bilmem ne ile ilgilen. Sizin sağlığınızı özelleştiriyor, yeşil kartları elinizden almaya başlıyor tek tek, size sosyal yardım sağlıyor. Nasıl sağlıyor? Muhafazakâr bir popülizm var, bir de bundan nemalanan bir takım akıllılar var ülkemizde.

Küreselleşme popüler kültürle tak diye önünüze geliyor, ama bundan yararlanan da neo-liberal bir din ortaya çıkıyor Türkiye’de. Tam da adı bu. Türkiye’de bugün yaşanan dine dayalı siyasetin kaynağı neo-liberalizm. Neo-liberal dibi dayatmış durumdalar bize. Sizin sosyal güvenliğiniz özelleşiyor. Ne yaptı şimdi? En son yapılanı hatırlatayım; size diyor ki, özel emeklilik programlarına dâhil olun, ödeyin ayda yüz lirasını, yirmi beş lirasını da ben katkı olarak koyacağım. Bireysel emeklilik. Bu özel emeklilik sistemi demektir. Sizi oraya doğru yönlendiriyor. Bir süre sonra bu, devletin kurtulacağı bir şey olacak. Devlet bu yükten kurtulacak. Bir yandan kolonileşmemizi sürdüren bu kültürel öğelerimizin yanı sıra bir takım yapısal değişiklikler de yaşıyor ülkemiz. Ne yapıyor? Son günlerde benim de içine dâhil olduğum, 2004’te bir makale yazdım başıma bela oldu, anne sütü ile beslenmek ekolojik bir harekettir dedim başıma dert oldu. Bu anne sütü bankacılığı meselesi çıkınca, ben onu hatırladım böyle bir şey yazmıştım paylaşayım dedim. Sonra arayıp ne diyorsunuz demeye başladılar.  Bakın, anne sütü bankacılığını hükümet faklı amaçla kullanmak istiyor ama çok önemli bir şey, sizin mama kartellerinize bağımlılığınızı azaltacak olan bir şey. Kargi, Nestle ki çok büyük bir Pazar payına sahip, Monsento… Bir de bunlar büyük hükümetlerle Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla çok ciddi anlaşmalar yapan mama şirketleri. Ek gıda üretiyorlar ve o kadar kötü ki, ürettikleri mamaların üzerine minicik yazılarla şunu yazıyorlar; anne sütünün yerine geçmez. Onu yasal olarak yapmak zorunda. Çünkü Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletlerin, UNICEF’in yaptığı bir anlaşma var, birlikte bir yasal zorunluluk getirdiler ülkelere. Çünkü Çocuk Hakları Sözleşmesini imzalayınca da ülkeler onu yapmak zorundalar. O firmalar da onu, onun için yazıyorlar. Anne sütü yerine geçmez diyor ama reklamında diyor ki, çocuğunuzun bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütü çağındaki çocuğun bağışıklık sistemini sadece anne sütü güçlendirir. Başka hiçbir şey güçlendirmez. Ama ne oldu? İşte o neo-liberal dindarlar anne sütü bankacılığı yapılmasın dediler. Oysa bir iyilik hareketi. Tamamen gönüllülük esasına dayanıyor. Ama şimdi başka bir şeye dönüştü. Süt annelik müessesine dönüştü. Herkesin bir süt annesi olacak. Yani sizi fişleyecek orda. Kayıtlara geçirecek. Yarın öbür gün medeni hak iddia etmenize yok açacak bir sistem çünkü bu. Eğer inanç çerçevesinde değerlendirirseniz, mirastan pay isterim diye birisi geldiğinde ne yapacaksınız? Yasal düzenlemeyi yapmamışsınız. Batıda veya gelişmekte olan ülkelerde bu nasıl uygulanıyor bilmiyorsunuz. Yani neo-liberal dindar hükümet de bunu kendi kafa yapısına dönüştürerek kullanır hale geldi. Bütün bunlar bir tarafta olurken, ciddi istikrarsızlıklar yaşayan bir topluma dönüştük. Bunlardan bir tanesi, deniyor ki işte medya her tarafa girmeye başladı, internet çok yaygın kadın cinayetleri onun için çok duyuluyor. Hiç alakası yok. Kadın cinayetlerinde korkunç bir artış var. İstikrarsızlaşmanın ve sosyal toplumsal bozulmanın en önemli göstergelerinden biri. Kadın cinayetleri ve çocuk işçiliğindeki artış. Çocuk işçiliği anormal düzeyde arttı. Dünyada listedeyiz. Yani girdiğimiz liste de üçüncü dünya. Klasmanımız orda çok ciddi bir sırada önde gidiyoruz.

Başka ne var? Metalaştırıyorsunuz kadını, çocuğu, kız çocuğunu ve çocuk gelinlerimiz artıyor. Bakın Avrupa’da birinci sıradayız, dünyada üçüncü sıradayız on sekiz yaş altı evliliklerde. Her on sekiz yaş altı evlilik gelişmemiş bir kız çocuğunun hamileliği demek ve her hamilelik fiziksel anlamda sağlıksızlık, cinsel sağlıksızlık, hayatta kalma riski taşıma aynı zamanda da bebeklerin erken doğmasına yol açarak prematüre bebek sayısını artıracaktır. O kadar zincirleme sorunlara yol açan şeyler var ki önümüzde, bunların her biri ardışık başka problemleri ortaya çıkartıyor. Şimdi yoksulluğu artırıyorsunuz, yaşam koşulları kötüleşiyor, insanlar bağımlı hale geliyor ve buna karşı duran ülkelere siz karşı duruyorsunuz. İyi bir örnek olmayabilir ama mesela Kuzey Kore. Hiçbir şey bilmiyoruz orayla ilgili. Bilenler vardır muhakkak ama biz medyayı takip eden sıradan insanlar olarak bir şey bilmiyoruz. Küba, korunaklı kalmış yerler. Ben bunun bile küreselleşme açkısından bir şey olduğunu düşünenlerdenim. Mizansen olduğunu düşünenlerdenim. Kuzey Kore olmayabilir amma Küba için hakikaten öyle düşünenlerdenim. Böyle yani. Şimdi bir tarafta Chavez ölüyor ve Chavez için ağıtlar düzüyor bizim Türk insanı, bir bakıyorsunuz kendine sosyalist siyenler falan. Ya Chavez diktatör. Chavez’in neyine ağıt düzüyorsun? Herhalde Amerika’ya karşılık(mış) noktasında buluşuldu diye düşünüyorum. Ben aklımca böyle anlıyorum. Belki yanılıyorum ama sosyal bilimci olarak biraz farklı okumalar yapmak gerektiğini düşünüyorum. Şimdi biz gerçekte ne yaşıyoruz. Aslında küreselleşmenin bütün bu önümüze koyduğu her şey, bir kapitalizm meselesi var, kapitalizm ciddi bir buhran yaşıyor, kriz içerisinde ve bu buhran dünya ölçeğinde de yaygınlaşmış vaziyette. Bunu nasıl sağladı? Üretim güçleri dünyaya eşit iş ve tüketim imkânları sağlamakta yetersiz kaldı. Buna direnenler zaten dışlandı. Dışlanan ülkeler bu klasmanda yer alamadılar. Sermaye o kadar çok geziyor ki ucuz iş gücü, vergisiz çalışabileceği yerler ve çevre konusunda duyarlılığı az olan mekanlar arıyor. Sermaye bunu yapıyor. Biz bile yaptık. İnşaat sektörü olarak gittik başka yerlerde çalışmaya başladık. Siz çok iyi biliyorsunuz. Ciddi bir paradoks var. Bugün gerçekte yaşadığımız şey çok ciddi bir paradoks ve çok ciddi sosyal çelişkilere dayanan bir paradoks var. Şimdi başka ne var? Çok minik rakamlar var, fazla söylemeyeceğim bugün iki tane rakam koydum notlarıma. Her yıl on beş milyon insan açlıktan ölüyor. Bu sayı azalmıyor bakın artıyor. Ve bu insanlar hep güney yarımküredeki insanlar. Ölüyorlar, bu insanlar niye ölüyor?  Dünya nüfusunun %24’ünün de beslenmesini etkiliyor tüm gelişmeler. Şimdi başka bir şeyden söz edeceğim burada. Açlık dünya için, yiyecek yetersizliğinden değil yiyeceğe ulaşamamaktan kaynaklanıyor. Yani insanların yoksul olmasından kaynaklanıyor. Şimdi bakın şöyle bir şey var bu çok önemli. Ben uzun süredir artık sağlık alanına, insan gücü yetiştiren bir alana dâhil olduğum için sosyal olaylardan bağımsız olmadığını çok iyi gözlemliyorum ve bunu aktarmaya da çalışıyorum. Uzayan açlık ve kötü beslenme ciddi protein eksikliği ile gerçekleşiyor, protein eksikliği kronikleşiyor. Yani kalıcı hale geliyor. Şimdi protein almayan insanlar hasta, bitkin oluyorlar. Yorgun oluyorlar, bilişsel dediğimiz yeteneklerini de iyi kullanamıyorlar.

Yapılmış bir araştırma var, özellikle değinmek istiyorum. Lensy Sheper(?) diye Dünya Sağlık Örgütü’nden bir kadın çalışmış. Brezilyalı tarım işçileri üzerinde çalışmış. Kronik açlığın yol açtığı bedensel ve ruhsal bir takım sorunlar var. En büyük belirtisi mervroz(?) denilen gergin olma hali. Niye arttı kadın cinayetleri, niye arttı insanlar arasındaki çatışmalar gibi düşünecek olursak bu insanlara yerel bir tanı konuluyor. Ortaya çıkan ruhsal takıntı, bedensel sıkıntılar için mervroz şeklinde bir tanı konuluyor ve yerel doktorlar bu depresif belirtileri gidermek için piskotrop(?) dedikleri anti-depresan ilaçlar kullanmaya başlıyorlar. Ondan sonra da zaten meselenin özünden tamamen uzaklaşış oluyorsunuz. Bu insanlarda psiko-sosyal sorunlar var, psikiyatrik vakalar artmaya başladı, ilaç verip tedavi edelim diyorlar. Gerçek problemi görmekten böylece kendinizi kurtarmış oluyorsunuz. Yani şöyle bir şey yapılmış oluyor, açlığın algılanması yerel ve sosyal gerçeklikler tarafından bulanıklaştırılıyor. Açlık farklı bir şekilde algılanıyor. Bu bir psiko-sosyal sorun deyip üstü örtülerek kapatılıyor. Bu sadece bir tanesi.

Bu önemli, ulus devlet çok iyi anladığım bir konu değil. Siyaset bilimci değilim ama bütün okumalarda şu var, ulus devlet ekonomik niteliği daha ağır basan bir yapı. Şimdi ulus devletin vatandaşı günümüz dünyasının burada da söylediğimiz gibi artık bir vatandaş olmaktan çok bir tüketicisi haline geldi. Çünkü ulus devlet giderek kendi niteliklerini kaybetti. Nasıl oldu? Ona da değinelim. Aslında her bir birey harcadığı para oranında ve kazandığı para oranında tüketmek için bir güdülenmiş paralı askere dönüştü. Kötü benzetmeler bunlar, farkındayım ama niye böyle oldu? Ondan söz etmek gerekiyor. Bir de ulus devleti tehdit eden en önemli şey, birkaç dakikalık spekülatif ekonomik bir saldırı, bir devletin yok olması için yeterli oluyor. Ne oldu? Amerika’da merkez bankasının yaşadığı sıkıntı, Avrupa’da şimdi ulus devletlerin birleşerek oluşturdukları ve güç birliği dedikleri şeyin çatırdamaya başlaması, Yunanistan’ı kurtaralım mı, Güney Kıbrıs’ı kurtaralım mı tartışmaları. Dolayısıyla bir merkez bankasının döviz stoklarını birkaç dakika içinde yok edebilecek güce sahip bir spekülatif saldırı. Borsaları çökerttiğiniz anda ulus devletlerin de canına okumuş oluyorsunuz ki buna dünyanın dev ekonomileri bile dayanamayacak şekilde tepki veriyorlar bu tür saldırılara. Çok uluslu şirketler bir şey yapıyor bu noktada. Ulus devletleri yöneten hükümetlerle anlaşmalar yapıyor. Bu anlaşmaların hepsini bizim ülkemiz de yaptı. Hepsine imzalar atıldı. Özellikle Dünya Ticaret Örgütü aracılığıyla yapılan anlaşmalar o kadar bağlayıcı ki sizin farklı bir yöntem izlemenize imkân yok. Bunun dışına çıkamıyorsunuz izin verilmiyor. Sosyal haklar alaşağı edilmiş durumda. İşçilerin ücret artışıyla ilgili bir grev hakkından söz edebilir misiniz Türkiye’de öyle bir şey yok. Grev yapabilen sendika kalmadı zaten. Sendikal hak en önemli haklardan bir tanesi. Nedir? Çalışmanızın karşılığını isteyeceksiniz ve bununla ilgili bir eylem ortaya koymanız gerekiyor. Karşılığını istiyorsunuz. Bunu yapma şansınız hiç kalmadı.

Ülke siyasetine müdahil olamayan yurttaş, popüler kültüre müdahil olarak avunmaya çalışıyor. Siz ülkenin siyasetinde söz sahibi misiniz hocam? Değilsiniz biz de değiliz. Hocam ha bire çıkıyor anlatıyor. Ne yapıyor hocam siyasiler? Dinliyorlar mıdır sizce? Bu yapı ulusların saygınlığını örseledi. Ulusların saygınlığı azalınca da o uluslara mensup olan vatandaşların özgüveni sarsıldı. Şimdi Türkiye’de yapılan aynen böyle bir şey. Türkiye’nin saygınlığını zedeleyen çok ciddi adımlar atılıyor ve bu adımlar karşısında açıkçası ben her gün izlediklerim karşısında kendimi çok güçsüz hissediyorum. Değersizleştiğimi düşünüyorum. Mesela şöyle bir şey var; ben Ankara’da doğdum büyüdüm, Deneme Lisesi’nde okudum. O zaman benim okuduğum dönemde Ankara TED ile kafa kafaya gelen bir liseydi. İyi bir okuldu ve mahalle mektebine gittim. Orası mahalle mektebi Bahçelievler’de bir lise. Kardeşim de öyle. Ben üniversiteye geldiğimde Türk Kürt ayrımını duydum. Mezhep ayrımını üniversiteye geldiğimde duydum. Ben muhafazakâr bir ailenin kızıyım. Benim annem benim iyi bir ev hanımı olmam için her şeyi yaptı ama onu başaramadı ne yazık ki olmadı. Onun istediği gibi bir ev kadını olamadım. Kur’an kursuna da gittim. Benim dedem de imamdı. Annemin de başı kapalı, babam esnaf adamdı. Hani diyor ya başbakan, ben kişisel olarak çok rahatsız oldum, biz geldik fırsat eşitliği geldi. Hadi canım! Cumhuriyet bize fırsat eşitliğini verdi. İşte bakın hocam kolejli ama ben kolejli değilim ama bakın kar karşıyayız. Hani fırsat eşitsizliği? Şimdi mi kavuştu insanlar fırsat eşitliğine? Bu koca bir yalan. Bu neo-liberal bir söylemin parçası. Zihniyet üzerinde durmak istedim. Bize değersiz hissettiriyorlar bugün kendimizi. Özellikle ülkeye bağlı, bu ülkeyi seven, bu ülkenin her bir toprak parçasını vatan olarak gören insanlara şu anda ciddi hakaret ediliyor. Çok ciddi değersiz hissettiriliyoruz. Bunu söylediğiniz zaman da şöyle bir şey var, sizde yıllarca bize yaptınız. Ben hiç yaptığımı hatırlamıyorum kimseye böyle bir şeyi. Ne mezhebinden ne dininden ne etnisitesinden dolayı bir tek insana dahi bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Bunu ne benim çocuklarım yaptı ne annem babam yaptı. Yani bunu nasıl genelleştirebildiklerini çözebilmiş değilim. Bir genelleştirme var. Bu da küreselleşmenin tabi ki bize yüklediği dönüşümün bir parçası. Şimdi tabi, tüketici dediğimiz bir tür paralı asker olan insan tek tipliliğin bir parçası haline geldi. Pazar ekonomisi küresel iletişimin bir unsuru haline geldi aracı oldu. İnsan, yaşamın öznesi olmaktan çıktı. Karşılığında neyi gördü? Ciddi kimlik bunalımlarının yaşandığı bir yapıya doğru gidiş desteklendi. Saldırgan etnik ve dinsel çatışmaların körüklendiği bir yapı ortaya çıktı. Bu tür fikirler de kabul görmeye başladı. Ve pek çok ülkede kimlikçilik patlaması yaşandı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Yani gezegenimizin açık bir topluma dönüşmesi, her birimizin birer dünya vatandaşı olması hikâyesinin arkasında ciddi olarak ince ince kimlikçilik patlaması yaşandı. bu bir kültürel sonuç aslında ama politik yanları ağır basan bir kültürel sonuç. Ciddi bir politik ayrımcılık ve şiddetin bir patoloji var ortada. Bugün ciddi bir patolojik durumla karşı karşıyayız biz. Ötekini içimize alalım, öteki olmasın, kimse öteki değildir ama biz ötekiyiz şimdi de. Yani siz ötekileşmeye son verirken, yeni ötekiler yaratamazsınız. Böyle bir hakkınız yok. Benlik çoğullaşması diyor buna sosyal psikologlar. Etnisite ve kimlik çoğul kimlik anlayışının ciddi bir biçimde empoze edilmeye çalışıldığı bir dönemdeyiz şu anda. Şimdi bu dönüşüme sosyal psikolojide “postiş kimlik” diyorlar. Bunun ne olduğunu yazdım buraya. (burada o 63 kişiden kimse yok inşallah) sosyal bukalemun demek pastiş kimlik ve çok zararlı bir şey aslında şöyle zararlı çünkü var olan herhangi bir kaynağın kimlik kalıntılarını alıyor yani kendi özünde benimsediği herhangi bir kimlik yok. Bunları birleştiriyor, ekliyor, kenetliyor saçma sapan bir kimlik ortaya çıkartıyor. Burada kimler var bakalım. Bu insan bugün bize Türkiye’deki barışın, huzurun ve mutluluğun anahtarı gibi anlatılıyor. Bu çok önemli bir şey. Ve ben bu çalışmayı şöyle anlamlandırmamız gerektiğini düşünüyorum; insanlar eğer bir süre sonra geriye dönüp de baktıklarında, neleri kaybettiklerini hatırlayamayacak hale gelirlerse zaten bu başarıya ulaşmış olacak. Ama kaybettiğimiz şeyler çok fazla, bunu unutmamak gerekiyor. Bir de kimlik dediğimiz şey, küreselleşme ile imaja bağlı bir şey haline geldi. Postiş kimlik işte o aslında. Olmadığınız bir insan gibi görünmek. Özenmek değil, o çok masum kalıyor bunun yanında. Olmadığınız biri gibi görünmek.

Akil heyeti ile yaşadığımız akıl tutulması tam da böyle bir şey. Bir giysi gibi kimliğe bürünüyorsunuz, sonra o kimliğin işi bitince çıkarıp bir kenara atıyorsunuz o kıyafeti. Bakıyorsunuz bunların arasında akademisyen var, bazıları da benim üniversitemden. Şehitlik yok dedi bir tanesi. Birisi dedi ki dilimizi değiştirelim, terör de neymiş. İyi de yani terörün alası yaşandı bu ülkede. Hepimize değdi terör, değmeyen insan kalmadı. Liberal var, İslâmiyetçi var. İslâmi sosyalist yok galiba. Ondan almadılar. İslam Eliaçık çok karşı değil mi? Onu istemediler. Beşikçi de olsaydı belki biraz inanırdım samimiyetlerine. O da yok. Arabeskçi var, mahallenin bıçkın delikanlısı rollerine çıkan, marjinal kadın rollerine çıkan insanlar var. Karmakarışık bir yapı var. Ve beni rahatsız eden çok kötü bir lansmanı(?) var bu heyetin. Şöyle lansmanı yapıldı, 1920 meclisi ilk meclis ile lansmanı yapıldı.

Heyetin önünde yaptığı konuşmada ilk meclise atıfta bulundu ilk meclisin çok değerli olduğunu ve o heyetin bir ilk meclis niteliğini taşıdığını söyledi. Ardından Atatürk’ü şöyle suçladı; daha sonra ki, özellikle cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, kendisini ilk mecliste destekleyen o çeşitliliği Atatürk’ün yok ettiğini söyledi. Yani dedi ki, devrim kendisini destekleyen, devrimi destekleyenleri yok etti. Ciddi bir eleştiri getirdi. Dolayısıyla ben, bu kadar farklı giysisi olan kimliklerin, 1920’deki ilk meclise benzeterek kendilerini, ortak bir dil geliştirmelerini ve bu ortak dili siyasetçilerle paylaşabilmelerini çok acayip buluyorum. İşte bu pastiş kimlik oluyor. Tam bir postiş kimlik olayıyla karşı karşıyayız. Toplum bu hale getiriliyor, bu hale gelen insanlarla dolu bir toplum olduk. Sokakta, otobüste, metroda her yerde bu insanlara rastlayabiliyoruz. Dolayısıyla kullandıkları dil de bu pastiş kimliğin dili oldu maalesef. Buna çok anlaşılır bir biçimde kolaj kimlik de diyebiliriz rahatlıkla. Bu kimlik içerisinde yer alan insanlar, bunu da söylemeden edemeyeceğim çünkü o akşam ben izledim bunların Dolmabahçe’deki ilk toplantılarını. Çıkışta yapılan konuşmaları izledim, herkes çok mutlu bir kere. Oraya seçilmiş olmaktan dolayı ciddi mutluluk duyuyorlar. Çünkü şöyle bir şey var, ben onların misyonerlik yapacaklarını düşünüyorum süreçle ilişkili olarak. Bunlar yeni kimliğin misyonerleri. Sığ ve kendi çoklu benliklerini şimdi insanlar üzerinde kullanacaklar ve her yere taşıyacaklar. Yedi bölgeye bir bayrak gibi taşıyacaklar. Kendilerine benzeyenlerin çoğalması, benzemeyenlerin de daha da sessizleştirilmesi için misyonerlik faaliyeti yürütecekler. Kendilerini de şöyle algıladılar; o kadar belli ki, hem birkaç kanalda da oturumlara katılıp anlattılar neler yapacaklarını. Kendilerinin değerli olduğu, kedilerine muhtaç olan bir ülke var ortada. Değerli hissediyorlar ve bu noktada bir araya gelmiş bir cemaat duygusu taşıyorlar. Onu size söyleyeyim. Benim kişisel gözlemim bu oldu, onların Dolmabahçe çıkışındaki konuşmalarını izledikten sonra. Hele Doğu Ergil şöyle bir şey söyledi; “bu bir sivil toplum hareketidir” dedi. Ben de ona hadi canım dedim. Neresi sivil toplum? Hükümetin atadığı adamlarla sivil toplum hareketi yapamazsınız.

Bir sessiz çoğunluk da var. Hep söyleniyor ya bu. Hakikaten bir sessiz çoğunluk var. Bu sessiz çoğunluk bu arada ne yapıyor? Biraz ona da değinmek gerektiğini düşünüyorum. Bu sessiz çoğunluk, televizyon karşısında sabahlıyor. Kimisi benim gibi. Benim her odamda bir televizyon var. Yani bir şeyle meşgul olsam da dinliyorum. Kim nerde ne söyledi? Mutlaka dinliyorum. Ben öyle sabahlamıyorum. Bir şeyleri öğreneyim, bileyim, not alayım diye sabahlıyorum ama insanlar televizyon karşısında sabahlıyor. Akıllı telefon peşinde koşturuyor. Futbol fanatizmi hat safhada. Sosyal yardım peşinde koşan da çok fazla insan var. Benim fakültem Çinçin Mahallesinde. Ankara’nın Teksas’ı diye geçer. Daha dün silah sesleri vardı. Ben her sabah fakülteye giderken arabanın içinde bakıyorum, kentsel dönüşüm dedikleri bir ucube yapılaşma yaptılar orda, fiyatları da acayip yüksek. Bu insanlara da oradan evler veriyorlar. Onlar kentsen dönüşümün dönüşemeyenleri olarak daha da kenara gidiyorlar. Şehrin içinde kaldılar ama daha da kenara gidiyorlar. Çünkü o binalar akıllı binalar, oralarda yaşayamıyorlar. İnsan ekmek kuyruğunda, gıda maddesi kuyruğundalar. Ben her sabah bu manzaralarla fakülteme gidiyorum. Bunların hiç biri uydurma değil. Diyorlar ya bu sosyal demokratlar şöyle konuşuyor, milliyetçiler bunlara laf atıyor falan. Hayır, belediye getiriyor arabayı bir güzel koyuyor. Kış zamanı kömürünü de dağıtıyor. Hep sıradakiler kadınlar çocuklar. Ailelere de yardım yapılıyor, belediyeler sosyal devlet görevi yapıyor. Belediyelere devredildi. Şimdi çok ciddi bir devlet yapılanması var. Yapı bozumu yaşandı, şimdi yeni bir yapılanma var. Devletin, sosyal devlet niteliği taşıyan özellikleri, nedir? İşte seh çekiniz(?) vardır, çocuk esirgeme kurumu falan vardır. Onların hiç biri kalmadı şimdi. Yok. İl özel idareleri devredildi, birer müdürlüğe dönüştürüldü. Bunların eliyle yürütülen faaliyetler, yaşı ve engelli hizmetleri genel müdürlüğü, çocuk hizmetleri genel müdürlüğü bunlar ayrı ayrı genel müdürlük oldu. Son yerel yönetimler yasasıyla da onlar belediyelerin olacak şimdi. Bakanlığın çalışanları değil, belediyenin çalışanları olacaklar. Ne olacak? Belediye ne demek? Belediye, bir partinin çalışan organı demek. O zaman ne olacak? Belediyelerle siz sosyal hizmet sürdüremezsiniz ki, yeni partizanlar yaratırsınız. Dolayısıyla da siz sosyal devlet olmayı belediyeye, sosyal sorumluluğunuzu belediyeye devredemezsiniz. Böyle bir hakkınız yok. Ama yaptılar. Çıktı, yerel yönetimler yasası çıktı. Neye dayanarak çıkardılar? Bunu hangi söylemle getirdiler; merkezileşmekten uzaklaşacağız, merkezden uzaklaşacağız. Ben bir de buna şöyle diyorum; kimlik artık indirgenmiş bir aidiyete dönüştü. Nedir indirgenmiş aidiyet? Daha daha alt noktalara doğru indi insanlar. Ben Lazistan’ın bir parçasıyım gibi. Bu da bir şeye dönüştü artık, yoksul insan buna tutunurken elit insan da var mı benim atalarım arasında böyle? demeye başladı. İnsanları aptallaştırdıkları için insanlar saçma sapan şeyler düşünmeye başladılar.  Bir felsefeci buna şöyle diyor; “kötülüğün şeffaflaşması”. Kötülük hükümetler eliyle şeffaflaştırılmış hale geldi. Tüm anlam ve değerler çözüldü. Biz artık, yerine yenisini koymayacağımız bir değişimle karşı karşıyayız ve bu değişim kötü bir değişim. Kötülük giderek şeffaflaştı ve bizler buna direnç gösterebilmek için bir takım şeylerin gerçek olduğuna inanmayı istiyoruz.

- Katılmcı: Küreselleşme ve bunların ülkelerde uygulanmasına baktığımızda benim çıkardığım sonuç şu; toplum için zararlı, parçalayıcı unsurlar toplumun hayır diyemeyeceği kavramlar aracılığıyla empoze edilmeye çalışılıyor. Mesela artık küresel anlamda da, örneğin Coca Cola’nın Türkiye’de Pazar payını artırmak için kullandığı isim turkuazdı. Yani bu bizim hayır diyemeyeceğimiz bir isimdi. Aynı şekilde de kim birinci T.B.M.M.  kültüne hayır diyebilir?

-Kesinlikle doğru. Şimdi şöyle size atıfta bulunayım. Türkiye yetmiş iki milletin bir araya geldiği ama hepsine Türk ulusu dediğimiz bir yer. Biz bunu yadsımıyoruz zaten. Böyle bir devlet, Türk devleti. Bakın ama bugün şunu kullanırsanız eleştiri alırsınız, Türk takımı. Ne demek diyor Türk takımı? Ne diyeyim? Türkiye takımı de diyor. Oldu. Fransız şarabı diyor adam ben Türk lokumu diyemiyorum. Bu tartışmayı Ahmet Hakan yaptı köşesinde ve çok aptalca geldi bana ama insanlar buna odaklandılar. İnanılmaz bir şey.

- Antalya’da Türk kahvesi siparişi vereni dövdüler. Basına da yansıdı bu.

- Yani olamaz böyle bir şey. İşte bu kötülüğün şeffaflaşması. Siz yaşama geçirilmeyecek bir şeyi sürekli körükleyerek ve besleyerek bir canavar yaratıyorsunuz. Sonuç itibariyle de yaşadığımız bu etnik bir çatışma. Ben mezhep çatışmasından da korkuyorum. Onun da sürekli altı oyularak, altı boşaltılarak çökmesi sağlanacak hale geldi. Bir çoğulculuk söylemi ile bu yapılıyor. Nedir? Temsili demokrasi değil, çoğulcu olalım. Çoğulculuk başkanlık sistemi ile örtüşüyor mu hocam? Oluyor mu sizce? Tercih edebileceğiniz bir sürü cümleler kurarak, kavramlar kullanarak konuşuyorlar ve ikna oluyorsunuz. Olmamanıza imkân yok. Komik bir şey anlatacağım size. Bunu anlatmak zorundayım; başbakan İstanbul’da bir özel hastanenin açılışını yapıyor ve şöyle diyor, “ bir gün Sultanahmet’te Amerikalı turistlere rastladım. Turistler, ne büyük bir sağlık reformu yaptınız, bravo dediler”. Başbakan turistlere anlatmış nasıl reform yaptığını, onlar da gidip Obama’ya anlatmışlar. Obama da bizim yaptığımız reformu örnek alıp Amerika’da sağlık reformu yapmış. Buna ben, siz inanmıyoruz. Ama oradaki elli bin kişilik kalabalık çığlık atarak inanıyor. Bakın mesele bu. İnanıyorlar, bu kadar. Niye inanıyorlar? Bence biz onun üzerinde durmalıyız.

Sosyal hizmet, sosyal devletin uygulama araçlarından biri. Bir yandan çok yükselen bir değer ama bir yandan da bunun uygulanmasını kolaylaştıracak zemin de kaybediliyor. Neresi o zemin? Tabi ki Türkiye ve Türkiye’nin sahip olduğu özellikleri. Mesela laik bir hukuk devleti olmak değil mi? Şimdi bunlar tartışılıyor. Anayasadan Türklük, laiklik çıkarılacak deniyor. Ben akademik çalışma yapamayacağımı düşünüyorum o zaman. Anayasadaki o ifadeler benim için bir garantidir. Korkuyorum, çok büyük endişe içerisindeyim. Ulus devlet ayaklarımızın altından kaymış ve gitmek üzere. Dağılmak üzere. Bu da bu ülkede İslamiyet’e inandığını söyleyen bir grup eliyle yapılıyor. Çok ciddi sıkıntılarımız var. Niye sıkıntılarımız var? Farklı siyasi söylemleri olduğunu söyleyen partiler var. Meclisimiz çok partili biliyorsunuz. Ama ben bazen söylemlerin örtüştüğünü gözlemliyorum. Ben bir seçmen olarak, oy verdiğim partinin birileriyle anlaşma yaptığını gördüm. Kime sordun? Ben sana o anlaşmayı yap diye oy vermedim. Birileriyle anlaşma yapıyorsun, cumhurbaşkanı seçtiriyorsun veya bilmem ne komisyonunda anlaşıyorsun. Neye dayanarak? Kime sordun? Anlatabiliyor muyum ne söylemeye çalıştığımı? Bizim önümüzde maalesef ne söylediğini bilmeyen, çakma liderler var. Güncel tabirle söyleyecek olursam, çakma liderler var. Bunların ne yaptıklarını kendilerinin de bildiklerine inanmıyorum. Bunu samimiyetle söylüyorum. Hiç güven duymuyorum onlara karşı. Biri milli olduğunu söylüyor, biri sosyalci olduğunu söylüyor. Cılız, benliksiz, ne dediği anlaşılmayan insanlar var karşımızda. Bir tarafta da ciddi bir dönüşümün, son harçlarını atmak üzere olan bir güç var önümüzde. Bu küreselleşme ile bu hale geldi. Bugün yaşadığımız sosyal, siyasal, kültürel dönüşümün sebebi küreselleşmedir. Bunu bilelim. Bunun önünde duramayacağız bu belli. Bunun için reçete yazacak güçte değilim. Nasıl çözersiniz, akil adamlar mı bulursunuz bilemiyorum. Bir çöküş yaşayacağız, buna inanıyorum. Umutsuz olmak istemiyorum ama ürkütücü bir son bu. Bu çöküşü yaşamadan bir yere varamayacağımızı düşünüyorum. O çöküşü yaşadığımızda yardım çantamızın olması lazım. Hem zihinsel olarak hem ekonomik olarak buna hazır olmamız lazım. Bu arada ruh sağlığımızın da yerinde olması lazım. Beden ve ruh olarak çok sağlıklı kalmamız gerekiyor. Kimseyle çatışmadan bulunduğumuz yerleri korumamız gerekiyor ve çok öğrenmemiz gerekiyor. Zamanı geldiğinde bilinçle davranacak bilgiye sahip olmamız gerekiyor. Çok tehlikeli bir süreçle karşı karşıyayız, yok edici bir süreç. Bunun farkında olmamız gerekiyor. Çok teşekkür ediyorum.

Bu yazı Şengül Hablemitoğlu'nun 6 Nisan 2013 tarihinde 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nde "Küreselleşme" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmadır. 

Toplantının diğer konuşmacısı olan Doç. Dr. Mehmet Akif Okur'un konuşmasının deşifresini buradan okuyabilirsiniz.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Sabahattin İsmail   - 14-05-2024

Kıbrıs Yeni Bir Müzakereye Zorlanıyor

Milli çıkarları savunurken 2 konu hata kaldırmaz: