×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116

 Bu sayfayı yazdır

BÖLGESEL DIŞLAMA MI?

Yazan  23 Mart 2009
SELÇUK OKTAY - Türkiye’de Güneydoğu kaynaklı sorunlar ele alınırken bölgeye yönelik geliştirilen siyasal ve ekonomik politikaların bir dışlama – exclusion- temelinde ortaya çıktığı, bunun sonucu olarak da bölgenin bilinçli biçimde sosyoekonomik geri

siyasal karar mekanizmalarında bölgesel dinamiklerin süreç dışında bırakıldığı iddia edilmektedir. Çalışmanın amacı, bölgedeki sosyoekonomik yapının ve iktisadi problemlerin tarihsel sürecin ve objektif koşulların bir sonucu olduğunu, merkezi yönetimin bölgeye yönelik etnik saiklerden ya da farklı nedenlerden beslenen bilinçli bir dışlama politikası geliştirmediğini, bölgesel dinamiklerin ortaya çıkardığı siyasal güçlerin ülke siyasetinden dönemsel tasfiyelerinin bir dışlama temelinde tanımlanamayacağını, etnik milliyetçilik zemininde bir ideoloji üreten bölge merkezli siyasal bir geleneğin ülke siyasetinin dışına itilmesinin bir dışlama olarak algılanabilecekse de bunun son tahlilde etnik siyasetin söylemlerine hapsolmuş bölge halkının ülke genelindeki siyasal süreçlere dahil edilebilmesine yönelik bir adım olduğunu tartışmaktır.

Dışlama kavramı dar anlamda düşünüldüğünde toplumun belirli bir kesiminin kamu hizmetlerinden mahrum bırakılması olarak nitelendirilebilir ki Türkiye'de Kürtlerin uğradığı iddia edilen siyasal dışlama bu çerçevede ele alınabilir. Diğer yandan geniş anlamıyla dışlama dediğimiz olgu insanları ekonomik yaşamdan, siyasal,toplumsal, kültürel süreçlerden uzaklaştıran, farklı boyutları bünyesinde barındıran, topluma bir bütün olarak bakan ve istihdamdan, sosyal ilişkilerden ve ağlardan, siyasal ilişkilerden ve devlet yönetiminden soyutlayan bir anlamı ifade etmektedir.

Türkiye örneğinde, dışlama iddiaları ekonomik, sosyal, politik ve kültürel kaynakların, özellikle etnik saiklerden ötürü, bilinçli politikalar neticesinde ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin geri bırakılması için eşitsiz dağıtıldığına dayandırılmaktadır. Türkiye'de bölgeye ve Kürtlere yönelik bir dışlamanın olduğu yaklaşımı entelektüel alanda da oldukça yoğun biçimde gündeme taşınan bir konudur. Siyasal süreçlere katılım, ekonomik geri kalmışlık gibi söylemlerden yola çıkılarak bir dışlamanın ve buna dayanan bir etnik sorunun varlığı ortaya konmaya çalışılmaktadır.

Kaynakları kontrolünde tutan hakim etnik grubun, farklı bir etnisiteyi yansıtan bölgeye yönelik bu sözde ayrımcılığı aynı zamanda Türkiye'deki etnik sorun iddialarının da temelini oluşturmaktadır. Sosyolojide bu temelde bir dışlamadan dolayısıyla da bir etnik problemden bahsedebilmek için çeşitli ölçütlere gereksinim vardır. Bunlar eğitimde dışlama, iş alanlarında dışlama, yerleşim alanlarında dışlama, bölgesel dışlama, sosyal dışlama ve aleni dışlamadır. (1) Yazının konusu olan dışlama iddiaları, bölgesel etnik ayrımcılığa dayandırılmaktadır ki bu yaklaşımın temelinde belirli bir etnik grubun elinde tuttuğu merkezi otoritenin Güneydoğu Anadolu Bölgesine yönelik olarak uyguladığı ve bu "azınlıktaki" bölge halkını oluşturan bu etnik grubu yani Kürtleri ekonomik, sosyal ve siyasi yönden dışladığı öne sürülmektedir. Bu varsayım eşit olmayan merkez çevre ilişkileri, devletin egemen etnik grup tarafından kontrolü, bunun sonucu olarak devletin diğer etnik gruplara baskı yapması ve dışlama politikaları uygulamasına dayandırılmaktadır..

Güneydoğu meselesi ya da terör konusu tartışılırken mevcut eğilimlerden birisi sorunun kökenini devletin uyguladığı sözde asimilasyon politikalarıyla açıklamak ve bu sözde asimilasyonun temelini de Güneydoğu Anadolu bölgesinin izole edilmesine, ekonomik tecridine ve iktisadi anlamda bilinçli olarak geri bırakılmasına dayandırmak yönündedir. Güneydoğu Anadolu bölgesine yönelik bu yönde bilinçli bir uygulamanın gerçekliğinden söz etmek mümkün olmasa da, ekonomik açıdan bölgeye yıllardır hakim olan bir geri kalmışlığın, işsizliğin ve yoksulluğun varlığı inkar edilemez. Bununla birlikte bölge gerçeğine hakim olan ekonomik sıkıntılar bölgenin dışlanmasına değil, bölgenin sosyoekonomik kalkınmasının önünde engel oluşturan objektif faktörlere dayanmaktadır.

Güneydoğu Anadolu'nun ve bölge insanının sisteme entegrasyonunun, bölgenin sosyoekonomik gelişiminin ve modernizasyonunun öneminin cumhuriyet kadroları tarafından iyi algılandığını belirten Heper, devletin temsil ettiği bilinçli bir dışlama politikasını reddederek mevcut sıkıntıları açıklamak için dört temel nedene başvurmaktadır. Bunlardan ilki 1858 yılındaki toprak yasasıyla birlikte doğuda toprakların birkaç kişinin elinde toplanması ve bu büyük toprak sahiplerinin tarımda verimin artırılmasıyla ilgilenmemeleridir. İkinci bir faktör, batı bölgeleriyle kıyaslandığında yatırımların Güneydoğu Anadolu'da alt yapı eksikliklerinden ötürü oldukça pahalıya mal olmasıdır. Bir diğer neden, ABD'nin Chester demiryolu projesinin ve Almanların Berlin-Bağdat demiryolu projesinin tamamlanamaması olarak gösterilmektedir. Son olarak da Türkiye'de planlı kalkınmayla birlikte sanayileşmenin öne çıkması ve ekonomisi tarıma dayanan bölgenin bundan olumsuz etkilendiği, bölgeye özel sektör yatırımlarının çekilmesinin zorlaştığı vurgulanmaktadır. (2) Prof. Özdağ ise bölge coğrafyasının bölgenin dünya pazarına eklemlenmesini engellediğini, bölgenin ticaret yollarından ve limanlardan uzak olmasının etkisiyle, bölgeye yönelik tüm iyi niyetli girişimlere rağmen geri kalmışlığın ortaya çıktığını belirtmektedir. (3)

Güneydoğu Anadolu bölgesinin yansıttığı coğrafi yapı ticari faaliyetlerin kısıtlanmasına yol açmış, hayvancılık dışındaki ekonomik faaliyetlerin gelişmesine imkan tanımamış, aşiret yaşamının, feodal ilişkilerin kökleşmesine neden olarak iktisadi ve sosyal gelişmenin önünde engel teşkil etmiştir. Bu coğrafi yapı, Lapidius'a göre geçmişte Osmanlı idaresinin ve toprak sisteminin bölgeye nüfuz etmesine de izin vermemiştir. (4)

Diğer yandan bölgesel koşulların temsil ettiği tüm olumsuzluklara karşın, bölge ekonomisinin geliştirilmesi ve ülke kalkınmasına eklemlenmesi adına merkezi yönetimin, mevcut imkanlar çerçevesinde bölgeye ciddi kaynaklar aktardığı görülmektedir. 1983'ten 1992 yılına kadar geçen zaman diliminde yatırım rakamları incelendiğinde kişi başına yatırımın Karadeniz bölgesinde 36, Marmara bölgesinde 71 iken Güneydoğu Anadolu'da bu rakamın 256 olduğu görülmektedir. (Kişi başı yatırım endeksi 100 birim olarak kabul edilmiştir).(5) Türk devlet yönetiminin ve siyasetinin yansıttığı deneyimlerle bölgenin meselelerini ve bölgenin Türkiye içinde temsil ettiği sorunu doğru bir zeminde kavrayabildiklerini söylemek mümkün olmasa da, farklı dönemlerde siyasi liderlerin bölgenin ekonomik gelişimi açısından olumlu bir duruşu sergiledikleri ortadadır. Türkiye'nin doğu bölgelerinin iktisadi olarak yalıtılmış pozisyonu ve kapalı bir ekonomik yapıya sahip olması önemli bir sorun olarak algılanmış, ulaşım ağlarının geliştirilerek bölgenin çevreye açılmasının, nüfus yoğunluğunun arttırılmasının, endüstrinin geliştirilmesinin önemi dönem dönem vurgulanmış, bölge insanının ekonomik faaliyetlerle ilgili eğitiminin gerekliliğine işaret edilmiştir. Baraj inşaatlarının yapımını öngören, su kaynaklarının ve torağın geliştirilmesini hedefleyen projeler ekonomik kalkınma hedefine yönelik iyi niyetli çabaları yansıtmaktadır. Demirel döneminde başlanan ve halen devam etmekte olan Güneydoğu Anadolu Projesi de büyük bir alt yapı ve kalkınma projesi niteliğindedir.

Türkiye'de Güneydoğu kaynaklı siyasal hareketlerin geleneğine baktığımızda etnik aidiyetlerin ön planda olduğu, bir ülke partisi olmaktan çok bir bölge partisi gibi hareket ettiği görülmektedir. Bölge siyaseti, Kürt siyasal geleneği açısından bakıldığında bölge halkının tüm toplumdan soyutlanmasına neden olan bir "biz" ve"öteki" ikilemi yaratmaktadır. Böyle bir ikiliğin yaratılması temelde, Kürt siyasetinin bölgeyi, ayrılıkçı politikalarını realize etmekte bir cephe olarak kullanması eğilimine dayanmaktadır. Kürt siyasetinin temsil ettiği bu ayrılıkçı ve etnik milliyetçiliği teşvik eden eğilim, bölgesel dinamiklerin ürettiği siyasi oluşumların son tahlilde geçmişte görüldüğü gibi tasfiyesiyle sonuçlanmaktadır; dolayısıyla prensipte bir ayrılığa yol açarak reel bir dışlamanın varlığına yol açtığı düşünülebilir. Fakat burada ortaya çıktığı iddia edilen dışlamanın, Türkiye örneğinde söylendiği gibi merkezi yönetimin ve bürokratik geleneğin bölgenin bir bütün olarak siyasal ve yönetsel süreçlerden, iktisadi faaliyetlerden soyutlanması yaklaşımının mı, yoksa bölge merkezli/tabanlı siyasal oluşumların ülke bütünlüğüne yönelen politikalarının entegrasyon sürecine zarar vereceğini düşünen ve üniter yapıyı savunan merkezi yönetimin, bu anlamda meşru olarak değerlendirebileceğimiz bölgesel hareketleri tasfiyesinin mi yol açtığı önemlidir.

Cumhuriyeti kuran kadroların Kürt kökenli yurttaşlara yönelik ilgisi, Kürtlerin devleti ve toplumu meydana getiren asli unsurlardan biri olduğu ve Kürtlerle tarihten gelen ortaklıkların olduğu yönündedir; böyle bir algının sonucu da devlet eliyle bir dışlamanın yaratılmaması, aksine sosyolojik bütünleşme süreci boyunca devletin, ayrılıkçı eğilimler olmadığı müddetçe, siyasal temsil de dahil olmak üzere tüm yönetsel süreçlerde bölge dinamiklerini içerme eğilimidir. Bununla birlikte Kürt siyasi partilerinin dönemsel tasfiyeleri, merkezin kamu güvenliğinin sağlanmasında homojen bir toplumsal yapının oluşturulmasında bu hareketlerin temsil ettiği ayrılıkçı eğilimlere ve etnik milliyetçiliklere karşı bir savunma refleksi şeklinde ele alınmalıdır. Bunun aksini, yani bu tasfiyelerin bir dışlama yaratmak için gerçekleştirildiğini ortaya koyabilecek objektif verilerin varlığından bahsetmek mümkün değildir.

Türkiye'deki Kürt siyasal geleneğini temsil eden ve bugünkü DTP'nin öncülleri olan DEP, HEP, HADEP, DEHAP gibi oluşumların hukuk alanında karşılaştığı kapanma, seçime sokulmama, milletvekillerinin hapis cezasına çarptırılması gibi uygulamalarla merkezi yönetimin, bölgesel dinamiklerin yoğunluk oluşturacak şekilde TBMM'de ve siyaset arenasında temsili konusunda fiili engeller yaratarak bölgenin siyasal anlamda dışlanmasına yol açtığı iddia edilmektedir. Bunun da ötesinde siyasal temsil konusundaki bu ayrımcılığın, bütün bir cumhuriyet tarihine yayıldığı düşüncesi söz konusudur. Oysa Osmanlı sonrası yeni devletin kuruluşundan bu yana parlamentoda yer alan Kürt kökenlilerin sayısı istatistikle ele alındığında hiç de azımsanmayacak rakamlar ortaya çıkmaktadır. Yine 1925 yılındaki büyük isyanın başını çeken Şeyh Sait'in torunları, 1998 yılına kadar hem TBMM'de hem de Kürt toplumu içerisinde siyasal ve toplumsal etkinliklerini sürdürdükleri görülmektedir. Sosyolojik bütünleşmenin ve kültürel etkileşimin doğal bir sonucu olarak Kürt kökenliler toplumsal yaşamda ve siyasal alanda eşit haklara sahip olmuşlardır.

Toplumsal yapı ve sosyal ilişkiler yönünden Güneydoğu Anadolu'nun durumu incelendiğinde, sosyal mobilizasyonun zayıf olduğu, feodal yapıların, aşiret ilişkilerinin toplumsal yaşama nüfuz ettiği görülür. Feodal etmenlerin ve dini saiklerin toplumsal yaşam üzerindeki etkisi, erkek egemen bir toplumsal yapının olması, kadınların ve çocukların sosyal ilişkilerden dışlanmasına yol açmaktadır. Bölgeye egemen olan aşiret yapılanması ve feodal ilişkiler, esasen tarihsel geleneğin bir parçasıdır ve Osmanlı'dan cumhuriyete uzanan süreçte varlığını korumuştur. Cumhuriyet döneminde bu hakim yapının çözülmesine yönelik girişimler olsa da, merkezi yönetim feodal yapının dönüştürülmesini gerçekleştirememiş, yerel ve bölgesel liderlerin yönlendirdiği toplumsal model varlığını korumuştur.Devlet, Kürtlerin çağdaşlaştırılmalarına yönelik samimi bir duruşa sahip olsa da, bölgedeki toplumsal ilişki modeli, uzun yıllar etkisini korumuş ve bireylerin sosyal yaşamdan izole olmasına yol açmaktadır.

Dışlama tartışmalarını ve buna dayanan etnik sorun iddialarını kimlik ve kültür temelinde ele alan yaklaşımlar, sözü edilen sorunun çözümü adına çok kimlikli-çok kültürlü bir toplum modelini dayatmakta ve böyle bir toplumsal modelin siyasal yapıya da taşınmasını önermektedir. Bu tarz yaklaşımların sosyolojik anlamda yüksek bir homojenliği yansıtan Türkiye'de uygulanması ayrışmalara yol açacaktır. Sosyal bütünleşme sorunları yaşamayan bir topluma sahip Türkiye'de çok kültürlülük sürecinin bir içerme(inclusion) yaratacağını düşünmek akılcı değildir. Kültür ve kimlik konusunda üzerindeki durulabilecek güncel bir mesele de devlet televizyonunda Kırmançça yayına başlanmasıdır. Bu yeni uygulama kendi içerisinde ilginç bir ironiyi barındırmaktadır. Kürtlerin bütüne dahil edilmesine yönelik bir adım olarak sunulan bu yaklaşım, aslında Kürtleri ötekileştirmekte, reel bir dışlama yaratmaktadır. Bu yayın politikası, cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürtlerin ve bölgenin kurumsal olarak ötekileştirilmesini temsil etmektedir. Devlet, cumhuriyet tarihine hakim olan entegrasyon politikalarının tam tersine bu adımıyla Kürtlere "benim dışımdasın" demektedir. Kültürel anlamda olumlu bir adım gibi ele alınabilecek bu politika, bir içerim değil bir dışlama yaratmaktadır.

Türkiye'de Kamu yönetimi reformuna yönelen tepkiler, bir noktada siyasi iktidar ile bürokrasinin bölgeye yönelik farklılaşan algılamalarını ortaya koymaktadır. Güvenlik bürokrasisinin, Kamu Yönetimi reformuna karşı çıkmasının ardında merkezi yönetimin bazı yetkilerinin yerel/bölgesel unsurlara devri sonucunda, terör örgütünün bu birimlerde kadrolaşması endişesinin yattığı bilinmektedir. Yerelleşme ya da bölgeselleşme etkinliğin ve verimliliğin sağlamasının yanında yerel ve bölgesel unsurların içerimini kolaylaştıracağından faydalı bir eğilim olarak görülebilir. Yine de merkezi yönetimin kaygıları temelsiz değildir. Kamu Yönetimi Reformu tasarısına göre, taşra teşkilatları kaldırılacak olan bakanlıkların teşkilatları yerel yönetimlere devredilecektir. Bu yasa tasarısı geniş bir muhalefetle karşılaşınca iktidar partisi bu tasarıyı geri çekse de farklı yasa tasarılarıyla bu reform hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.

Merkezi yönetimin yetkilerinin yerele ve bölgesele doğru kayması, bölgeye yönelik sözde dışlamanın geriletilmesi ve içerimin teşviki gibi görülebilecekse de, pratikte bunun sonuçları yine bir ironiyi yansıtabilir. Yerel ya da bölgesel unsurların geniş yetkilere sahip olacağı federasyon benzeri bir yapı ya da bir federasyon modeli sadece Türkiye'de farklı tanımlara uğrayan soruna çözüm olabilecek bir çerçeve sunmayacağı gibi, devletin ekonomik sosyal etkinliğinin azaldığı, halka götürülen hizmetlerin zarar gördüğü bir yapı haline gelecektir. Türkiye'de federasyon tartışmalarını gündeme getiren Özal'ın dahi bir federatif sistemin gerçekleşmesi halinde bölgeye yatırımların hangi kaynaklarla gerçekleştirileceğini sorgulaması düşündürücüdür. Bu bakış açısıyla yetkilerin yerele kaydığı ve yönetim yapısının dönüştüğü bir model, halkın yaşam standartlarının daha da geriye gitmesine neden olacaktır.

Türkiye'de Güneydoğu Anadolu merkezli dışlanma söylemleri, siyasal-ekonomik-yönetsel bir realiteyi yansıtmaktan ziyade bölge halkının psikolojisinden kaynaklanan bir olgudur. Dışlanma algısının temelinde de bu psikoloji yatmaktadır. Kürt kökenli yurttalar kendilerine karşı bilinçli ayrımcılıkların uygulandığına dair kesin bir yargıya sahiptirler; bu psikolojinin aşılmasında Kürtlerin kendilerinin toplum içindeki diğer gruplarla eşit bir şekilde algılamalarını sağlayacak toplumsal bir terapinin gerçekleşmesi kaçınılmazdır.

Devletin bölgeye yönelik yaklaşımı hukuk düzenin devamlılığı ve kamu güvenliğinin korunması, "Kürt" etnik kimliğinin ön plana çıkmasının engellenmesi, milli kimliğin bölgede teşviki, bölgenin modernizasyonu, toplumsal bütünleşme sürecinin politik yaşama entegrasyonu ve hizmetleri sağlayacak etkin bir kamu örgütlenmesinin bölgeye nüfuz etmesini öngörmektedir; meselenin bu kabullerle ele alınması sorunun daha doğru anlaşılmasını ve çözüme giden yolların daha kolay bulunmasını sağlayacaktır.

Toplum içerisinde uzun yıllardır süren karşılıklı kültürel etkileşim paylaşılan değerler ve tutumlar, ayrılıklarından çok daha fazladır ve bu yüzden Güneydoğu'da devam eden sorunlar dışlanmaya dayanmamaktadır. Dışlanma denen olgu temelde Kürtlerin etnik kimliğinin ön plana çıkmasının engellenmesine yönelik çabalardır. Devlet, cumhuriyet tarihinin genelinde, toplumu meydana getiren unsurların bir kültürel etkileşim sürecinden geçtiğinin ve sosyolojik bütünleşmenin devam ettiğinin bilincindedir ve bu çerçevede bölgeye yönelik politikalarının temeli bir dışlama amacına yönelmemiş, bir etnik sorunun ortaya çıkmasına yol açacak bir tavır gelişmemiştir.

_____________________________________________________________________________

1- 1- Yılmaz, Aytekin. Etnik Ayrımcılık-Türkiye, İngiltere, Fransa, İspanya. Vadi Yayınclık, Ankara 1994, p.59-86 / Kılıç,Ş. Biz ve Onlar, Türkiye'de Etnik Ayrımcılık, Metis Yayınları, İstanbul 1992.l
2- Heper, M. Devlet ve Kürtler, Doğan Yayıncılık, İstanbul 2008, p.18-19
3- Özdağ, Ü. "PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?", Kripto Yayıncılık, Ankara 2008, p.131
4- I. Lapidius, A History of Islamic Societies, Cambridge 1988., aktaran Taha Akyol