Bu sayfayı yazdır

Üstün Düşünce

Yazan  14 Mart 2014

Amerikalı düşünürlere göre; Fransa bir ‘toprak parçası’, İngiltere bir ‘halk’ ama Amerika ‘üstün düşünce’dir[1]. Amerikan projesi üstün fikirler üzerine kuruludur. Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş uygarlık seviyesini hedeflemişti. Siyasal düşünce ve ideolojiler tüm toplumu bir arada tutacak birleştirici inanç ve değerler kümesi temin ederek, çimento görevi yaparlar[2]. İktidara geldiklerinde politikacıların ne yapacaklarına ilişkin inançları, değerleri ve kanaatleri olmalıdır. İdeolojiden sıyrılmış siyaset yok olmaya mahkûmdur çünkü bu siyaset insanlara maddi kişisel çıkarlardan başka bir şey sunmaz. Bugün siyasal ve sosyal gelişmeler karşısında yok olmuş gibi gözüken ideolojiler, aslında çağa ayak uydurma gayretindedir. Nitekim bir yandan Sosyalizm öldü denilmekte ve Batı liberalizminin nihai zaferi ilan edilmekte, diğer yandan Liberalizmin bunalımına işaret edilmektedir. Milliyetçilik ise küreselleşmenin olumsuz etkileri mücadele ederken, post-modern, ulus-üstü ve çok kültürlü meydan okumalara intibak etmeye çalışmaktadır. Yeni ideolojik düşünce bir yandan dünyayı anlama çabası verir, bir yandan da hayatta kalmaya çalışır. John Maynard Keynes; “Kendilerini entelektüel çalışmalardan muaf tutan pratik insanlar, genellikle ölmüş bir ekonominin esiridir” demişti. Politikacılar ve bilim adamları dünyayı genellikle içgüdülerine, bazı büyük adamların düşüncelerine dayanan varsayımlarına ve entelektüel birikimlerine göre izlerler. Çok partili hayata geçilmesine rağmen Türkiye’de büyük insan kitleleri düşünceyi değil lideri seçerek oy verdi. Türk siyasi hayatındaki rekabet içi boş ideolojik söylemlerin ötesine geçememiştir.Bu makalede, dünyada ideolojilerin ve siyasal düşüncelerin geldiği konum ve Türkiye ile ilgili bir durum tespitinde bulunacağız.

İdeolojilere ne oldu?

