Bu sayfayı yazdır

ABD Tehditlerine Direnen İran

Yazan  21 Temmuz 2019

Basra Körfezinde yaşanan son gelişmeler medyada ABD-İran gerginliği veya krizi olarak verilse de aslında bu iki ülkeyi de aşan küresel bir krize dönüşmüş durumda.

Kriz, 21 Haziran’da İran’ın bir Amerikan İHA’sını düşürmesiyle en zirve noktalarından birini yaşadı. Trump’ın bizzat açıklamasından da öğrendik ki ABD İran hedeflerine karşı sınırlı da olsa bir misillemeden son dakikada vazgeçmiş. Böylece krizin sıcak çatışmaya dönüşmesi de “şimdilik” ertelenmiş gözüküyor.

Öncesi

Krizin temelinde İran’ın nükleer silah yapma imkan ve kabiliyetinin önünü açacak nükleer programı var. Obama ve Trump döneminden de önce başlayan bir kriz konusundan bahsediyoruz. İran’ın nükleer programı ile ilgili kriz özellikle 2003 yılından itibaren dünya gündemini meşgul etmektedir. Aslında bu program, 1979 devriminden sonra araları açılan İran ile ABD arasındaki ciddi sorun alanlarından biri ola gelmiştir.

Bugün küresel krize dönüşen İran’ın nükleer programı aslında bizzat Batı’nın desteğiyle 1970’li yıllarda başlamıştır.

Soğuk Savaşın en sert günlerinde Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi stratejisinde Şah’ın başta olduğu İran’a da önemli roller verilmişti. 22 Nisan 1975 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Memorandumu’na göre ABD İran’a, kendi reaktörlerinde kullanılmak üzere bazı malzemelerin sağlanması ve nükleer reaktör yakıtından plutonyum çıkarılması için bir yeniden işleme tesisi kurulması teklifinde de bulunmuştur.

İran’a nükleer çalışmaları kapsamında destek sağlayan ABD, Şah’ın 1979’ta devrilmesinden sonra bu politikasını değiştirmiştir. Ancak İran başlattığı projelerden vazgeçmemiştir.  ABD’nin değişen bu politikaları üzerine İran Rusya’ya yönelmiş ve özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Rus desteğini almaya başlamıştır.

Bu süreçten sonra İran’ın nükleer programını takibe alan ABD İran’ın Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını ihlal edip etmediğini tespite odaklanmıştır. İlk ihlal iddiası 2002 yılının Ağustos ayında İranlı bir rejim muhalifi örgütten gelmiştir. O tarihlerde yaklaşık bir yıl önce 11 Eylül olaylarını yaşamış olan ABD Afganistan’ı işgalle meşguldür ve İran’la ilgili çıkan bu iddiaları da daha sonra gündeme getirmek üzere dosyalamaya başlamıştır.

Nitekim Irak’ı işgal operasyonlarının başladığı Mart 2003’te Amerikan Dışişleri Bakanlık Müsteşarı olan, şimdilerde Başkanın Ulusal Güvenlik Danışmanı, John Bolton Irak Savaşından sonra İran nükleer programının öncelikleri arasında olacağını ifade etmiştir. Gelinen gün itibariyle Bolton hem de etkili bir konumda bulunarak 16 yıl önce söylediklerini sert bir tarzla uygulamakta, tabiri yerindeyse Trump’a dayatmaktadır.

Günceldeki krizin nedeni

Güncelde yaşanan krizin ve son haftalarda Körfez bölgesinde petrol tankerlerine saldırılar ve Amerikan İHA’sının düşürülmesine kadar giden olayların temelinde ise 2015 yılında P+1 ülkelerinin İran’la imzaladıkları anlaşma var. Yaniİran’ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi, Avrupa Birliği ve Almanya ile 2015 tarihinde imzaladığı ve kamuoyunda nükleer anlaşma olarak bilinen Kapsamlı Ortak Eylem Planı (JCPOA). 

İşte ABD yani Trump yönetimi, bu anlaşmadan 08 Mayıs 2018'de tek taraflı çekildiğini açıklamış ve Tahran'a yönelik yaptırımları yeniden uygulamaya başlamıştı. Bu yaptırımlar son bir yıldır safha safha artarak devam ediyor.

JCPOA anlaşması P5+1 (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Almanya) ve İran arasında gerçekleşmiş ve BMGK’nin 2231 sayılı kararıyla hukuksal ve siyasal niteliği kazanmıştı. ABD bu anlaşmadan ayrılarak İran’a karşı anlaşmadaki taahhütlerini gerçekleştirmediği gibi yeni yaptırımları da gündeme getirmiş oldu. İşte bu bağlamda siyasal platformda ve uluslararası arenada resmiyet kazanmış  ve çok taraflı bir anlaşma ilk defa olarak hiçe sayılıyordu.

İran da ABD’ye benzer şekilde karşılık veriyor.  İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, aynı zamanda ABD'nin anlaşmadan çekildiği tarih olan 8 Mayıs 2018'in yıl dönümünde yani 08 Mayıs 2019’daki Moskova temasları sırasında yaptığı açıklamada, "İran İslam Cumhuriyeti, gönüllü olarak kabul ettiği bazı önlemlere ve verdiği sözlere ilişkin eylemlerini durdurmayı uygun görmüştür" açıklamasını yaptı.

Ruhani, İran’ın nükleer anlaşmadan çekilmek gibi bir niyetinin olmadığını, aldıkları kararın JCPOA kapsamında olduğunu ve anlaşma çerçevesi dahilinde hareket ettiklerini belirtti. Ruhani ABD ya da diğer tarafların JCPOA kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda İran'ın da yaptığı bazı taahhütlerden geri adım atmasının önünün açık olduğunu anımsattı. Yani ABD'nin imzasını geri çektikten sonra yeniden uygulamaya soktuğu yaptırımlar, Tahran'ın da taahhütlerini tam olarak yerine getirme yükümlülüğüne son verdiğini ima etti.

Bununla birlikte JCPOA'nın tekrar gözden geçirilmesini talep eden İran, taleplerinin yerine getirilmesi için diğer imzacı ülkelere 60 günlük bir süre tanıdı. Diğer imzacılar olan Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Almanya ve AB'den 60 gün içinde somut çözümler üretmesini istedi.

Bu süre zarfında nükleer programının bir parçası olan zenginleştirilmiş uranyum ve ağır su stoklarını elinde tutacağını duyuran İran, anlaşmanın gözden geçirilmesi talebinin yerine getirilmemesi durumunda nükleer silah üretmek için gerekli olan uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yeniden başlayacağını açıkladı.

Yürürlükteki anlaşma uyarınca İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerinde enerji üretmek için yeterli olan yüzde 3,67 seviyesine çıkıyor. Nükleer silah üretmek için uranyumun yüzde 90 seviyesine kadar zenginleştirilmesi gerekiyor, ancak anlaşma uyarınca İran sadece barışçıl amaçlarla kullanılmak üzere 300 kilogram düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum depolayabiliyordu.

Kriz sertleşiyor, taraflar askeri pozisyon alıyor

Mayıs başında İran’ın aldığı bu kararlar ABD ve Körfez’de ABD ile birlikte hareket eden ülkeleri harekete geçirdi.

İran'nın bu kararının ardından ABD İran'a karşı önlem olarak bir uçak gemisi ve destek filosunu, F-52 tipi ağır bombardıman uçaklarını, F-35 ve F-22 uçaklarını Körfez bölgesine gönderdi.

ABD bunu yaparken İran’ın, Amerikan çıkarlarına saldırmadan önce bir kez daha düşünmeye sevk ettiğini ve ABD’nin İran’ı caydıracak bir pozisyona geldiğini düşünüyordu.

ABD'nin İran'dan gelen tehditleri gerekçe göstererek, Basra Körfezi'ndeki askeri varlığını artırmasına ilişkin İran Dışişleri bakanı Zarif, "Bu kadar fazla miktarda askeri gücün küçük bir alanda bulundurulması kendiliğinden kazalara neden olabilir." ifadelerini kullanmıştı. ABD yönetiminde bu tür "kazaların" yaşanmasını isteyen kişiler olduğuna dikkati çeken Zarif, "Kaza yaşanmaması için azami ihtiyat gerekli. ABD çok tehlikeli bir oyun oynuyor." demişti.

Trump geçen bir yıl içerisinde İran'a karşı duruşunu sertleştirdiği bir dönemde Tahran yönetiminin petrol ihracatını hedef alan yaptırımları uygulamaya koymanın yanı sıra, İran Devrim Muhafızları Ordusunu da Nisan 2019’da ayında "terör örgütü" ilan etmişti.

Buna karşılık Tahran da ABD'nin Ortadoğu'daki tüm güçlerini barındıran Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nı (CENTCOM) "terörist" ilan ederek karşılık vermişti.

Bu karşılıklı adımlar sert adımlar geçen bir ayda bölgede münferit sıcak olaylara dönüştü.

Birleşik Arap Emirlikleri, BAE’nin Füceyre Limanı açıklarında farklı ülkelerden 4 sivil ticari kargo gemisine 12 Mayıs’ta saldırı olduğunu ama bunun İran tarafından yapılan sabotaj olduğunu iddia etti. Suudi Arabistan da aynı bölgede 2 petrol tankerine sabotaj düzenlendiğini duyurdu.

Bu saldırıların yanı sıra, Suudi Arabistan’ın 2 petrol pompa istasyonuna drone saldırısı da düzenlendi.

13 Haziran’a ise Umman açıklarında iki tankere saldırı gerçekleşti. Bu saldırının da İran tarafından yapıldığı iddia edildi.

İran bütün saldırılarda kendisine yönelik iddiaları reddetti.

20 Haziran’da bu kez İran-ABD arasında bir çatışma yaşandı, daha doğrusu İran ABD’ye ait RQ-4 tipi bir İHA’sını düşürdü.

İşte savaş başladı denilen bir ortamda, olaydan iki gün sonra Trump İran’ın saldırısına misilleme emri verdiğini ancak operasyona 10 dakika kala talimatı geri çektiğini açıkladı.

Bu olayın gerginliği ve tarafların birbirini suçlaması sürerken İngiliz donanması 04 Temmuz’da Cebelitarık'ta Suriye’ye petrol taşıdığı iddia edilen İran bandıralı bir tankerin alıkonulması operasyonunu gerçekleştirdi.

İran, Cebelitarık açıklarında İngiltere tarafından durdurulan ve el konulan petrol tankerinin bırakılmaması durumunda bir İngiliz petrol tankerine el koymanın 'görev’ olacağını belirtti.

Bunun hemen sonrasında 10 Temmuz’da İran’a ait 3 teknenin Hürmüz Boğazı'nda bir İngiliz petrol tankerini durdurmaya çalıştığı ancak İngiliz donanmasının uyarısıyla geri döndüğü haberleri medyaya düştü.

Birleşmiş Milletler (BM), İran'a ait gemilerin, Basra Körfezi'nde İngiliz petrol tankerini durdurma girişimi iddialarının ardından bölgede olası bir krizin felaketle sonuçlanacağı uyarısında bulundu.

Tankerleri korumak üzere Basra Körfezi’ne deniz gücü

Bu gelişme üzerine ABD Basra Körfezi ve Umman Körfezi’nde petrol tankerlerinin güvenliğini sağlamak üzere bir deniz gücü oluşturmak üzere harekete geçtiğini görüldü.

Halihazırda bölgede ve Körfez’de ABD’nin yanısıra birçok batılı ülkenin savaş gemisi görev yapıyor. Deniz haydutluğuyla mücadele kapsamında Aden Körfezi ve çevresinde yine ABD liderliğinde görev yapan bir koalisyon var. Rus, Japon, Çin savaş gemilerinin de bölgede olduğu biliniyor. Eğer ABD’nin önerisi destek görürse ki batılı ülkeler enerji ihtiyaçlarının emniyetle karşılanması bağlamında deniz gücü oluşturulmasına katkı vermesi beklenir, deniz haydutluğu kapsamında oluşan koalisyonun yeni görevinin tankerlerin İran tehdidine karşı emniyetini korumak olacaktır.

Böyle bir hamle otomatikman İran’ı suçlu ve tehdit eden bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. İran’ın özellikle Basra Körfezi içinde egemenliğini ve hareket serbestisini baskı altına alan hatta sınırlamayı hedefleyen bu hamlenin uluslararası hukuk açısından sorunlu olduğu görülüyor.

İran’ın ABD’nin keyfi ve tek taraflı yaptırım kararlarıyla petrol ihracatını engelleyip ekonomik olarak zayıflatmak doğrudan İran halkının yaşam hakkını da engellemektedir.

Müzakere arayışları, tehditler

Körfez bölgesinde karşılıklı askeri hamleler ve pozisyon almalar sürerken iki ülkenin liderlerinden de müzakere isteklerinin yanısıra tehdit içeren açıklamalarda da geliyordu.

Trump, Mayıs ayı ortalarında "İran savaş isterse bu İran'ın resmen sonu olur. Hiçbir zaman ABD'yi tehdit etme" ifadeleriyle İran'ı tehdit etmişti. Trump bu açıklamasından yaklaşık iki hafta önce ise İran yönetimine yeni bir anlaşma için görüşme çağrısında bulunmuştu. İran lideri Ayetullah Ali Hamaney de Trump'ın müzakere çağrısını, "ABD bugünkü tavrını sürdürdükçe müzakere zehirdir. Bugünkü ABD hükümetiyle yapılacak müzakere, iki kere zehirdir." ifadeleriyle reddetmişti.

Trump, bunun üzerine "İran ne zaman hazır olursa eğer olursa o zaman bizi arayacaktır. O zamana kadar ekonomileri çökmeye devam edecek." açıklaması yapmıştı.

ABD Başkanı Donald Trump'ın, ülkesini nükleer anlaşmadan çekmesinden sonra İran ile yeni bir anlaşma için müzakereye hazır olduğunu açıklamasını değerlendiren İran Dışişleri Bakanı Zarif, "Sözlerinden dönen kişilerle konuşmaya istekli değiliz. Hiçbir İranlıyı tehdit ederek bir yere varamazsın. Müzakerenin yolu saygıdan geçer, tehditlerden değil." diye konuşmuştu.

İran’ın ABD İHA’sını düşürmesinden sonra ise Trump İran ile savaş istemediğini fakat olası bir savaşta İran'ın "yok olmayla karşı karşıya kalacağını" söyledi. Trump, ABD'nin müzakerelere açık olduğunu fakat İran'ın nükleer silahlara kavuşmasına izin vermeyeceklerini söyledi. Trump, yaptırımların etkisini gösterdiğini ve yaptırım listesine yenilerini eklediklerini de söyledi.

Körfez’de belirtilen olaylar yaşanırken İran verdiği sürenin de dolduğunu belirtip anlaşma kapsamında karşı adımlarını attı.

ABD'nin yaptırımlarına karşı 8 Mayıs'ta anlaşmaya taraf ülkelere 60 gün süre veren İran, zenginleştirilmiş uranyum kapasitesini artıracağını açıklamıştı.

İran Atom Enerjisi Kurumu Sözcüsü Behruz Kemalvendi, 26 Haziran'da yaptığı açıklamada, Avrupalı taraflara verilen sürenin dolmasının ardından zenginleştirilmiş uranyum miktarını artıracaklarını duyurmuştu. 

Nitekim 01 Temmuz’da İran yönetimi, zenginleştirilmiş uranyum limitini nükleer anlaşmada belirtilen 300 kilogram stok limitinin üstüne çıkardığını duyurdu. 

İran'ın yarı resmi haber ajansı Fars'ın haberine göre, Tahran yönetimi yüzde 3,67 zenginleştirilmiş uranyum seviyesini nükleer anlaşmada belirlenen 300 kilogram stok limitinin üstüne çıkardı. 

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) denetçileri de İran'ın zenginleştirilmiş uranyum miktarını ölçtüğünü ve stokların 300 kilogramın üstüne çıktığını tespit ettiklerini açıkladı. 

İran’ın Atom Enerjisi Kurumu Sözcüsü Kamalvindi, yetkililerin uranyum zenginleştirmede kullanılan santrifüjlerin sayısını arttırmayı ve zenginleştirme oranını yüzde 20’ye kadar çıkarmayı görüştüğünü de bildirdi. Sözcü, ‘’Yüzde 20 seçeneği masada. Yerine göre daha yüksek seçenekler de mevcut. IR-1 ve IR-2M santrifüjlerini de yeniden başlatabiliriz’’ dedi. Uranyum saflaştırma işlemlerinde kullanılan IR-2M santrifüjlerinin durdurulması, İran nükleer anlaşmasının en temel başarılarından biriydi. İran’ın anlaşmadan önce Natanz nükleer tesisinde bin adet IR-2M santrifüjü bulunuyordu. Anlaşmaya göre İran’ın mekanik testler için en fazla ikisini çalıştırma hakkı vardı.

Uzmanlara göre uranyumu yüzde 20 saflıkla zenginleştirmek, çok ciddi bir adım zira anlaşmaya imza atmadan önce de İran’ın vardığı seviye buydu. Bu oran, nükleer bomba yapmak için yüzde 90 saflıkta parçalanabilir uranyuma ulaşmak için önemli bir aşama.

İranlı yetkililer İran’ın yüksek derecede ne kadar uranyum saflaştırabileceğini ya da kaç santrifüjü devreye sokabileceğini belirtmiyor. Ancak İran’ın bu tehditlerinin belirsizliği, anlaşmanın tamamen ihlal edilebileceği endişelerini de arttırıyor.

ABD’nin yaptırım politikasının İran’a etkisi

ABD İran’ın Nükleer programından vazgeçip nükleer silaha sahip olmasını engelleme adına gerektiğinde askeri müdahale seçeneğinin masada olduğunu hissettirip yaptırım silahını kullandı. 2000’li yılların ortasından itibaren başlayan yaptırımlar konjonktüre göre artırılıp zayıflatıldı.

En son 2015’deki anlaşma hükümleri gereğince yaptırımlardan tamamen çıkma aşamasına geldiğinde bu sefer Trump’ın ABD’yi tek taraflı olarak anlaşmadan çekmesiyle yeniden yaptırımlara maruz kaldı. Anlaşmanın diğer imzacı ülkeleri ABD’nin yaptırım kararlarını desteklemeseler de uluslararası finans ve bankacılık uygulamalarını kontrol eden ABD’nin özellikle İran’ın petrol ihracatına yönelik yaptırım kararına Türkiye dahil uyulduğu görülüyor.

Ancak İranlılar ülkelerinin uzun vadede sürekli kriz halinde ve yaptırımlara maruz kalmasından yorgun düşmüş durumda. Temel malların fiyatları fırlamış durumda, enflasyon artıyor.IMF, İran ekonomisinin üst üste ikinci yılda da küçüleceğini ve enflasyonun yüzde 40’ı görebileceğini öngörüyor.

Gençler arasında işsizlik yaygın ki İran yönetiminin en korktuğu olay. Çünkü işsizliğin halk arasında rejime karşı isyanı körükleyebileceğinden endişe ediyorlar. Riyalde yüzde 60’ın üzerindeki devalüasyon gerçekleşti. Birçok küçük çaplı fabrika kapandı.

İran’ın yaptırımların çok olumsuz etkilendiğini bizzat İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani açıkladı. Ruhani ülkesinin uluslararası yaptırımlar nedeniyle eşi benzeri görülmemiş bir baskıyla karşı karşıya olduğunu ve ekonominin 1980-88 arasındaki Irak savaşı döneminden daha kötü bir noktaya geldiğini belirtti ve "savaş döneminde bankalarımız, petrol satışımız, ithalat ve ihracatımızla ilgili sorunumuz yoktu, yalnızca silah ambargosuna maruz kalmıştık." dedi.

 

Bu grafikler ve ekonomik öngörüler ABD'nin Türkiye, Çin, Hindistan, Japonya ve Güney Kore'ye tanıdığı İran'dan petrol alım istisnasından önceydi. Bu ülkelere yönelik istisnaların Mayıs 2019’dan itibaren tamamen kalkmasıyla birlikte İran ekonomisinin daha fazla küçülme ihtimali bulunuyor.

 

İran ne istiyor, ABD ne istiyor? İsrail bu senaryoda nerede?

ABD ile İran arasında nükleer kriz olarak bilinen bu süreçte taraflar ne istiyor? ABD terörü destekleyen ülke olarak tanımladığı İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasını ve bu teknolojiyle birlikte nükleer silaha sahip olmasını engellemek istiyor. İran’ın halihazırda sahip olduğu uzun menzilli füze kabiliyetlerini daha da artırması halinde bu füzelerin nükleer başlıklarla donatılıp Avrupa ve ABD’yi vuracağını iddia ediyor.

ABD aslında İran’ın nükleer teknolojiye sahip nükleer silah üretebilen ülkeler arasına yani nükleer kulübüne girmesini istemiyor. Böyle olduğunda İran’ın küresel bir güç haline dönüşmesinden endişe ediyor. Aslında bu endişe ABD’den çok İsrail’in duyduğu bir endişe.

ABD baş, İsrail boyun; Uluslararası ortamın işleyişini canlı bir organizmaya benzetmek mümkündür. Örneğin İnsan vücuduna benzetildiğinde sahip olduğu gücü politikaları ve uygulamalarına bakıldığında ABD baş ise İsrail boyun rolündedir. Beyin, göz kulak burun herşey baş üzerinde olmasına rağmen o başın istediğin yöne döndürülmesi istediği şeyi görmesini sağlayan boyundur. Bu bağlamda İsrail kendi varlığına yönelik bir  ve belki de tek tehdit gördüğü İran’ı sürekli olarak ABD’nin bir numaralı gündemi ve tehdidi olarak görmesini sağlamaktadır.

İşte bu nedenledir ki bütün Amerikan başkanlarının ulusla güvenlik stratejilerinde İsrail’in güvenliğini sağlaması en önemli görev, 1979 devriminden buyana da İran bir numaralı tehdit olarak kabul edilir.

İran ise nükleer enerjiye sahip olmasının hakkı olduğunu ve bunu barışçıl amaçlar için kullanacağını beyan ediyor.

Niyet okuyarak İran’ın nükleer silah üretip saldırı yapacağını söylemek ikircikli bir yaklaşımdır. Bölgede nükleer silaha sahip İsrail’e ses çıkarılmazken, yokmuş gibi muamele edilirken İran’ın hedefe oturtulması iki yüzlü bir politikadır.

Günümüzde dünyadaki küresel mücadelenin ve çatışmaların temelinde enerji kaynaklarını paylaşımı yatmaktadır. Bilinen konvansiyonel enerji kaynaklarının sona erecek olması ülkeleri her ne kadar kullanımı küresel ve insani güvenlik için tehditler içerse de nükleer enerjiye sahip olmaya da itmektedir. Bu bağlamda enerjiye sahip olmak İran ve diğer ülkelerin de hakkıdır.

Bu teknolojiye sahip olmadan mevcut nükleer güçlerin inisiyatifinde kalmak, onların kullanım iznine tabi olmak, onlar ne kadar verirse o kadarını kullanmak bölgesel ve küresel mücadelede geride kalmak, yenilgiyi kabul etmek anlamına gelmektedir.

Nükleer krizde ABD ve İran’ın politikaları ne?

ABD ve yanına aldığı Batılı ülkelerin İran’ın nükleer güç olmasını engellemeye yönelik politikası dört temel düzlemde gerçekleşiyor. Birincisi çevreleme, ikincisi yaptırımlar, üçüncüsü müzakereler, dördüncüsü ise İran karşıtı ittifaklar oluşturma.

ABD 11 Eylül olayları sonrasında Afganistan’ı işgal ettiğinde de aklında İran’ı çevrelemek vardı. Bu nedenledir ki Afganistan’a askeri müdahale, Pakistan’la işbirliğini de düşündüğümüzde aslında İran’ı doğudan çevrelemenin de bir hamlesi oldu.

ABD Irak’ı işgal ettiğinde de aklında İran vardı ve İran’ın batıdan çevrelenmesi ve Arap Yarımadası üzerinden Ortadoğu ile ilişkisini kesmek vardı.

IŞİD’le mücadele adı altında Irak ve Suriye’ye müdahalesinde de yine İran’ın bu ülkelerdeki nüfuz etkisini ve askeri varlığını ortadan kaldırmak, İran’ın Akdeniz kıyılarına ulaşmasını kesmek ABD’nin aklındaki temel hedeflerden biriydi.

Bu çevreleme stratejisiyle eş zamanlı olarak İran’ı içeride de zayıf düşürmek adına yaptırım stratejisi uzun yıllardır uygulamada. Daha önce ifade ettiğimiz gibi ABD bu alanda önemli ölçüde sonuç almış durumda.

Müzakere stratejisi İran’ın nükleer programdan vazgeçirmeye, vazgeçiremese de Batı’nın şartları ve kontrolü çerçevesinde sözde bir nükleer teknolojiye sahip olmasını hedefleyen, bunu da başaramasa bile müzakere yapıyor algısıyla İran’ın nükleer teknoloji çalışmalarını geciktirmenin hedeflendiği görülüyor.

ABD’nin İran’a karşı dördüncü stratejisi ise İran karşıtı ittifaklar oluşturarak İran’ın askeri gücünü kullanmasını ve hareket serbestisini engellemek. 2015 yılında ABD destekli Suudi Arabistan öncülüğünde oluşturulan İslam Ordusu, ki 2017 yılında Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde bu husus yeniden teyit edilmiş, hatta bir adım ileri gidilerek Ortadoğu Güvenlik Teşkilatı oluşturulması kararı alınmıştı. Bunlardan farklı olarak bölgede zaten var olan Körfez İşbirliği Konseyi ve buna bağlı askeri yapılanmaları da bu ittifak oluşumlarına dahil etmek gerekir.

Aralarında diplomatik ilişki olmamasına rağmen Suudi Arabistan ile İsrail’in İran karşıtlığında stratejik işbirliğine girişmesi, bunu Arap-İsrail ittifakına dönüştürme gayretleri İran karşıtı ittifak hamlelerinden bir diğeridir. Yine ABD’nin Yüzyılın Barışı adı altında İsrail-Filistin sorununa çözüm projesinin hedefleri arasında İran’ın Akdeniz kıyılarındaki etkinliğini kırma buralara ulaşmasını engelleme de vardır.

Son olarak Basra Körfezi ve Umman Körfezi’nde tankerlerin korunması gerekçesiyle deniz gücü koalisyonu oluşturma girişimi de diğer bir İran karşıtı ittifak hamlesidir.

İran ise ABD ve Batı’nın bu hamlelerine karşı etrafında oluşan kuşatmayı kırma, muhtemelen bir çatışmanın ülke topraklarında yaşanmasını önleme adına mücadeleyi topraklarının dışında uzaklarda karşılamayı benimsemiş, bunda da kendi çıkarları doğrultusunda başarılı olmuştur. İran bunu yaparken vekalet stratejisini hayata geçirmiştir.

ABD’nin çevreleme stratejisine karşı İran Afganistan’da Irak’ta Suriye’de Yemen’de Lübnan’da, Filistin’de desteklediği yerel güçler üzerinden ABD ve Batı ile vekalet savaşları yürütmüştür. İran bunda da başarılı olmuştur. ABD’nin uzun yıllardır dört ayrı düzlemde sürdürdüğü İran karşıtı politikalara rağmen bugün İran’ın Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’de halen etkili konumadır. Bu ülkelerdeki gelişmeleri etkileyebilmekte zaman zaman yönlendirebilmektedir.

ABD-İran krizinde İran’ın en zayıf noktasını uzun yaptırımlar sonucunda ülkede oluşan ekonomik sıkıntıların halkta yarattığı etkilerdir. İnsanların bu sıkıntılara daha ne kadar dayanabileceği ve rejimi destekleyebileceği soru işaretidir.

Krizin odak noktası; Hürmüz Boğazı

İran-Irak savaşında olduğu gibi ABD-İran krizinin sıcak çatışmaya dönüşmesi halinde bunun odak noktasının Hürmüz Boğazı olacağı korkusu bölgede hakim. Yaptırımlarla petrol ihracatı engellenen İran’ın diğer Körfez ülkelerinin de ihracatını engelleme adına Hürmüz Boğazını kapatabileceği en çok seslendirilen senaryolardan biri.

ABD Enerji Enformasyon İdaresi (EIA) tarafından derlenen verilere göre, İran ve Umman arasında yer alan, Basra Körfez ile Umman Körfezi'ni birbirine bağlayan Hürmüz Boğazı dünyanın en büyük petrol sevkiyat noktası olarak nitelendiriliyor.

Hürmüz Boğazı'ndan geçen yıl günlük ortalama 21 milyon varillik petrol sevkiyatı gerçekleşirken, bu miktar geçen yılki küresel petrol tüketiminin de yüzde 21'ini oluşturdu.

Geçen yıl Hürmüz Boğazı'ndan geçen toplam petrol miktarı, deniz yoluyla yapılan küresel petrol ticaretinin üçte birinden fazlasını oluştururken, küresel sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ticaretinin geçen yıl dörtte birinden fazlası da buradan gerçekleşti.

Hürmüz Boğazından tankerlerle geçerek Körfez’den ihraç edilen petrolün %80’inin Çin, Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi ülkelerin ihtiyacını karşılamak üzere satıldığı gözlerden kaçırılmamalıdır.

Dünyada bölgesel çatışmalar denilince ilk akla gelen petrol ticaretinin aksaması gelse de Çin dahil güneydoğu Asya ülkelerinin ihtiyaçlarının büyük bölümünün bağımlı olduğu LNG sevkiyatını engelleyeceği gözden kaçmaktadır.

Basra Körfezi’ndeki muhtemel bir çatışma ve Hürmüz Boğazı’nın İran kapatma girişimi veya diğer gerekçelerle deniz ulaşımına kapatılması petrol sevkiyatının yanında LNG sevkiyatına da büyük darbe vurabilecektir. LNG ihracatında 13 yıldır art arda dünya lideri olan Körfez ülkesi Katar, bu boğazdan en çok enerji ihracatı gerçekleştiren ülkeler arasında bulunuyor.

Hürmüz’ün kapatılması aslında Batı’dan çok yükselen süper güç adayı Çin haricinde güneydoğu Asya’daki ABD müttefiki ülkeleri de derinden etkileyecektir.

İşte ABD İran’ı çevreleme ve yaptırım stratejilerinde izlediği bu dolaylı tutum stratejiyle Çin ve Hindistan gibi İran’la enerji işbirliğine muhtaç ülkelerin de İran’ın nükleer programdan vazgeçirilmesinde destek almayı hedeflemektedir. Çünkü bu ülkelerin Körfez’in petrol ve LNG ihracaatına ABD ve Batı’dan daha fazla ihtiyacı vardır.

ABD için İran görünür hedef, asıl hedef Çin; Tabi ABD İran’ı sıkıştırırken, onun nükleer güç olmasını engellemeye çalışırken İran’ı terör destek veren ülke tanımıyla da hedef tahtasına oturtmakta, İran’ın İsrail’e yönelik bir saldırıda bulunmasını engellemeye çalışmaktadır.

İran’a yönelik dört ayrı düzlemde sürdürülen strateji İran ve çevresini istikrarsızlaştırmaktadır. İstikrarsız bir İran, ABD ve Batı’nın kontrolüne girmiş Çin’in Bir kuşak Bir Yol Stratejisinde ve yeni ipek yolu stratejisinde çok önemli bir konumda olan İran’ın aslında en zayıf halkaya dönüşmesi de söz konusu olacaktır. Bir Kuşak Bir Yol Stratejinde başarısız bir Çin’in ihtiyaç duyduğu ekonomik ve enerji kaynaklarına ulaşmasının engellenmesi, Çin’in kendi sınırları içerisinde veya yakın bölgesi içinde bölgesel güç olarak kalması demektir. Bu durum Çin’in özellikle ekonomik alanda ABD’nin yerini almasını, yeni süper güç olarak ortaya çıkmasını da engelleyecektir.

ABD-İran krizi savaşa dönüşür mü?

Askeri güç doğru bir manivela ve caydırıcı etkisiyle kullanıldığında krizlerin çözümünde uygun bir araç olabilir. Ancak gerginlik ve krizin kontrolden çıkması halinde de yığınaklanmış ve pozisyon almış güçlerin savaşa girmesi de kaçınılmaz olabilir.

ABD-İran krizinde kriz bölgesi olan Basra Körfezi muhtemel bir çatışmada da harekat alanına dönüşecektir. Bölge ülkesi olan İran’ın  harekat bölgesinde olması, burada askeri güçlerini sürekli konuşlandırmış durumda olması, bölgeyi çok iyi tanıması, coğrafi üstünlüklere sahip olması, bölge ülkelerinde bazı vekil güçleri barındırıyor olması İran’a avantajlar sağlamaktadır.

 

ABD ise bölgeye dışarıdan gelen bir güçtür. Herhangi bir savaş için yeniden konuşlanması, bölgede üsler ortaklar bulmasını gerektirmektedir. Bu da ABD’nin daha fazla hazırlık yapmasına, daha fazla gayret sarf etmesine yol açmakta, oluşturmak zorunda kalacağı koalisyon içinde ortaklarının hedeflerini örtüştürmeyi başarması gerekmektedir.

Bununla birlikte uzunca yıllardır bölgede askeri varlık bulunduran ABD bu bağlamda önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Mevcut konuşlanmasına bakıldığında ABD adeta bir bölge ülkesi konumundadır.

Diğer taraftan iki ülke arasında askeri güç mukayesesi yapıldığında ABD’nin bütçesiyle, asker sayısıyla, nükleer silahlar dahil sahip olduğu ileri teknoloji silah ve füze sistemleriyle, istihbarat ağıyla İran’a karşı açık ara güçlü olduğu ortadadır. Ancak bir ülkeye saldırı ve işgal söz konusu olduğunda silah gücü üstünlüğünün çoğu zaman sonuç almak için yeterli olmadığı da biliniyor. Afganistan ve Irak işgalleri bu konuda ABD’nin yaşadığı başarısız örneklerdir.

Kuşkusuz ABD 2001’den buyana yaşadığı savaşlardan ders almıştır. Artık geniş çaplı operasyonlarla karadan işgal yerine yerel güçlerin kullanılarak hava ve istihbarat operasyonlarıyla destek verilmesini öne çıkaran bir strateji öne çıkmıştır. ABD’nin IŞİD’le mücadele bahanesiyle Irak ve Suriye’de yaptıkları buna örnektir. Trump da bu kriz sürecinde İran’a karşı karadan bir operasyon öngörülmediğini açıklamıştır.

Peki bütün bunlara rağmen bu kriz çatışmaya dönüşür mü?

İran’ın Amerikan İHA’sını düşürmesi bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak ABD’nin buna hemen misilleme yapmaması da bunun bir o kadar zor olduğunu gösteriyor.

Ancak bu olay İran’ın kararlılığını, direncini ve muhtemele bir ABD-Batı operasyonuna karşı koyacağını gösterme mesajını vermesi açısından önemliydi. Belki de ABD İran’ın bu kararlılığını görmek adına İHA’sının hedef olmasına göz yumdu.

Bu nedenle İran’ın Amerikan insansız uçağını vurması belki de her iki ülkenin zımni bir ortaklıkla gerçekleştirdiği kontrollü bir olay olmuştur. Çünkü İran iste de insanlı bir Amerikan uçağını da vurabilirdi. İnsan kaybı da Amerikan kamuoyunu tahrik eder ve Trump’un ciddi bir karşılık vermesine neden olabilirdi.

Aynı zamanda İran’ın ne kadar saldırgan olabileceğini, bölge ve küresel güvenlik için ne kadar büyük tehdit oluşturabileceğini de diğer ülkelere göstermiş oldu. Böylece İran karşıtı yaptırım ve koalisyonlara İran’la geleneksel işbirliği içinde olan Rusya ve Çin gibi ülkeler dahil daha fazla ülkenin katılmasının bahanesini de yaratmış oldu.

Trump'ın önce saldırı kararı verip sonra vazgeçmesi ve bunun açıklanması ise ABD’nin Tahran'a güçlü bir mesajı. İstesek vururduk ama bak vurmuyoruz, ayağını denk al mesajı.

Tabi Trump’ın bu askeri hamleden vazgeçmesinin Amerikan iç politikasıyla da doğrudan ilgisi var. ABD açısından deniz aşırı bölgelerdeki operasyonlar çoğu zaman Amerikan iç politikasının bir aracı haline de gelmiştir. 2020 seçimlerine aday olan Trump’ın ülkesini savaşa sokmuş bir başkan adayı olarak seçimlere girmesi kendisine avantaj sağlamayacaktır. Trump bunu görebilecek kadar kar-maliyet analizi yapabilecek bir iş adamıdır.

Diğer taraftan İran’la krizde İran’a müdahale edilecekse bunun ABD kontrolünde olması gerektiği mesajı verilmiş, İsrail gibi ülkelerin fevri ve sonu çok iyi düşünülmemiş karşılık vermelerinin önüne geçilmesinin de hedeflendiği görülmelidir.

Bu bağlamda; Basra Körfezinde bir ABD-İran savaşı olasılığı geçen yıla oranla yükselmişken bunun hemen savaşa dönüşmesi beklenmemeli.

ABD ile İran arsında doğrudan bir savaştan ziyade halihazırda Yemen, Irak, Suriye’de süren vekalet savaşlarının daha da sertleşmesi beklenmelidir. İran’ın Esad yönetiminden Lazkiye limanında bulunma hakkı elde etmesi, Akdeniz’de adeta bir çıkış noktası bulması İsrail ve ABD’yi rahatsız eden bir husus olmuştur.

ABD özellikle Suriye’deki İran varlığının ülkeden çıkarılması böylece İsrail’e yönelik tehdidin önemli oranda bertaraf edilmesi için Rusya ile genel bir mutabakata vardığı gözleniyor. Rusya da İran’ın Esad yönetimi üzerindeki etkisinden, Suriye ordusundaki yapılanmasından rahatsızdır ve üstü örtülü bir mücadele içindedir.

Benzer şekilde Irak’ta da HaşdiŞabi yapılanması üzerinden Irak’ta etkili olmak isteyen İran’a karşı ABD Bağdat yönetimini daha etkin karşılık vermeye zorlamaktadır. Yemen’de de BAE ve Suudi Arabistan üzerinden İran destekli Husilerle mücadele devam etmektedir.

Bütün bunlar önümüzdeki görünür süreçte bahsedilen ülkelerdeki İran varlığına karşı mücadelenin süreceğine, bu ülkelerdeki İran hedeflerinin vurulabileceğine ancak ABD ile İran arasında İran topraklarını da içine alacak doğrudan bir savaşa dönüşmeyeceğine  işaret etmektedir.

ABD’nin bu süreçte yaptırımların etkisini daha da artarak İran rejiminin zayıflamasıyla birlikte ABD ve Batı’nın dayatmalarını kabullenmesini bekliyor olacağını söyleyelim.

Bununla birlikte ABD’de seçim tarihi yaklaştıkça Trump’ın İran topraklarında “sınırlı” bazı operasyonlara girişmesi olasılığı da giderek artmaktadır.

ABD-İran krizinin Türkiye etkileri

Türkiye’nin komşusu İran’ın Türkiye’nin NATO müttefiki ABD ile yaşadığı krizin hele hele bir de sıcak çatışmaya dönüşmesi kuşkusuz Türkiye’yi de etkileyecektir.

Aslında İran’a yönelik anlattığımız dört ayrı düzlemdeki kuşatma değişik gerekçelerle Türkiye’ye karşı da Türkiye’nin dörtbir tarafında yani çevresinde bir süredir yürütülmektedir.

Basra Körfezi nere Doğu Akdeniz nere denilmesin

Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı oluşan geniş çaplı ittifaklara da bakıldığında İran’a karşı Körfez’de oluşan sözde deniz güvenlik gücü uygulamasının ve Suudi Arabistan-İsrail güdümündeki İslam Ordusu oluşumuyla Ortadoğu Güvenlik Teşkilatının başarılı olması halinde benzerinin S400’lerle başlayacak yaptırım ve engellenmesi süreciyle ilişkilendirilerek Türkiye’nin Suriye’de ve Doğu Akdeniz’de atacağı meşru haklarının engellemesi için de atılabileceği mutlaka görülmelidir.

Hem Basra hem de Suriye-Doğu Akdeniz’de esas planlayıcı lider ülkenin ABD olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.