Bu sayfayı yazdır

Türk Subayı

Yazan  08 Kasım 2013

Bu yazının başlığında subay kavramı ile Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli veya emekli bütün general, amiral, subay ve assubaylar kastedilmiştir. Bu rütbeleri taşıyanların hepsi TÜRK SUBAYIDIR. Bu satırların yazarının uzmanlık alanlarından birisi Türk Ordusu’dur. Doktora tezini ve doçentlik tezini 1924-1960 arasında TSK ve siyaset konusunda yazdım.  Bu tarih kesitini “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” ve “Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali” başlıklı iki kitap halinde inceledim.  

Daha sonra yapmış olduğu, güvenlik ve terörizm konulu çalışmalarda bu satırların yazarının Türk Ordusu’nu akademik düzeyde çalışma ve ilgi alanı yapmaya devam etmesine neden olmuştur. Güvenlik ve terör konusunda yaptığım çalışmalar sırasında yüzlerce general, subay ve assubay ile binlerce saat konuştum, tartıştım, bilgi aldım, bilgi verdim. Harp Okulu ve Milli Güvenlik Akademisinde ders verdim. Bu vesile ile de subaylar ile bir araya geldim.

Türk subayı benim için bir akademik araştırma konusu değil, aynı zamanda bir ailevi husustur. İlk tanıdığım Türk subayı babamdı. Tanımadığım dedem de İstiklal Harbi’nde savaşmış bir süvari binbaşı idi. Sonra babamın yakın arkadaşlarını tanıdım. Alparslan Türkeş, Mustafa Kaplan, Numan Esin, Rıfat Baykal ve diğerleri. Hepsi 27 Mayıs ihtilalini yapan ve radikal çözüm yanlısı oldukları için yurtdışına sürülen subaylardı. Böylece çok değişik zeminlerde subay ne düşünür, nasıl hisseder, nasıl tepki verir içten gözleme ve anlama fırsatım da oldu.

2007 sonrasında TSK’ya karşı siber savaş-psikolojik savaş ve elektronik savaş boyutlarını içeren kapsamlı bir enformasyon savaşı başlatılmıştır. Ergenekon, Balyoz, casusluk, Atabeyler vs adlarda hukuki süreçlerin politik-psikolojik savaş boyutunu akademik bir ilgi ile olduğu kadar milli bir hassasiyet ile incelediğim bu süreci “Ergenekon Davası ve Türk Ordusu” başlıklı çalışmamda inceledim. Bu çalışma önümüzdeki günlerde yayınlanacak “Ülkesinde Kuşatılan Ordu:Türk Silahlı Kuvvetleri” başlıklı kitabımın da bir parçasını oluşturuyor.  

Kısa sayılamayacak bir süreden buyana TSK’ya karşı sürdürülen politik-psikolojik savaşın bir neticesi olarak, TSK’dan istifa eden general, subay ve assubayların sayısının arttığını üzüntü ile izliyorum. Keza artık emekli olmuş generallerin birbirlerini basın aracılığı ile nasıl suçladıklarını, Balyoz Davası ile ağır bir haksızlığa uğrayan subayların iliklerine kadar hissettikleri haksızlığa isyan ederek, nasıl tepki verdiklerini ve karşı tepkileri üzüntü ile izliyorum. Üzüntüm sadece Türk Ordusuna olan sevgimden kaynaklanmıyor. Üzüntümün daha derinden gelen nedeni, düşman karargahlarında bu yaşananları izleyerek duyulan sevinci tahmin etmem. Düşman istihbarat servislerinin yazdıkları raporlarda Türk subay kadrosunun kendi içinde kavgalı ve bölünmüş, birbirine güvenmeyen bir yapıya sahip olduğu analizlerinin yapılmış olduğunu tahmin etmemden kaynaklanıyor.

Bütün bunların yanında bir başka üzüntü kaynağım 2007 sonrasında yaşananların gösterdiği gibi Türk subayının ve bir kurum olarak TSK’nın enformasyon savaşının doğasını kavramamış olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa enformasyon savaşı, bir tek tankını kaybetmeyen, bir uçağı düşmeyen, bir gemisi batmayan SSCB’yi parçalamıştır. Bu günde uluslararası bir konsept çerçevesinde geliştirilen bir enformasyon savaşı Türk Ordusu’na karşı en etkili şekilde uygulanmaktadır. TSK ne yazık ki, kendisine karşı uygulanan enformasyon savaşına karşı kendisini etkili bir şekilde korumak için gerekli karşı konsepti geliştirmekten çok uzaktır. Aksine artık gazete sayfalarından da izlenebileceği gibi her geçen gün biraz daha büyük istifalara, iç çatışma ve gerilime sürüklenmektedir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede 1992’den buyana büyük jeopolitik değişiklikler devam etmektedir ve önümüzdeki 20 yılda bu jeopolitik değişiklikler daha da kapsamlı bir boyut kazanarak devam edebilir. Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen, Libya ve ne yazık ki Türkiye parçalanma potansiyeli taşıyan ülkelerdir. Türk Milleti’nin güçlü, dinamik, öz güveni yüksek bir TSK’ya her zamandan daha fazla ihtiyacı olduğu bir tarihsel kavşağa doğru milletimiz hızla ilerler iken görevdeki veya emekli generallerin, amirallerin, subayların, assubayların kavga etme, tartışma, birbirini suçlama ve istifa etme lüksü yoktur.

Bu tavır haksızlıkları, Türk Ordusuna sızmış ajanları, hainleri, karakteri zayıfları, kurulan komploları bilmemek, görmemezlikten gelmek anlamına gelmez.  Kaydedilir. İtirazlar, karşı çıkışlar, hak aramalar tarihe ve Türk Milletine yapılmalıdır. Türk Milletinden başka hiçbir kurumun, kişinin, yerin ihanete uğrayanlara sahip çıkması gerekmez. Türk Milleti ve Türk Tarihi zamanı geldiğinde herkesi hak ettiği yere koyacaktır. Ve Türk Milleti Türk Ordusuna kurulan komployu anlamaya başlamıştır.

Türk Milleti böyle ağır bir jeopolitik karmaşanın içine sürüklenirken, tepki göstermek adına istifa etmek, savaş sırasında görev yerini terk etmek anlamına gelir. TSK’dan her istifa, düşman karargahlarında ve istihbarat merkezlerinde sevinç yaratmaktadır. Oysa yapılması gereken son ana kadar görev yerini korumak, demokratik hukuk devleti bilinci içinde ve demokrasinin Türkiye için bir milli güvenlik doktrini olduğunu, ülkemizin “Dördüncü Ordusu” olduğunu görerek, Türk Milletinin varlığı ve birliğine hizmet etmeye devam etmek olmalıdır.

Muzaffer Özdağ’ın bir teğmene 1965’de yazdığı bir mektupta ifade ettiği gibi, “Türk subayı, ne şövalyedir ne gladyatör. Türk subayı, Türk milletinin istiklal şuurudur. “ Bu şuur ile hareket etmeyenler Aziz milletimizin istiklalini, Türkiyemizin birliğini ve bütünlüğünü istemeseler de tehlikeye atacaklardır. Unutmayın komutanınız Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir heykel değil, bir ruhtur. Bu ruh Mete ile Çin’e, Atilla ile Avrupa’ya, Fatih ile İstanbul’a giren ruhtur. Subay bu ruhtan büyük veya küçük bir parça alandır. Yarın size bu ruhtan büyük bir parça alan bir komutanınızı anlatacağım. 

Prof. Dr. Ümit Özdağ

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Yönetim Kurulu Başkanı