İdeolojiler, dünyanın anlaşılması ve açıklanması için kullanılan bir bakış açısı sağlar ve sonuçta siyasi faaliyeti harekete geçirecek amaçların tespitine yararlar. Klasik liberalizme göre kişi devletten önce gelirdi. Hegelci devletçi anlayışına göre ise devlet her zaman öncelikli idi ve kişinin görevi ona hizmet etmekti. 18. yüzyıl Fransız devrimleri ile şekillenen Batı ideoloji geleneği bugüne kadar pek çok uluslararası gelişmenin arkasındaki ideolojik düşüncelere rehberlik etti. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı üç ana düşünceden biri olan ‘özgürlük’; bireyciliğe verdiği önem ile siyasi alanda Liberalizm, ekonomik alanda ise Kapitalizm ideolojisinin doğmasına yol açtı. ‘Eşitlik’ ilkesi ekonomik alanda Sosyalizm ve Komünizm’e temel teşkil ederken, ulus-devletlerin çoğalmasına yol açan ‘milliyetçilik’ düşüncesinin (ırkçılığa varan bir düzeyde) Sosyalizm ile birleştirilmesi ise Faşizm’in (Nasyonal Sosyalizm) doğuşuna yol açtı. Faşizm, 1945’de yolun sonuna geldi. Komünist ideolojinin her ne kadar 1989’da Sovyetler Birliği ile çöktüğü ilan edilmiş olsa da dünyada hala 4 ülkede Komünist, onlarca ülkede ise Sosyalist ya da Sol rejimler iktidardadır. Bununla beraber, Kapitalizm özellikle 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik kriz ile derin bir yara aldı. Ekonomiyi bir ‘görünmez el’in idare ettiğini düşünenlerin sayısı oldukça azaldı. Ayakta kalmakta zorlanan Liberal ideolojiye de güven sorunu yaşanmaktadır. Kapitalist sistem çöküş sürecine girmişken, yeni ve liberal olmayan güçlerin ortaya çıkışı beklenmektedir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte Klasik Marksist anlayış tarihe gömülürken Kapitalizme alternatif bir akım üretemeyen Marksizm yeni arayışlara girdi. Klasik Marksist düşünceden bugüne uyarlanabilecek teorik esaslar olduğunu düşünen teorisyenler dünya politiğini; küresel kapitalizm sürecinin bir parçası olduğu savını esas alan bir çerçeve içinde açıklamaya çalışmaktadır. Klasik anlayışının ötesinde Marksist teorisyenler çağdaş dünya politiği literatürüne dâhil olan dört ilave teori geliştirmişlerdir; (1) Dünya sistemi teorisi; (2) Gramscianizm; (3) Eleştirel teori; (4) Yeni Marksizm. Dünya sistemi teorisi, Gramscianism ve eleştirel teori üzerinde çalışanlar Marks’ın fikirlerini 20. yüzyıldaki kendi dünyalarına tercüme etmişlerdir. Yeni Marksist düşünce sahipleri ise doğrudan Marks’ın kendi yazılarından hareket ettiler. 21. yüzyılda sol stratejilerin hala tutunduğu temel parametre “eşitlik” olgusudur. Batıda Sol teorik boşluk ihtiyacı uzun bir zamandır ‘sosyal demokrasi’ ile karşılanmaktadır. AB’deki "Sosyalist Sol" kapitalist güçlerle uzlaşma yoluna girmiştir. Ancak, Avrupa’da bugün ya da görünen gelecekte (eğer hala varsa) "devrimci solun" anti-kapitalist bir mücadeleye girişeceğine dair hiçbir işaret yoktur.  İngiltere’de Tony Blair ile başlayan ‘Liberal virüs bulaşmış yeni sol’ anlayışı dünyaya olduğu kadar Türkiye’ye de yansıdı. İşte o tarihten bu yana sol tüm dünyada neo-liberal politikalar karşısında yeniden doğmaya çalışmaktadır.

Siyasal ideolojilerin izleri modern devleti ortaya çıkaran süreç ile başlar. 1648 yılında “imzalanan Westfalia anlaşması modern devlet anlayışının doğuşunu temsil eder. Westfalia sistemi hala geçerli olmakla birlikte, uluslararası sistemi yeniden değerlendirme ihtiyacı da açıktır. Uluslararası ilişkiler ortamı “anarşi” ve “hiyerarşi” olarak sınıflandırılmaktadır. Hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır[3]. Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. Kısaca, hegemonya kabul edilmiş eşitsizliktir.Kapitalist ülkelerin birbiri ile daha iyi entegre olduğu ve fonksiyonel bağımlılığın savaş ihtimalini azalttığı tezi[4], son 200 yıldır hemen hemen tüm savaşların kapitalist ülkelerin açgözlülüğünden çıktığı gerçeğini örtememektedir. Değişim dönemlerinde insanlar dünyada işlerin nasıl yürüdüğü ve gelecek ile ilgili daha bilinçli olmak isterler. Soğuk Savaş sonrası böyle bir dönemdi. Yeni dünya ile ilgili üç modeli; Francis Fukuyama(The End of History and the Last Man), Samuel Huntington(The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order) veJohn Mearsheimer(The Tragedy of Great Power Politics)makale ya da kitap olarak yayınladılar.Üç yazar da dünya politikalarına dalmış ama bugünün doğal felaketlerine, biyoteknoloji konusundaki gelişmelere, yapay zekâ, kitle imha silahları ile ilgili gelişmelere değinmemişler, doğal olarak 11 Eylül 2001’deki saldırıları beklememişlerdi. Belirli değişimler için güvenilir işaretler olmadıkça, bugün olduğu gibi umulandan farklı bir dünyada yaşamaya devam edeceğiz.

Siyasal düşünce ve devletler

Amerikalılara göre modernite’nin savaşı kabile anlayışının geleneksel, gönüllüğe dayanmayan barbar şekillerinden bugünkü modern ve gönüllü olanlarına doğru çeşitli şekillerde olmaktadır. Afrika ormanlarında ağaç üstünde yaşayan Homo Sapiens’ler ile başlayan kabile yaşantısı nesilden nesile geçerek aile, etnik, ulusal temelli kabilelere dönüşmüştür. Amerika’nın sivil savaşları hepsi de bir kabile ideolojisi içinde olan monarşizm ve emperyalizm, Nazizm (ırkçı kabilecilik), Komünizm (ekonomik kabilecilik) ve faşizm (ulusal kabilecilik) ile yapılmıştır[5]. Bu mücadeleler paralelinde gelişen, kişilerin yönetime onay verme gönüllüğü ‘egemenlik’ kavramını geliştirmiştir. Gönüllü kabilecilik hayatımızın pek çok alanında futbol takımı taraftarlığı, okul yarışları, motor kulüpleri gibi uygulamalar altında devam etmektedir. Bugün Amerika’da elit bir grup, ülkenin 360 milyonluk nüfusuna elektrik ampulünden tuvalete kadar ne kullanacağını, ne yapacağını söylemektedir[6]. Muhafazakâr liderler Ronald Reagan ve Margaret Thatcher, merkezi planlamanın işe yaramadığını ilan etmişti. Öte yandan, Sosyalist düşüncenin de başarılı olduğu söylenemez. 1930’larda Avrupa’nın en verimli topraklarına sahip Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde 6 milyon kişi, Mao’nun Komünist Çin’inde de on milyonlarca kişi açlıktan öldü. Sol, ekonomik eşitliği savunurken, iktidarda gücü, büyük ölçüde eşitsiz bir şekilde elinde tuttu. 20. yüzyıl biterken dünyadaki Sosyalist ve Komünist ülkeler merkezi planlamadan vazgeçmeye başladılar. Hindistan ve Çin, ekonomi üzerindeki devlet kontrolünü oldukça azalttılar. İronik olan, Komünist Çin idaresindeki Hong-Kong’un dünyanın en serbest pazarı seçilmesidir.

Çin Komünist Partisi, sosyal iç düzenini korumak adına 30 yıl kadar pazar ekonomisini engellemişti. Çin’in akıllı stratejik seçimi ekonomik küreselleşmeden kaçınmak yerine kucaklamak ve bu amaçla dünyaya açılmak oldu. Bu kapsamda, kırsal kesimde hanelere sözleşme sistemi uygularken, 14 sahil şehrini dış dünyaya açtı ve ekonomik büyüme başladı. Sanayinin yeniden yapılanmasında ideolojik ve kurumsal yeniliklere gitti. Uluslararası sistemin zorlukları yerine getirdiği fırsatlara odaklandı. Çin, sanayinin pazar vaat eden (rekabetçi) bölgelere küresel göçünü avantaja çeviren bir strateji izlemektedir. Hafif sanayi ve tüketici ürünleri üretiminin gelişmiş ülkelerden Çin’e taşınması tamamlanmak üzeredir. Ancak, ağır sanayi daha yeni taşınmaya başlamaktadır. Gelişmiş ülkelerin Çin’e bağımlılığı ancak bu taşınmadan sonra söylenebilir. Küreselleşmenin bir sonucu olarak Çin’in ABD pazarına ihracat bağımlılığı içinde olması, büyük dolar rezervleri oluştururken, doları güçlü tutup, büyük kayıplara uğramamak için dolar satın almasını gerekli kılmaktadır. Bu yüzden ABD’nin ticaret açığı devam etmekte ve bu açık onun pazardaki dolar hâkimiyeti ile yakından ilgilidir. Yani yapay olarak yüksek değerli dolar ve ABD ekonomisinin bağımlılığı, Çin’in dolara yatırımından kaynaklanmaktadır. Paul Krugman’ın The New York Times’da yazdığı gibi; “Amerikalılar evini satmakta ama evi satın alacak para Çin’den gelmektedir.” Çin, açık kapı politikasından oldukça faydalanmakta ama dünya ekonomisine göreceli entegrasyonu; işsizlik, eşitsizlik ve merkezi yönetimi tehdit edebilecek iç istikrarsızlık risklerini getirmektedir[7].

Yıllardır muhalif gösterilerde birkaç yüzden fazla kişin toplanmadığı Rusya’da Aralık 2011’den beri 50.000-100.000 kişinin katıldığı altı büyük gösteri yapıldı. Bu gösteriler açıkça Putin’i ‘hırsız’ olarak suçluyor ve ülkedeki geniş yozlaşmaya tepki veriyordu. Putin rejimine muhalefet üç parçadan oluşmaktadır[8]. İlk gruptaki Liberaller eski başbakan yardımcısı Boris Nemtsov, yozlaşmaya karşı blogcu Boris Nemtsov ve gençlik lideri İlya Yaşin gibi kişileri kapsamaktadır. Liberaller, adil seçimler ve siyasi mahkûmların serbest bırakılmasını istemektedir. Eski Komünist Parti başkan yardımcısı Gennady Zyuganov’un liderlik ettiği Sosyalistler, Sol Cephe denilen bir çerçeve içinde hareket etmektedir. Sosyalistler, Sovyet Birliği’ni kurmak, bedava eğitim ve sağlık hizmeti, büyük iş dünyasının millileştirilmesi, eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerinde hâkimiyet kurulmasını istemektedirler. Üçüncü grup olan Milliyetçiler ise birkaç halk örgütü ile binlerce sokak kabadayısından oluşmaktadır. Onların istekleri Rusya’nın Rus etnik kökenlilerce homojenleşmesi, Orta Asyalı ve Kafkas göçmenlerin ülkeden kovulmasıdır. Putin, protestocuları hafife almakta ve onların sembolü olan beyaz şeridi ‘kondom’a benzetmektedir. Son yıllarda bu gruplara karşı güç kullanmaya da başladı. Putin, Sovyetler Birliğini yeniden kurmaya çalışmıyor, dünyanın coğrafi olarak en büyük, içyapısı karmaşık ve potansiyel olarak düşman güçlerle çevrili ülkesinde istikrar ve güvenliği sağlamakla meşguldür. Batı sadece Arap dünyasında değil eski Sovyet Cumhuriyetlerinde de demokrasi oyununu kaybetmektedir. Putin’in demokratik Batıya alternatif olarak ortaya attığı yeni Avrasya Birliği çağrısı Beyaz Rusya’dan Kazakistan’a kadar destek gördü. Batının buna cevabı Rusya’nın en büyük korkusu olan ‘çevreleme’ politikasını Ukrayna üzerinden harekete geçirmek oldu.

ABD düşünce sistematiği

ABD’de siyasi düşünce alanında yeni kuramlar ve strateji arayışları sürekli bir tartışma konusudur. Cumhuriyetçi ya da Demokrat bütün Amerikan liderleri Amerikan uluslararasıcılığı ya da tek taraflılığı arasında çeşitli derecelerde sıralanmıştır. Baba Bush dış politika da “çoktaraflılık” oğul Bush ise “tektaraflılık” tarafında idi. Soğuk Savaş sona erdiğinde Körfez Savaşı için oluşturulan koalisyon döneminde vizyon arayışlarına Başkan (Baba) George H.W. Bush tarafından “yeni dünya düzeni (new world order)” ile cevap verildi. Clinton’ın vizyonu ise ilk defa Dışişleri Bakanı M.Albright tarafından ifade edilen “tartışmacı çoktaraflılık (assertive multilateralism)” stratejisi temelinde dünya olaylarına daha olumlu bir pencereden bakan “yapıcı angajman (constructive engagement)” olarak isimlendirildi. Bill Clinton “küreselleşme” kavramını tabu haline getirmiş, yardımcısı Al Gore ise “küresel ısınma”ya takmıştı. 11 Eylül saldırıları Oğul Bush’un yeni büyük stratejisinin esaslarını yerine oturttu[9]; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan “tek taraflılık (agressive unilateralism)” ile ABD askeri üstünlüğünün korunması idi. Bunun pratiğe geçişi “demokratik realizm” ile oldu. 2009’da iktidara gelen Obama, Bush’un verdiği zararları telafi etmek için dünyanın geri kalanına verdiği önemi ifade etmişti[10]. Obama Doktrininin esasları şu şekilde özetlenebilir[11]; artan şekilde uluslararası örgütlere dayanmak (pragmatik uluslararasıcı), Amerikan değerleri ve dış politika başarıları için daha fazla tevazu duygusu, askeri güçten ziyade dış yardıma dayanmak.

Amerikan başkanları arasında diğer bir dış politika yaklaşımı “Amerikan istisnacılığı” idi. George Washington’dan beri bütün Amerikan başkanlarının milliyetçiliği kendine göre bir ayarda Amerikan istisnacılığına inanmıştı. Bu anlayış Amerikan ulusal üstünlük özellikleri, evrensel değerleri, küresel çıkarları, eşsiz sorumlulukları ve özel dokunulmazlıkları ile Amerikan başkanlarına istediği kadar emsalsiz haklar vermekteydi. Bush bunu aşırı ölçüde kullanmıştı; Amerika yeterli güce sahipti ve herkes için kendi kurallarını dayatacaktı. Amerikan İstisnacılığı denilen Tanrının sevdiği ülke olma ve Amerikan değerlerinin dünyanın geri kalanı tarafından da kabul edilmesi illüzyonu ile bütünleşen kendini beğenmişlik yeni yüzyılın aşması gereken sorunlardan başlıcasını teşkil etmektedir. Amerika, hem bu değerleri ihraç etmeye çalışıyor hem de kendisi de inanmıyor konumundadır. Buna rağmen 1862 yılından beri, Amerikan değerlerinin dünyaya sunulacak en iyi ümit olduğu düşüncesi pompalanmaya devam edilmektedir. Geçmişte Amerika bu kibri “dünyanın geri kalanı için özgürlük umudu olma” teması ile kullanırdı şimdilerde ise “Amerika’nın büyüklüğü” imajı ile rıza edinmeye çalışıyor. Obama, Amerikan istisnacılığı konsepti yerine nötr-değerli bir yaklaşım sergiliyor. Böylece her ülkeyi masaya getirmeyi ve enin sonunda anlaşmayı amaçlıyor. Onun düşüncesine göre dünya eşit değerli parçalardan oluşan bir bilmeceye benzemekte ve birbirine uyumlu hale getirilebilir. Ancak Rusya ve Çin’e göre dünya bir satranç tahtası ve ABD’nin manevra kabiliyetini kısıtlamak için ondan hızlı hareket etmeye çalışıyorlar.

Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İlericilik” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” sonra en çok tercih ettiği olgudur[12]. Ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, sosyalizmin temel argümanıdır. Eşitlik kavramı Amerikan tarihinin iki yüzyıl öncesinde kaldı. Ekonomik eşitlik nosyonu Amerika’ya göç eden pek çok kişi tarafından desteklenmişti. Georgia başta olmak üzere bazı kolonilerde komün yaşamı ve ekonomik eşitlik üzerine sosyalist fikirler dolaşmaya başlamıştı. Ancak, Amerika’ya ortak zenginlik yerine herkesin kendi zenginliğini geliştirme düşüncesi hâkim oldu. Toprak özel mülkiyete dönüştürüldü. Obama, geçmişin ‘büyük’ ülkesi yerine erken bilgi toplumunun geleceği için ‘refah devleti’ni hedefliyor. Yeşil enerji programı güneş enerjisi paneli şirketlerinin iflas etmesiyle boşa çıktı. Kaliforniya’da geliştirilmeye çalışılan yüksek hızlı tren projeleri çok pahalı bulunmaktadır. Google, kendinden sürüşlü arabalar geliştirmeye çalışmaktadır. Gelinen bilgi toplumu döneminde, endüstri toplumu politikalarının gençlerin önünü açmadığı, iş imkânlarını sınırladığı ve onların özel yetenek ve ilgilerine hitap etmediği düşünülmektedir. Ekonomik eşitsizlikle mücadelede kararlı olan Obama, 28 Ocak 2014 günü ABD halkına hitaben yaptığı yıllık "Birliğin Durumu" konuşmasında, "Amerikalıların çoğunluğu bizden yaşamlarına, umutlarına, arzularına odaklanmamızı istiyorlar. Bu akşam önerdiğim şey, büyümeyi hızlandırmak, orta sınıfı güçlendirmek ve orta sınıfa giden yeni fırsat merdivenleri inşa etmek" dedi[13].

Üstün düşünce

Amerika, yeni yüzyılda dünyanın diğer güçlerine karşı “üstün düşünce” ile galip gelmeyi hedeflemektedir. Bu yüzden, tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir. Bugün ABD’de bu tür beyinleringeliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri en büyük hegemonik güç çarpanıdır. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir[14]. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşecekler, bu sistemin gereği olarak da artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenlik peşinde liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır. Ama söz konusu olan ABD ise her vatandaş Amerikalı olmaktan gurur duyacak ve gerektiğinde Amerika’nın çıkarları adı altında zengin bir sınıfın kaynak ihtiyacı için başka ülkelere ölmeye ve öldürülmeye gönderileceklerdir. Bu yeni tür Amerikan tüketici kapitalizmi toplumunun konuşma özgürlüğü anayasal olarak garanti altına alınmış olsa da bireysel ve toplumsal (eyaletlerin kendi kaderini tayin hakkı gibi) haklar sadece lafta kalmıştır.

Dünyadaki 20 en büyük üniversitesinin 17’si ABD’dedir. Diğer üçü Cambridge, Oxford ve Tokyo Üniversitesi’dir[15]. Bu üniversiteler yeniliklerin motoru olmak yanında, dünyanın her yerinden yetenekli ve hırslı insanlar için de bir mıknatıs vazifesi görmektedir.    Times Higher Education isimli İngiliz Dergisi’nin dünyadaki en iyi 400 üniversitesini sıraladığı listeye göre; ilk 10’un 7’si Amerikan (Cal Tech, Harvard, Stanford, Princeton, MIT, Chicago, Berkeley) üniversiteleridir. California’da en iyi 13 üniversitenin 4’ü bulunmaktadır.  K-12 eğitim sistemi matematik, fen ve dil eğitiminde en iyileri yetiştirmese de Amerikan üniversite sistemi en iyilere sahiptir. Bu üniversite sistemi dünyadaki en iyi mühendis, matematikçi, işletmeci ve tıp elitini yetiştirmektedir. Dünyadaki diplomatik topluluk, Amerikan üniversitelerinden mezun olanların bir araya geldiği bir gruba benzemektedir. Örneğin Yunanistan başbakanlığına atanan Lucas Papademos, eski Harvard profesörüdür. Libya başbakanı Abdürrahim El-Keib, Alabama üniversitesinde elektrik mühendisliği profesörü idi. Amerikan Sağ’ı diğer ülkelere özellikle Ortadoğu’dakilere yumuşak güç anlayışı içinde Amerikan kültürünü ihraç etmeye çalışmaktadır. Ancak bu gayretler emperyalizm, sömürgecilik ve kapitalizmin kartonvari teorisi olarak anlaşıldı, anti-Amerikancılığı besledi. Amerikan Sol’u ise diğer ülkelere kendi değerlerini empoze etmek konusunda oldukça hassastır[16].Yumuşak güç dış politikanın yararlı bir unsuru, bir sonuç almak için vasıtasıdır ama kendisi bir sonuç değildir[17]. Eğer dış politikanın merkezine “başka ülkeler tarafından sevilmeyi” koyarsanız, kendi yumuşak gücünüzün eridiğini ama diğerlerinin arttığını görürsünüz. ABD değişim programlarını negatif bir yaptırım olarak kullanmakta, insan hakları raporları kötü olan ülkelere yasaklamalar ya da sınırlamalar getirmektedir.

Amerikalı yazar Dennis Prager’e göre[18]; dünyada şu an üç büyük fikir akımı var; Solculuk, İslamcılık ve Amerikancılık. Bunlar içinde iyi bir toplum yaratmak için en iyisi “Amerikan Üçlüsü[19]” olarak adlandırılan değerler (özgürlük, Tanrı’ya güvenmek, Çokluktan birliğe[20]) sistemidir. Amerikalılar bu üç değeri kendine misyon edinmişken, bunların antitezi olan Sol ise; eşitlik, laiklik ve çok kültürlülüğü misyon edinmiştir. Sonuçta bu üç düşünceye rağmen, Amerikancılık ya da Solun kazanması beklenmektedir. Amerikancıların en büyük sıkıntısı bu değerlerin elit tabakanın malzemesi olması, Amerikan parasının üzerinde yazılı kalması ama kendi halkına dahi sistemli bir şekilde öğretilememesidir. Bu nedenle Amerikancılığın arkasında Sol ve İslamcılığın olduğu gibi inançlı bir halk kesimi ve savunucuları yoktur. Hiçbir ülke de Amerikan değerlerini öncelikli değerleri yapmamaktadır. Bununla beraber, bu değerler Amerika içinde de pratikte pek işlememiştir. Özgürlük, mümkün olduğu kadar daha çok kişi özgürlüğü, yani devlet ve hükümetin küçülmesi anlamına gelirken, pratikte Amerika büyük bir ulusal güvenlik devleti haline gelmiş, vatandaş hakları küçüldükçe küçülmüştür. Tanrı’ya güvenmek ile iyi bir toplum olmak için mümkün olduğunca Tanrıya bağlılık öngörülmesine rağmen, din insanları kontrol edemediği için, onun yerini devlet korkusu almıştır. Böylece sadece Amerika değil Avrupa da gittikçe daha laik ve daha güçlü devlet yapıları oluşturmuşlardır. Birlikten çokluğa, ırk ve etnik kökene bakmaksızın herkesi Amerikan vatandaşı yapma amacı gütmüş ama asimile etmiştir. Kimlikleri yok edilen bu insanlar,  Amerikan değerlerine inandırılarak yeni bir kimlik inşa edilmeye çalışılmış, bu ise ulusal kimliklerin yok sayılması sonucunu doğurmuştur.

Sonuç; Türkiye’de devrim ve karşı devrim mücadelesi…

Osmanlı İmparatorluğu döneminde 19. yüzyılda yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel koşulların sonucu olarak Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi düşünce akımları ortaya çıktı. Bunlara 1870’lerden itibaren sol düşünce de eklendi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte devrim niteliğindeki Atatürkçü düşünce sistemi hâkim siyasi düşünce haline geldi. Ancak, 1945 yılında çok partili siyasi hayata geçiş ile birlikte harekete geçen İslamcılar, 2002 seçimleri ile iktidara geldikten sonra Cumhuriyet rejiminin tasfiye edilmeye çalışıldığı İslamcı bir dönüşüm süreci başlattılar. İçinde bulunduğumuz dönem Türk devrimini temsil eden Atatürkçü düşünce ile karşı-devrimi temsil eden İslamcıların tarihsel çatışmasının önemli bir virajıdır. Siyasi yaşamdaki mücadele eskinin sağ-sol şeklindeki ideolojik boyutlarından İslamcı-Laik çatışmasına dönüşmüş, eskinin solu -bugünün ulusalcıları, kayıp giden Atatürkçü zemini korumak için Milliyetçiler ile aynı kanatta buluşmuşlardır. İslamcılığın ve İslamcı partilerin demokrasi ile arasının iyi olmaması, otoriter rejimlere özenmesi benzer şekilde Hıristiyan dünyasında 19. ve 20. yüzyıllarda Katoliklerle tecrübe edildi. Katoliklerin dine ve Vatikan’a aşırı bağlı olduğu Latin Amerika ve İberya yarımadasında dikta rejimleri ortaya çıktı. Ancak, 20. yüzyılın ikinci yarısında genellikle Katolik olan Hıristiyan Demokrat partiler ile kilise-devlet ayırımına saygı başladı[21]. ABD, göreceli olarak muhafazakâr fikirlerden çok az etkilenmiştir. ABD’deki her iki büyük partinin siyasetçileri de ‘Muhafazakâr’ olarak anılmaktan hoşlanmazlar.

Modern toplumlar sanayileşme ve sınıf dayanışması üzerine kuruldu. Bugün ise ‘bilgi toplumu’na geçiyorlar. Bu yüzden ‘üstün düşünce’ ABD’nin hala en önemli parolasıdır.Batılı düşüncesinin temelinde; bireysellik, kişi özgürlüğü, serbest teşebbüs ve kar maksimizasyonu vardır. Türkiye’de hiçbir zaman Batıda olduğu gibi modern, sosyal sınıf dinamiklerine dayalı, ‘ekonomik temelli’ gerçek bir toplumsal yapı gelişmemiştir. Türk insanı, otoriteyi ve kolektif hareket etmeyi sever, yardımlaşma ve az’a kanaat etmek esastır. Ülkenin büyük bir bölümündeki kaderci ve pasif toplum yapımız, ‘sadaka kültürü’ne dayalıdır. Tüm modernleşme gayretlerine rağmen, Türkiye’de seçimleri ve ülkenin geleceğini çoğunlukta olan bu kesim belirlemektedir. Öte yandan, Türk entelektüeli felsefeyi, teoriyi, olayların arkasındaki kuramsal yapıyı anlamayı sevmemektedir. Politikacılarımızın kendilerine özgü ne tam bir siyasi felsefeleri ne de bunu geliştirecek ve yürütecek kadroları olmuştur. İhtiyacımız olan düşünce sistemi olan Atatürkçülük, elimizin altında hazır iken özellikle 1950 sonrasında günlük siyasi beklentiler uğruna yoldan çıkılmıştır. Yapmamız gereken Atatürkçülüğün sağladığı bilim ve akılcılık yolunda çağdaşlaşma hedefini yakalamak için günün şartlarına göre uygun yeni kuramsal açılımları ve pratiği oluşturacak kendi üstün düşüncemizi geliştirmektir. Bunun için de 1960’lardan sonra Türkiye’de pek yetişmeyen siyaset bilimci teorisyen ve düşünürlere gereksinim bulunmaktadır.

 


* İstanbul Aydın Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, @DocDrSaitYilmaz

[1]Charles C.W.Cooke: Learning to Be an American, National Review, (July 31, 2012).

[2]Andrew Heywood: Siyasi İdeolojiler, Adres Yayınları, Çev.: A.K. Bayram, (Ankara, 2007), s.4.

[3] Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013).

[4]Erich Weede: Balance of Power, Globalization and the Capitalist Peace, (2005), p.50 inPeter Graeff and Guido Mehlkop:Capitalism, Democracy and the Prevention of War and Poverty, Taylor & Francis, (2008), p.26.

[5]Jonah Goldberg: The Tribe of Liberty, National Review, (September 28, 2012).

[6]Thomas Sowell: ‘Forward’ to the Past, The National Review, (December 19, 2012).

[7]Wang Zhengyi. Conceptualizing Economic Security and Governance: China Confronts Globalization, The Pacific Review (Routledge, UK), Vol. 17 No. 4 2004, p.523-545.

[8]David Satter: Russia’s Choice, Hudson Institute, (August 7, 2012).

[9]Tom Barry: Toward A New Grand Strategy For U.S. Policy, IRC Strategic Dialogue No.3, (Dec 13,  2004), p.1.

[10]Strobe Talbott: Unilateralism: Anatomy of a Foreign Policy Disaster, International Herald Tribune, (February 21, 2007).

[11]Kim R. Holmes, Henry R. Nau, Helle Dale: The Obama Doctrine: Hindering American Foreign Policy, Heritage Institution, (November 29, 2010).

[12]Thomas Sowell: Forward to the Past, National Interest, (December 19, 2012).

[13]BBC News (Türkçe): Obama'dan Ekonomik Eşitsizlikle Mücadele Sözü,(29 OCAK 2014, 07:04).

[14]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013).

[15]Stephen M. Walt: Joe Nye Was Right, Foreign Policy, (January 19, 2010).

[16]Jonah Goldberg: Interventionist at Home, Laissez-Faire Abroad, The Goldberg File, (February 14, 2014).

[18]2012 yılında yayınlanan; “Still the Best Hope: Why the World Needs American Values to Triumph”kitabının yazarı.

[19]American Trinity: Liberty, In God We Trust, E Pluribus Unum.

[20]E pluribus unum (Çokluktan, birliğe), ABD vatandaşlarının değişik kökenlerden gelmelerine rağmen bir birlik oluşturduklarını vurgulamak için kullanılmaktadır.

[21]Jan-Werner Müller: Making Muslim Democracies, Boston Review, (Nov.-Dec. 2010), Catholicism’s Lessons for Islam, Winter 2011.

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı