Bu sayfayı yazdır

17 Aralık Sonrası Travmaları-Etnik Travma

17 Aralık Brüksel kararları bir algılama yönetimi yapılarak Türkiye zafer olarak sunuldu. Ancak şimdi basının en büyük ortak olduğu psikolojik operasyonun sis bulutları dağılıyor.

AB'ye nota veren hükümette dahil herkes önümüzdeki "ucu açık" yani ne zaman biteceği ve tam üyelikle bitip bitmeyeceği belli olamayan sürecin Türkiye'de ortaya çıkaracağı travmalarla ilgili endişeleniyor.

Yaşanacak olan travmaların başında etnik travma geliyor. AB, 2004 İlerleme Raporu'nda ortaya koyduğu "azınlıklar meselesi"ni yeniden düzenlenecek olan "Katılım Ortaklığı Belgesi"ne (üçüncü belge) eklemek isteyecektir. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Lozan Anlaşması ve Türkiye'nin üniter devlet niteliğinin değişmesi gündeme gelecektir.

AB etnik kimlikleri güçlendiremeyi ahlaki nedenlerle değil, Brüksel'in merkezi gücünü artırmak ve milli kimliklerin yerine bir üst Avrupa kimliği inşa etmek için seçmiştir. Bu, AB üyeleri ve tam üyesi olmak isteyen ülkelere yönelik "etnikleştirme" politikasının birinci dinamiğidir.

AB içindeki ikinci etnikleştirme dinamiği eski Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin AB tam üyesi olmaları sürecinde gelişmiştir ve Kopenhag Kriterleri şeklinde ifade edilmektedir. SSCB'nin çökmesi ile birlikte, 1 Dünya Savaşı sonrasında Londra'nın kurmuş olduğu yapay bir devlet olan Yugoslavya etnik bir savaşa sürüklenmiştir.

Yugoslavya'da başlayan savaş AB üyesi ülkelerin başkentlerini benzer etnik merkezli bir savaşın Doğu Avrupa'da da çıkacağı konusunda çok endişelendirmiştir. Doğu Avrupa'da çıkacak bir etnik savaşın AB'ye insan göçü ile sonuçlanacağını düşünen Brüksel çözümü jeopolitik bir genişleme yaparak Doğu Avrupa'yı içine almakta bulmuştur. Doğu Avrupa'nın AB ile bütünleştirilmesi sürecinde Doğu Avrupa'da yaşayan azınlıkların haklarının güvence altına alınması süreci ikinci etnikleşme dinamiğini oluşturmuştur.

AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikalarında bu iki dinamiğin büyük etkisi olduğu şüphe götürmez. Nitekim Türkiye'den de Doğu Avrupa ülkeleri için ortaya atılan "Kopenhag Kriterlerini" uygulamasını istenmesi bu etkinin somut bir göstergesidir. Ancak AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikasının başka dinamiklerinin de olduğu görülmektedir. AB'nin Türkiye'ye politikalarının nihai hedefinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. AB'nin etnik merkezli Türkiye algılaması nedir?

Avrupa oriyantalizminde bir süreden bu yana Alman oriyantalizmin kaynaklanan bir yaklaşım hakimdir. Bu yaklaşım Türkiye'nin "Yugoslavya gibi sunni bir ülke olduğu", "Türk milleti diye bir milletin olmadığı" tezine dayanmaktadır. Orient Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Udo Steinbach "sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla kurduğu yarattığı yapay ürün olan Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk milletidir. Böyle bir millet yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk milleti Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları" demektedir.

Bu yaklaşım 90'lı yıllar boyunca Avrupa'da hakim görüş haline getirilmiştir. Türkiye'nin SSCB ve Yugoslavya gibi bir halklar mozaği olduğu ancak bu halkların haklarının halklardan birisi olan Türkler tarafından gasp edildiği bilinçlere kazınmaya çalışılmıştır. AB 2004 İlerleme Raporunda Türkiye'deki azınlıklarla ilgili yer alan ifadeler Avrupa oriyantalizmine hakim olan anlayışın teknik ifadelerle anlatımından başka bir şey değildir. Yani, Türkiye'de Türk diye bir millet yoktur. Olan zorla hakları gasp edilmiş farklı azınlıklardır.

17 Aralık sonrasında Yeniden hazırlanacak olan Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alacak azınlıklar konusunun temelini oluşturan 2004 İlerleme RaporundaTürkiyede olduğu söylenen azınlıkların toplamı, rapora göre 35 milyon ile 45 milyon arasındadır.

AB, Türkiye'de azınlık olarak nitelediği Kürtlerin sayısının 15 ile 20 milyon arasında olduğunu, Alevilerin ise Türk kimliği dışına itilerek, 12 ile 20 milyon arasında olduğunu ileri sürmektedir. Çerkezler 3 milyon, Boşnaklar 1 milyon, Romanlar 500 bin olarak nitelendirilmektedir. Hristiyan azınlıkların ise 100 bin civarında olduğu ileri sürülmektedir.

Bazıları, Rapordaki azınlık kavramının önemli olmadığını, Avrupalılar ile bizim azınlık anlayışlarımızın farklı olduğunu ileri sürerek konuyu önemsiz göstermektedir. Oysa bir sosyoloji kitabı değil uluslar arası ilişkiler belgesi olan Rapordaki azınlık kavramı BM'in temel aldığı tanıma yakındır. Yani "azınlık, sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan, üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur."

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de "sunni Türkler",egemenliği gasp etmiş, diğer etnik grupları egemenlik dışına itmişlerdir. Sunni Türkler, azınlıkta bulunmalarına rağmen devleti kontrolunda tutarak haksız yere egemenliği gasp etmiş gösterilmektedirler. Böylece sunni Türkleri "Yugoslavya'nın Sırpları" veya "Irak'ın sunni Araplar" konumuna oturtulmaktadır.

AB, azınlık olarak tanımladığı gruplarla ilgili olarak haklar talep etmektedir. Hangi grupların azınlık olarak tanınacağı konusu tamamen AGİT'in Helsinki Bildirisine (1975) göre devletlerin karar alanına bırakılmasına rağmen AB Türkiye'ye bu hakkın tanınmamaktadır.

Kopenhag Kriterlerinin kabul edilmesinin grup hakları değil, bireysel haklar doğuracağını söyleyen AB şimdi devletler ve anayasa hukuku tarafından tanınan azınlık gruplarının kabul edilmesini talep etmektedir. Bireysel hak ve özgürlükler alanı aşılarak azınlıkların grup hakları alanına girilmiştir.

AB Türkiye Raportörü M. Oostlander'in hazırladığı ve Mart 2004'de kabul edilen raporda Türkiye'nin yeni bir anayasayı yürürlüğe sokması ile Lozan Anlaşmasında tanınan azınlıklarla ilgili düzenlenmenin değişeceğini ve Ankara'nın Lozan'ın ilgili maddelerinin minimalist yorumundan vazgeçeceğini kaydetmiştir. Oostlander'in neden bu kadar kesin konuştuğu belli değildir.

Keza AB daha önce hiçbir ülkeden talep etmediği "BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi"ne Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. Fransa gibi AB üyelerinin imzalamayı reddettiği "Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini" Türkiye'nin kabul etmesi talep edilmektedir.

AB'nin Türkiye'den azınlık olarak kabul etmesini istediği grupların çoğunluğu oluşturması gibi sakat bir yaklaşımın yanında azınlık olarak kabul ettiği Kürtlerin "kendi kaderini tayin hakkını" Avrupa Parlamentosunun kabul etmektedir.

BM 2625 sayılı kararı ile kendi kaderini tayin hakkını,"Hükümeti, halkının tümünü temsil eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozucu hiçbir eylem yapılamaz" denilerek sınırlandırılmıştır. AP, 15 Aralık 1994 tarihli kararında "Türk hükümetinin ülkenin tamamını temsil etmediği kararını alarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul" etmiştir.

AP, 2004'de ise Öcalan'ın tekrar yargılanmasını, "Azınlık Partilerinin" %10'luk seçim barajından muaf tutulmalarını ve Kürtçenin Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde ikinci resmi dil olmasını talep etmiştir. "Azınlık partileri" için barajın düşürülmesi talebi Avrupa Komisyonu İlerleme Raporunda da tekrar edilmiştir.

AB'nin Türkiye'ye önümüzdeki dönemde İngiltere, Belçika ve İspanya'yı çözüm örneği olarak göstermesi bugün ki gelişmeler ışığında şaşırtıcı kabul edilmemelidir.Türkiye etnik bir travmaya doğru sürüklenmektedir. Üstelik Irak'taki gelişmeler bu travmayı güçlendirecek niteliktedir.

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü