Selefiler Kimdir, Selefilik Nedir?

Yazan  30 Haziran 2014

Bundan yaklaşık dört yıl önce Ortadoğu ve Türkiye için Selefiliğin büyük bir sorun oluşturacağını söylediğimde hem İlahiyatçılardan hem de Uluslararası ilişkiler üzerine çalışan akademisyenlerden tepki almıştım. Bu konuda yazmaya başladığımda da meseleyi abarttığım yönünde eleştirilere maruz kaldım.

Bugün tarih benim öngörülerimde ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Yazılı ve görsel medyada, akademik camiada her gün Selefilik üzerine bir konuşmaya tanıklık ediyoruz.  Buna rağmen hala Selefilik konusunda ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu da söylemeliyim. Ortadoğu üzerine çalışan akademisyen ve gazeteciler teoloji eğitimi almadıklarından meselenin ideolojik ve sembolik dilini anlamakta zorlanıyorlar. İlahiyatçılar ise tarihin dehlizlerinde kaybolarak, sosyo-politik değişimi ve farklılaşmanın aktörlerini dikkate almıyorlar. Biz her iki alanda uzun okuma ve çalışmalarımızı birleştirerek yayıma hazırladığımız eserden hareketle konuyu kısa ve özlü bir biçimde ortaya koymaya çalışacağız.

Türkiye’de Selefilik konusundaki hemen hemen birçok tanım ve terim ya Selefi ya da batılı kaynaklardan alıntılanılarak kullanılmaktadır. Bu nedenle Selefilik ya Peygamber sonrası ilk üç nesli ihtiva eden İslam’ın ilk dönemlerindeki saf, otantik, sahih yoruma tabi olanlar için kullanılmaktadır ya da tümüyle radikal, fundementalist ve cihatçı gruplarla ilişkilendirilmektedir. Bu her iki yaklaşımın da özcü bir yanlışı vardır. O da siyasal hareketlerin ve yapıların sabit, değişmez bir özleri olduğuna olan inançtır. Oysa hiçbir siyasi aktör ve yapı doğduğu gibi kalmaz süreç içinde değişir ve farklılaşır. İkinci hataları ise, siyasal ve sosyal hareket ve yapıların her zaman aynı tepkiyi vereceğini varsaymalarıdır. Oysa içinde bulundukları toplum, coğrafyaya kadar içinde bulundukları siyasal kültür ve kurumsal yapılarda bu oluşumların farklı tepkiler vermesine yol açar. O halde Selefiliği tek biçimci bir dille okumak oldukça yanlış olacaktır.

 I.Tarihsel Süreçte Mezhepsel Kimlikler

Şimdi başlıktaki temel sorumuza geçebiliriz. Selefiler kimdir ve Selefilik nedir? Selefiliği anlamak için öncelikle İslam düşünce tarihinde mezheplerin ortaya çıkış sürecine kısaca değinmek gerekecektir. Zira bugün Selefilik ile İslam’ın II. Asrında kullanılan "Selef”, “Selef-i Sâlihin” ve “Eh-i Hadis” gibi terimlerin eşanlamlı olarak kullanılması bu sürecin doğru anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi sosyal olaylarda her zaman birbirinin yerine kullanılan kelimeler daima aynı anlama delalet etmezler. Tabi olaylarda Sun, eş-Şems, Sonne kelimeleri gökyüzündeki güneşe yani aynı varlığa delalet ederken, sosyal olaylarda Demokratie, la Démocratie, Democracy kelimeleri aynı olguya delalet etmemektedir. Sosyal olayları tanımlamak için kullanılan isim ve kavramlar tarihsel süreçte anlam değişimine uğrarlar. Bu bazen anlamın daralması bazen anlamın genişlemesi bezen de anlam kaybına uğraması şeklinde tezahür eder. Söz gelimi kim demokrasinin Türkiye, İngiltere ve Almanya’da aynı anlama geldiğini söyleyebilir ki? Öyleyse sosyal olaylara ilişkin kavramlarımız hem tarihsel süreçte hem de coğrafyalarda farklı anlamlar içerir.

İmdi “Selef”, “Selef-i Sâlihin” ve “Ehl-i Hadis” ve “Ehl-i Sünne” Hicri II. Asırda ortaya çıkan bir tavır ve yöntem tarzıdır. Bu tavrın ana dinamiğini dini anlamada te’vil’e (yoruma ve akli çıkarıma) karşı olması oluşturur. Daha çok “Ehl-i Rey” dediğimiz Ebu Hanife tarafından temsil edilen dini nasların anlaşılmasında yorumu ve uygulamayı dikkate alan anlayışa karşı olarak ortaya çıkmıştır. Bu tavrın bir ekol olarak adı ise Hicri IV. Asırda bir kelam alimi olan mezhepleri ve grupları tasnif eden bir eser kaleme alan Eş’ari tarafından Ashabu’l-Hadis olarak kayıtlara geçirilmiştir. İslam düşünce tarihinde mezhep dediğimizde iki farklılaşmayla karşılaşırız: Birincisi Fıkhi-Ameli mezhepler: Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafi, ikincisi İtikadi-Kelami mezhepler: Harici, Şii, Mu’tezili, Eş’ari, Matüridi. Bu mezheplerin teşekkül süreci hicri XI. Asra kadar devam etmiştir. Buna karşılık hicri III. Yüzyıla kadar İslam dünyasında bildiğimiz anlamda bir mezhepleşme olmamakla birlikte iki farklılaşma dikkate çarpar. Bunlardan biri Ehl-i Rey diğeri de Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünnet ve ne kadar ilginçtir ki bunlar ilk anda birbirine rakip olarak konumlanmışlardır. Bu dönemde Kurulan Emeviler ve Abbasiler ise devlet kurumları ve hukuk sisteminde Ehl-i Rey’i ve dolayısıyla Hanefiliği merkeze taşımışlardır. Ne yazık ki Ehl-i Rey ve Ebu Hanife’nin (ö. H. 150) daha çok erken bir dönemde hukuk sistemi ile kelami ve fıkhi mezhepler üzerinde oynadığı rol  sürekli ihmal edilmiş yada görmezden gelinmiştir.

Ehl-i Sünnet tabirinin ilk kullanımı ile üçüncü yüzyıldan sonraki yaygın kullanımı arasında anlam farkı bulunmaktadır. İlk kullanışta Ehl-i Sünnet Ehl-i Hadisi temsil ediyordu. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemeat adı Sünni dünyanın henüz tamamını kuşatacak kadar geniş bir anlam kazanmamıştı. Buna göre, İslam’ın Hicri II. Yüzyıl ile sonrasında gerçekleşen mezhepleri ve gruplaşmaları şu şekilde tasnif edebiliriz:

II. Yüzyıldaki Gruplaşmalar ve Çatışmalar

Burada Fıkhi Mezhepler ifadesi, Müslümanların evlilikten alışverişe, vergiden kamu düzenine kadar geniş bir alandaki hukuki düzenlemeleri içeren norm ve yasa koyma işlevini yerine getiren mezhepleri ifade eder. Kelami Mezheplerle ise, teolojinin Allah-İnsan ve Allah-Varlık ilişkisini belirleyen ilkeleri içeren normları oluşturan mezhepleri tanımlar. Bugünkü yanlış algının aksine Müslüman toplum mezhepler üzerinden kurumsallaşmış ve yapılanmıştır. Mezhepleri toplumsal bilginin üretildiği paradigmatik çerçeveler olarak görmek mümkündür.  Mezhepler geleneksel toplumda dini ve gündelik bilginin üretildiği epistemik cemaatler olarak kabul edilebilir. Mezhep uleması epistemik  cemaatte  bir  ortak  anlayışın/ konsensüsün  oluşmasını  sağlayan bilim  cemaatine benzetilebilir. Bir mezhebin benimsediği yöntemler ise dini bilginin amacı ve işlevi;  neyin ele alınıp ne tür soruların sorulması ve araştırılması gerektiği, bu soruların nasıl ifade edileceği; başvurulacak yöntemler,  teknikler ve araçlar ile elde edilen nasıl yorumlanacağı ve test edileceği konusunda yol gösteren bazı standartlar sunar. 

Dolayısıyla geleneksel mezheplerle bugün sosyal gruplar olarak cemaatlerin doğrudan bir ilişkisi yoktur.  Geleneksel mezhepler birer epistemik cemaat iken, modern cemaatler daha çok siyasi ve sosyal cemaatlerdir. Epistemik cemaat, “bir bilme, bilgi, kavrama, anlama cemaatidir ve bilgiyi inşa eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren, bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu ima eder”. Epistemik cemaat, genel mana da bir yayın organı ile sesini duyurur. Bu yayın organı bu gün akademik camiadaki “dergi”ler iken, Mezheplerin yayın organları da Fetvalarıdır. Fetvalar aynı zamanda normların kaynağını oluşturur. Mezhepler uzun süre İslam toplumunda paradigmatik çerçevelerini korumayı başarabilmişlerdir. Fetvalar bu paradigma içinde karşılaşılan yeni sorunların çözümünü sağlayan dinamik bir içtihad alanı sağlamıştır. Böylece İslam toplumda altıncı yüzyıla kadar aşağıda yer alan tasnifte görüldüğü gibi çoğulcu bir paradigmatik çerçeve oluşmuştur:

11. Yüzyıldan itibaren İslam dünyasının büyük çoğunluğunu egemenlikleri altına alan Türkler, Hanefiliği yasama ve yürütmede önceleseler bile, farklı mezheplerinin yaşamasına da imkân vermişlerdir. Böylece Hicri VI. Yüzyıldan itibaren Sünnilik diğer bir deyişle Ehl-i Sünne ve’l-Cema’a kavramı oldukça geniş bir anlam kazanmıştır. Sünni dünyayı hem itikadi ve fıkhi alanda hem de ahlaki alanda farklı mezhep ve tarikatların yaşadığı çok farklı ve çeşitli bir dünya olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. 11. Yüzyıldan 18. Yüzyıla kadar toplumsal alanda farklılıklarını koruyan ve Sünni dünyada yaşama imkânı bulan mezhep ve tarikatların önemli bir kısmını şu şekilde işaret edebilirim:

 O günkü toplum ve medrese sistemi ile Osmanlı’nın merkezi gücü dikkate alındığında toplumda yer alan Fıkhı mezheplerin dağılımı da yaklaşık olarak şu şekilde gösterilebilir:

 

II.Vehhabiliğin Ortaya Çıkışı: Selefilik

19. yüzyıla gelindiğinde Sünnilik içinde ilk defa siyasi ve itikadi derin bir bölünme gerçekleşti. Vehhabi isyanı şeklinde doğan bu kalkışma Sünniliği tasfiye ederek İslam’ın hicri II. Asrında doğan Selef yöntemini benimsediğini ilan etti. Ama aslında Hanbeliliğe dayanıyordu. Vehhabilik İslam’ın ilk döneminde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki kavgayı yeniden dirilterek Muaviye’nin Şam Emevi Devletini diriltmeyi kendine hedef yaptı. 1802’de Kerbela’yı basarak Şii hacıları kılıçtan geçirdiler ve kadınlarla çocukları esir ettiler. Mezhep olarak ise Hanbelîliğe yaslandılar. Osmanlı uleması bu mezhebi Sünniliğin dışında görerek, ona kurucusundan dolayı Vehhabilik adını verdi. Vehhabiler Peygamber sonrasındaki üç nesil sonrası (Peygamberi görenler yani Sahabe; Sahabeyi görenler yani Tâbiûn; Tâbiûnu görenler yani Teba-i Tâbiûn) yaşanan ve ortaya çıkan tüm mezhep ve geleneği İslam’dan uzaklaşma olarak ilan ettiler. Emevi devletini tek ve gerçek İslam devleti kabul ettiler. Osmanlı’da dahil bu üç nesil sonrası tüm geleneği sapma ve bid’at olarak tanımlayarak reddettiler. Hatta mevlid, kandil, türbe, gibi uygulamaları şirk, metafizik, tasavvuf, kelam gibi ilimleri de küfür saydılar. İşte aslında bu gün adına Selefilik dediğimiz mezhep işte böyle doğdu ve kendine Suud devletiyle bir kimlik edindi. Vehhabilik Suud Krallığı ile devletleşirken kendisine çekirdek bir paramiliter örgütte kurmayı başardı. İhvan denilen bu teşkilat Necid bölgesinde göçebe Arap kabileleri şehirlere yerleştirerek hem rejimin koruyuculuğu görevini üstlendiler hem de Suud devletinin savaşçı gücünü oluşturdular.

19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlının çöküş sesleri duyulmaya başlandığında entelektüel dünyada da Vehhabiliğin izinden gidilerek, İslami düşüncenin geleneğin ağırlığından ve mezheplerin taklidiciliğinden kurtarılması fikri yeşermeye başladı. Islahat ya da yenileşme fikrinin ilk öncüleri Cemalettin Afgani (ö. 1838-1897), Muhammed Abduh (ö. 1849-1905) ve Reşit Rıza (ö. 1865-1935) oldu. İslami hareketler ya Afgani gibi siyasi yolla devrim yaparak İslami canlanma ve ıslahatlar yoluyla İslam ülkelerini Avrupalıların iktisadi ve siyasi nüfuzundan kurtarma yolunu seçtiler ya da Abduh gibi eğitim yoluyla devrim yapmayı kendilerine hedef olarak belirlediler. İslam’ın anlaşılmasında mezhep sistematiğini reddeden ve hurafeden temizlemek adına da geleneği aradan çıkaran bu ıslah hareketleri teolojik olarak Vehhabilikle birçok açıdan benzer özellikler taşımaktadırlar. Böylece Vehhabilik Entelektüel Selefiliğe evirilmeye başladı.

Vehhabiliğin Selefiliğe evirilmesiyle, 20.Yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasında Sünnilik bir orta yol görüşü olmaktan çıktı ve mezhep sistematiği tamamen terk edildi. Buna karşılık İslamcı gruplar ve Tasavvufi gruplar Selefiliğin çevresinde alan kazandı. Dolayısıyla bu gün İslam dünyasında ve Türkiye’de Müslümanların zihin dünyasında Sünniliğin ve mezheplerin oldukça dar bir etkisi vardır. İslami amel, pratik ve inanç alanlarını mezhepler değil bunun yerine modern İslamcı gruplar, cemaatler, tarikatlar ve büyük oranda da Selefi düşünce doldurmaktadır. Bu gün Sünniliğin içerisi, Mezhepler tarafından doldurulan bir kavram olmaktan çıkmıştır. Sünniliğin içi daha çok Selefilik tarafından doldurulmaktadır. İçinde bulunduğumuz çağda Selefiliğin etrafındaki gruplaşmaları ve geleneksel yapıdan farklılaşmaları şu şekilde tanımlamak mümkündür:

Görüldüğü gibi Müslümanlar için Fıkhi mezheplerin rolü yalnızca ibadet alanları ile sınırlı kaldı. Buna karşılık gündelik yaşamı ve siyasal davranışları güdüleyen ana akım Selefiliğe tutunmuş İslamcı gruplar ve tarikatlar oldu. Bu açıdan bakıldığında İslam coğrafyasında iki büyük anlatı vardır; birisi Selefilik diğeri de Şiiliktir. Buna karşılık diğer anlatılar daha çok Selefiliğin networkuna tutunan vassal kimliklerdir. Ya onlar adına kavga etmekte ya da onlardan rol devşirmektedirler. Elbette bu onlardan bağımsız olarak var olmaya çalışan cemaat ve tasavvufi gruplar ile klasik mezhep sistematiği içinde yol bulmaya çalışan topluluklar olmadığı anlamına gelmez. Fakat Selefilik sahip olduğu yumuşak ve sert güç araçlarıyla hızla onların alanlarını daraltmakta ve kendi alanını genişletmektedir.

Özellikle bu değişime 80’lerde yeni konjonktür eklendi. 1979’da Sovyetler Afganistan’ı işgal etti. 1970’lerin sonlarından itibaren belirgin oranda Filistin’e verilen destek 1980’lerin sonlarında Afganistan cephesine de yönelmeye başlandı.  Abdullah Azzam, Suudi hükümeti ve halkının sadece 1983 yılından itibaren Afgan cihadı ile birlikte olduğunu söyler. 1980’ler açıkça batının Cihadi dediği benim ise Devrimci Selefilik dediğim selefiliğin doğuş yıllarıdır. Afgan cihadı 1992 ilkbaharında sona geldiğinde, mücahitleri yeni yerler beklemekteydi. 1992 Bosna ve 1995 yılı sonlarında Tacikistan Çeçenistan yeni cepheler oldu.  1990’lardan itibaren, terör örgütleri ve ideologlar Müslüman genç nesillere İslam’ın bu yorumunu yaymak için interneti ustaca kullanılandılar. 20. yüzyıla birlikte İslam dünyasındaki inkırazı geleneğin üzerine yıkan Selefilik, üç akım çıkarmıştır. Tecdid, İhya ve Yenilenme denilen hareketle Islahçı Selfilik, Kur’an dönüş adı altında Entelektüel Selefilik, Afgan iç savaşıyla birlikte Devrimci Selefilik. Ama ne olursa olsun tüm kazanımlar Selefiliğin hanesine yazılacaktır. 20. Yüzyıldan sonra şöyle ya da böyle Türkiye’de dahil İslamcılığı etkileyen ve yönlendiren ana akım Selefi Networku şu şekilde tasnif edebiliriz:

 

III.Sünnilik Paradigmasındaki Değişim ve Mezhepler

19. yüzyıl sonrasında İslam dünyasında Sünni paradigmada çok önemli bir kırılma yaşanmış ve Müslüman toplumun geri kalmasının faturası geleneğe ve mezhep sistematiğine çıkarılmıştır. İslam dünyasında entelektüel ve ideolojik hareketlerin çoğu ve dini eğitim ana akım Selefiliğin etkisi altında kalmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türkiye’de yer yer Hanefilik üzerinde durulmuş, 80’lere kadar Ankara İlahiyat ve Yeniden Milli Mücadele Birliği içinde bu hassasiyet korunmuş olsa da etkili olamamıştır. Hindistan alt kıtası, Mısır ve İstanbul gibi bir çok merkezde dini düşünce ve eğitim artık bu yeni paradigmaya göre şekillenmeye başlamıştır. Mezhepler salt ilmihal bilgisiyle sınırlı kalmaya yüz tutmuştur. Kur’an’a bazen de Kur’an’a ve Sünnete dönüş paradigması mezhep sistematiğinin yerini almıştır.

Dolayısıyla bu gün sanıldığının aksine mezheplerin hayatımızda yeri oldukça sınırlıdır. Selefi hareket giderek tek ve ulaşılabilir topluluk olarak ümmeti siyasallaştırmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne ve sömürgeciliğe karşı daha genel bir İslami kimlik oluşturmuştur. Selefiler, kendilerine hizmet eden sözde otantik bir dindarlık olan daha genel ve ulus ötesi bir İslam anlayışı geliştirdiler. Özetle Osmanlılar’a karşı isyan eden Vehhabilerin, kurdukları devletlerle, Ortadoğu’da her zaman belirleyici ve aktif failler olarak konjonktürel süreçleri ABD ile birlikte çok iyi yönettikleri ve kullandıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Ortadoğu’da Selefilik Sünnilik içinde modern dünyanın en güçlü örgütlü yapısı olmuş ve kurdukları networkla Afrika’dan Pakistan’a, Asya’dan Kafkaslara kadar birçok coğrafyada siyasal fail olarak süreçlere müdahil olabilmeyi başarmıştır.

Selefiliğe kadar mezhepler epistemik cemaatler olarak dini, hayatın içine yerleştirirken, Selefilikle birlikte dini hareketler dini ideolojik bir araç olarak hayatı İslamlaştırmak için kullanmaya başlamışlardır. Bunun yol açtığı en büyük değişim aslında geleneksel İslam’da mezheplere teorik alt yapı oluşturan İslam teolojisinin, felsefesinin ve tasavvufunun yerini salt Fıkhi (caiz caiz değil diyalektiği) olanın alması olmuştur. İslam teolojisi, felsefesi ve tasavvufunun yani hikmet ve irfanın yerini Selefi ideoloji almıştır. Böylece Fıkhi mezhepler artık gerçek işlevini göremez hale gelmiştir. Sözgelimi gelenekte Hanefilik ile Matüridilik iç içe iken artık Hanefi-Selefi alaşımı onun yerini almıştır.

Bu nedenle Selefiliğin geleneksel Mezheplerle nasıl bir ilişki içinde olduğunu anlamak önemlidir. Selefilikle Hanbelilik bir çok noktada birbiriyle birleşirler, bu nedenle çoğu kez aynı âlimler tarafından temsil edilirler ve birbiri yerine kullanılırlar. Aralarındaki ilişki birleşiklik ve iç içelik ilişkisidir. 

Hanefilikle Selefilik ancak amel ile inanç arasında düalist bir ayrım yapıldığında bir arada bulunabilirler. Burada kişinin zihnini bir kompartıman gibi ikiye bölmesi lazımdır. Ya da Hanefiliğin Usul ve yöntemlerini Şafiliğe yaklaştırması gerekir. Son dönemlerde oldukça çok yapılan bir yaklaşım tarzıdır. Ama yine aralarındaki ilişki bir ayrılık ilişkisidir.

 

Selefilikle Şafiilik, Hanbelilik kadar olmasa da birbiriyle uzlaşabilir ve denklik ilişkisi içinde bulunabilirler. Zaten Şafiiliğin de bazen Ehl-i Hadis yöntemini takip ettiği dile getirilir. Şafilik Kelami mezheplere ve Felsefi tasavvurlara yaklaştıkça Selefilikten uzaklaşmakta Hanefiliğe ve Matüridiliğe yaklaşmaktadır. Kelam ve felsefeden arındıkça da Selefilikle aynı terazide yer almaktadır.

 

 

Selefiliğin en uzlaşmaz olduğu mezhep Matüridiliktir. Özellikle Hem Hanefi hem Matüridi bir düşün alanı ile Selefilik bir arada bulunamaz. Matüridilik ile Selefilik arasında karşıtlık ilişkisi bulunduğundan,  Matüridilikten arındırılmış bir Hanefilik, Selefiliğin nüfuz etmesine imkân tanımıştır. Matüridiliğin inanç alanı ile Selefiliğin inanç alanı konusundaki fikirleri tam bir tezat oluşturur.

 

Bu ilişkiler dikkate alındığında Selefiliğin Sünnilik olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Selefiliğin Sünniliği kabul etmesi, içinde Matüridilik olduğu sürece imkânsızdır. Bu gün Türkiye’de birilerinin Selefiliği Sünnilik olarak isimlendirmesi kendi geleneklerini inkar etmek anlamına gelir. Bunun için Sünniliğin oldukça dar bir anlama sahip olması gerekir. Selefilik, ancak içinde Hanbeliliğin olduğu bir Sünnilik tanımına sahip olabilir. Ya da içinde yalnızca Fıkıh mezheplerinin yer aldığı bir Sünniliğe kısmen onay verebilir.  Dar Anlamıyla Selefilik seçim, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri tamamen şirk ve küfür görürlerken, geniş anlamıyla Selefilik Fıkıh ve Kelam mezheplerine eleştirel ve eklektik bir şekilde yaklaşırlar, mezhepler arası geçişe imkan tanırlar ve seçim ya da demokrasiyi İslami bir devlete geçiş için araç olarak kabul ederler.

    

Görüldüğü gibi Selefilik kendisi bir mezhep olmaktan daha çok Hanbeliliğe yaslanarak ya da diğer Fıkhi Mezhepler içinde kendine yer bularak varlığını sürdürür. Bu kuşkusuz Selefiliğin kendi içinde farklılaşmasına yol açar. Bazen kendi halinde bazen elinde silahla gördüğümüz selefi farklılaşmanın sebebi de budur. Çünkü İslam düşüncesinde Fıkhi Mezheplerin çoğulculuğu ve farklılığı hazmetme kapasiteleri farklıdır:

Mezheplerin Çoğulculuk ve Farklılık Kapasiteleri

Selefilik Hanbelilikle iç içe geçtikçe katılaşmakta, Hanefilikle buluştukça ise hazım kapasitesi artmaktadır. Bu açıdan Vehhabi-Selefilik katı ama Mısır’da uzun yıllar Hanefi geleneği canlı kaldığından Selefilik daha pasiftir. Elbette bunda ülkelerin yönetim modeli ve kurumsal yapıları da göz ardı edilmemelidir. Söz gelimi Avrupa’da Selefilik ile Yemen’deki Selefiliği, inanç ve ideoloji kadar iki farklı ülkedeki demokratik kurumsal yapılar ve siyasal düzen de farklılaştırmaktadır. Sonuç olarak, Selefilik temelde bildiğimiz anlamda Kelam mezheplerini inkar/reddederek onların yerini dolduran bir harekettir. Selefilik bildiğimiz anlamıyla klasik bir mezhep değildir. Selefilik dini bir harekettir.  Selefilik doğrudan Sünnilik olarak da görülmez zira o Sünniliği sadece kendisi ile sınırlı görür. Bu konuda sorulması gereken en temel soru: İtikatta İmamınız kimdir? sorusudur. Bu soruya normalde bir Hanefi: İmamız Matüridi’dir, diye cevap verirken Şafiler İmamız Eş’ari’dir diye cevap verir. Selefilere bu soruyu yönelttiğinizde ise alacağınız cevap: Selef’tir, şeklinde olacaktır. Geleneksel anlamda Matüridiliğin ve Eş’ariliğin olmadığı bir Sünnilik asla mümkün değildir.

Bu açıdan Selefilik hem mezhep hem de Sünnilik olarak isimlendirilemez, isimlendirilmemelidir. Benim görüşüm, metin ve hadis merkezli olmayıp İçtihad düşüncesini öne çıkaran Selefileri, Islahçı Selefiler;  Hadis ve metin merkezli, kurtulmuş fırka iddiası taşıyan, dışlayıcı karakter taşıyan ve silahlı eylemi ve şiddeti bir yol olarak gören Selefileri ise Devrimci Selefiler olarak adlandırmaktır. Hanbeliliğe bağlı olan Selefileri ise Vehhabi-Selefiler olarak adlandırırken, diğer mezheplere bağlı olan Selefileri yine yukarıda ki temel ölçütlere göre ya Islahçı ya da Devrimci olarak isimlendirmek daha doğru gözükür. Türkiye ise Islahçı Selefilik ile Devrimci Selefilik arasında savrulmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de dini düşünce, İslamcılığın Selefiliği bir yol ve yöntem olarak dayatmasıyla Sünniliğin o kuşatıcı ve çoğulcu dilinden uzaklaşmaktadır. İlahiyatlar ve Diyanet, Hanefi ve Matüridiliği ilmihal bilgisinin ötesinde bir din anlayışı olarak kuşatıcı biçimde ele alıp öğretmemektedir. Hatta Diyanet yayımladığı iki ciltlik ilmihalde ve yaptığı imtihanlarda geleneksel mezhep tasniflerine aykırı olarak Selefiliği bir mezhep olarak, bazen de Ehl-i Sünnetin içindeki ilk mezhep olarak tanıtmaktadır. Bu ise Selefiliğe hem meşruiyet kazandırmakta hem de diğer mezhepler yanında ona üstünlük sağlamaktadır. Selefiliğin en temel özelliği, İslam geleneğinde irfani ve hikemi geleneği kendi içinde mezcetmiş Osmanlı’nın Kelami geleneğini tamamen reddetmemesidir. Aslında Selefi ideolojinin bu kadar keskinleşmesine ve katılaşmasına sebep olan unsurda aslında bu geleneği dışlamasıdır. Bu nedenle, YÖK’ün 2013’de İlahiyatlarda felsefe ve kelam derslerinde ciddi bir kesintiye gitmeye yönelik çabası Selefi zihniyetin bir yansıması olarak görülmüştür.  Selefiliğin ortaya çıktığı günden itibaren Müslüman toplumlardaki çeşitliliğe ve farklılığa karşı neden bu kadar düşman olduğunu anlamak için, Selefiliğin geçmişten günümüze dostları ve rakipleri diye bir tasnif yapsak şu tablo karşımıza çıkacaktır:

Sanırım bu tablo yalnızca kimdir bu Selefiler sorusunun yanıtını değil aynı zamanda Selefiliğin neden bu kadar hızla yayıldığını Irak ve Suriye’de kimlerle ittifak yaptığını ve Selefiliğin yayılması ile asıl kaybedenin kim olduğunun da cevabını verecektir. Yukarıda dostlar arasında yer alan İhvan Teşkilatı gören okur, Mısır’da Mursi’ye Selefilerin karşı oluşunu bir tezat olarak görebilir. Fakat Mursi’ye karşı olan Selefililerin Vehhabi-Selefi oldukları unutulmamalıdır. Ayrıca Hasan el-Benna’nın Hanbeli yönteme bağlı olduğu bilinmelidir. Selefilikle, Şiilik kendi ideolojik kimliği için bir düşman kazanmakta ve varoluşunu güçlendirmektedir. Çünkü hem Selefilik hem de Şiilik devletler tarafından temsil edilirken Türkiye sözüm ona mezhepler üstü takılarak, çoktandır Selefiliğe eklemlenmiş durumdadır.  Bu savaşta düşman kimlikler olarak Şiilik ve Selefilik sürekli taraftar ve alan kazanmakta ama Hanefilik sürekli kaybetmektedir. Türkiye sözde mezhepçilik yapmazken aslında mezheplerin çoğulculuğunu yok eden Selefiliğe sonuna kadar destek vermektedir. Geleneksel anlamda Sünnilik bin bir çiçekle bezenmiş bir bahçe iken Selefilikle bu bahçe adeta çölleştirilmektedir. Türkiye kendi bahçesini kurutan bir bahçıvana benzemektedir…

Hilmi Demir

-1993 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu.

-1994 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesine araştırma görevlisi olarak atandı.

-1996 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kelam Anabilim Dalında Yüksek
Lisansını, 2001 yılında doktorasını tamamladı.

-2002 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalına Yardım
doçent kadrosuna atandı.

-2002-2003 tarihleri arasında Kırgızistan OŞ Devlet Üniversitesinde görev yaptı.

-2003-2004 tarihlerinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesinde dekan yardımcılığı görevinde bulundu.

-2009 Tarihinde Doçent, 2014 tarihinde Profesör kadrosuna atandı.

-Halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyeliği yapmaktadır.
-Türkiye Günlüğü, Türk Yurdu, 2023 gibi Ulusal dergilerde yayımlanmış makaleleri ve "Delil ve İstidlalin Mantıki Yapısı İlk Dönem Sünni Kelam Örneği", " Mit Kozmoz ve Akıl", "Mit Kozmos ve Akıl: Zerdüştlük Maniheizm Hıristiyan Gnostikler ve İslam" adlı yayımlanmış kitapları bulunmaktadır.
-Ortadoğu'da Mezhepler, Gnostik inançlar, Selefilik, İslami Hareketler konusunda çalışmaktadır. 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display