×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116

 Bu sayfayı yazdır

TÜRKLÜKLE ISLAH OLUNMUŞ HÜKÜMDARLAR

Yazan  28 Nisan 2009
ATILGAN ULUTAŞ - 1908 İhtilâli’ni yapan Genç Türkler, ateşler içinde yanan bir ülke devralmışlardı. Dış ülkelerin etkisiyle millî bir hüviyet kazanmanın tadına varmış olan anasırlar, Türk – Osmanlı Devleti’nden kopmak için kanlı isyanlar çıkarıyorlar

Böyle bir ortamda, günden güne artan toprak kayıplarının önüne geçmek isteyen Türkler, bu uğurda Türk kimliğini geri yana itip devletin bünyesindeki diğer unsurlarla müştereklik belirten Osmanlıkozmopolit[1]; ancak bu unsurların, Osmanlı topraklarını vatan bellemeyecekleri her geçen gün daha çok anlaşılıyordu. Ve, yine Gökâlp'in deyimiyle, tanzîmat ve meşrutiyet gibi denemeler; Osmanlı devletindeki yabancı unsurlara kendilerini geliştirme ve millî benliklerini daha çok tanıma imkânı verirken, tanzîmat tuzağına düşen[2] Türkler bu durumdan dahî mahrum kalmıştı. Hele ki Balkan Savaşları'nda Osmanlı'nın, yıllarca hâkimiyeti altında bulundurduğu ve sonradan sonraya yine Türkler sâyesinde millî kimlik kazanan ufak devletlere yenilmesi, gelinebilecek son radde olacaktı. İşte tam da bu noktada Türk aydını, fazlasıyla geç kalmış olmakla birlikte, kendi öz hüviyetinin farkına varmaya başladı. Bu hüviyetin adı Türklüktü ve sırf toprak kayıplarını engellemek adına giyilmeye çalışılan Osmanlı kimliğini taşımaya bile râzı olacak hâle gelmişlerdi. Belki Ziyâ Gökâlp'in belirttiği üzere, bu Osmanlı kimliği, Türkçülük siyâsetinin üzerine geçirilen yumuşatıcı bir kılıftı

giysisinden çok daha geniş coğrafyalara ve eski târihlere uzanıyordu.

Türk kimliğinin farkına varan Türk aydını, artık mensubu bulunduğu devletin sınırları içerisindeki Türkler'le alâkalı olmakla yetinemezdi. Çünkü Türklüğün târihî ve coğrâfî sınırları, çok daha ötelere uzanıyordu. Bu şekilde çağdaş Türk milliyetçiliğinin doğuşu başlamıştı. Ancak milliyetçilik, bir bakıma millî târihin doğuşu demek olduğuna göre[3], artık müşterek ve eskilere dâir sâdece Selçuklu Devleti'ni kapsayan bir târih anlayışı, yerini bambaşka bir yoruma bırakmalıydı.

Çok geçmeden Türk Derneği, Târih – i Osmânî Encümeni, Asar – ı İslâmiyye, Millîye Tetkik Encümeni ve Türk Ocakları gibi kurumlar; yürüttükleri çalışmalarla "devlet ya da toplum olarak Osmanlı gerçekliğini içinde ya da dışında olsun – Türk kimliğine bağlı daha güçlü bir ulusçuluk için"[4]Şimâl Rüzgârıhunhar olarak tanınmış kimi cihanşûmûl (küresel) Türk hâkanlarının Türk edebiyatında, hem de olumlu bir bakış açısıyla ilk kez işlendiği dönemdir.[5] mücâdele vermeye başladılar. Türk edebiyatında İstanbul'un fethini ilk kez konu alan eseri bu dönemde ortaya çıktı. Ancak çok daha ilginç bir husus şudur ki; bu dönem aynı zamanda, yıllarca

Cengiz Han, o zamana kadar Türk – Müslüman târihçiler tarafından, İslâm'a ve Allah'a karşı söylediği iddia edilen sözler ve 'Kur'an'ı ayaklarının altında ezdiği'ne dâir yaratılan söylenceler yüzünden; İslâm ve dolayısıyla Osmanlı için kötü bir şahsiyetti. Oysa 2. Meşrutiyet döneminde kaleme alınan Türk'ün Romanı adlı eserde, olumsuz taraflarına da vurgu yapılmasına rağmen; kültür ve mefkûre olarak tam bir Türk olan Cengiz Han benimseniyordu. Eserde onun Türk kimliği öne çıkartılarak, bu Türk kimliğindeki olumlu özelliklerin onu ıslâh edeceğine vurgu yapılıyordu: "Cengiz ne kadar vahşi, hunhar olsa…yine Türk'tür. Türk itiyâdı ruhunda vardır. Bu mânevî kuvvet kendisine bir rehber olabilir."[6] Diğer taraftan, Cengiz Han'ın saldığı korku yüzünden Avrupalı insanının onun hakkında uydurduğu efsânelerin benzerlerinin[7], Türk – İslâm âleminde de vücut bulduğu düşünülmelidir.

Mehmet Nâfi'nin 1914'te kaleme aldığı 'Şark'ın En Büyük Hükümdârı Timurlenk' adlı romanı da ilgiye değerdir. Roman, Timur'u hunhar olarak gösteren Osmanlı târihçilerine bir cevap vermek için yazılmıştır. Yazar romanında, Timur'un Yavuz Sultan Selim ayarında bir hükümdar olduğunu söyler. Türk birliğini sağlamak maksadıyla hareket ettiğini belirtir. Ona göre Beyazıt ve Timur karşılaşması, bir takdir – i ilâhîdir ve Timur, Osmanlı şahsiyetini ameliyat masasına yatırmış ve hastanın kangren olan konulu keserek yaşamasına imkân sağlamıştır. Kitaba göre, Timur'un Anadolu'da yaptığı söylenen zulümler, aslında düşmanlıktan değil; Timur'un, Türkler'in zayıflığı karşısında kahroluşunun verdiği bir dürtüyle yapılmıştır. Timur, bu Türkler'in aklını başına getirecek ve böylelikle savaştan bunalan halk savaşmayı, ölmeyi gören insanlar öldürmeyi öğreneceklerdir: "Benim kılıcımın altında ezilenler epeyce ezilmelidir ki, ezmeyen ezilir! Onlar da ezmeyi benden öğrensinler."[8] Oysa önceki yıllarda Timur'a (Atatürk'ün deyimiyle Demir), Anadolu Türk birliğini tehlikeye sokan, kafataslarından kuleler diken bir hunhar olarak bakılır ve Ankara Savaşı, Timur ile Türkiye Türkleri arasında cereyan eden bir millî dâvâ hâline getirilirdi[9]. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk basılan kitaplardan biri de Timur'un Tüzüknâme'sidir ve Semerkant, onun zamanında emsâlsiz bir üniversite şehri hâline gelmiştir[10]. Bunun yanı sıra aynı romanda Tay Han Hükümdârı Kamer Sultan'ın en büyük emeli "bütün Türklüğü birleştirmek"tir ve diğer bir karakter Can Bey de, "şimâl Türkleri ile cenup Türklerini" bir araya getirerek Oğuz Han'ın muhteşem hükümetini yeniden ihya etmek fikrindedir[11]. Bu ülküler, Fâlih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı eserinde aktardığı şekliyle, Enver Paşa'nın kendisini Allah tarafından Büyük Türk Hâkanlığı'nı kurmak için memur edilmiş olarak görmesiyle benzerlik gösterir[12].

Kısacası, Türklüğünün farkına varan Türk aydınları, bunun doğal bir sonucu olarak diğer Türk illerindeki kaynaklardan da tasarruf yapmışlardır. 2. Meşrutiyet'le birlikte gelen göreli özgürlük ortamı ve bazı gerçeklerin artık iyice idrak edilmeye başlanması, Türklüğe daha çok sarılmayı beraberinde getirmiştir. Vatanı için hissettiklerinin, başkaları tarafından da hissedileceğini sanarak aldanan Türkler, tüm yabancı unsurlar tarafından birer birer ve kanlı bir şekilde bir başına bırakılacaklarını anlayınca, yalnızca kendi cevherlerine güvenmeleri gerektiğini sonunda idrak edebilmişlerdir. Ernest Renan'ın, 'değerler ancak yüceltilerek korunabilir' ilkesini katı bir şekilde 'millet' ve 'milliyetçilik' kavramlarına uyarlaması ve bu kavramları 'unutmak' ve 'hatırlamak' derekesine indirmesi[13] bu defâ geçerlilik kazanmış ve Osmanlı târihi dışındaki Türk hükümdarlarıyla ilgili lekeli söylenceler bir tarafa bırakılarak, yerinde bir târih şuuru yaratılmaya çalışılmıştır. Bugün, bâzı çevreleri gücendirmemek adına Türkiyelilik fikrine sıcak bakanlar, yarın kendilerinin aslında kim olduklarını hatırlamak için kütüphane rafları arasında dolaşmaya başlayacaklardır. Ancak unutulmamalıdır ki, artık imparatorculuk (emperyalizm) da eskisinden daha geniş tecrübelere sâhiptir.



[1] Ziya Gökâlp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak, Bordo – Siyah Yayınları, İstanbul 2005, s. 62.

[2] Gökâlp, Türkleşmek…, s. 62.

[3] Prof. Dr. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2006, s. 74.

[4] Bkz: Zeki Taştan, "Hunhar Timurlenk'ten 'En Büyük Hükümdar Timur'a", Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 2008, s. 16 – 17.

[5] Zeki Taştan… s. 16 – 17.

[6] Zeki Taştan… s. 16 – 17.

[7] Bkz. Harold Lamb, Moğollar'ın Efendisi Cengiz Han, Çeviren: A. Göke Bozkurt, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul 2006.

[8] Zeki Taştan… s. 16 – 17.

[9] Nihâl Atsız, Türk Târihinde Meseleler, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1980, s. 100.

[10] Bânu Avar, Sınırlar Arasında, Doğan Kitap, İstanbul – Mayıs 2006, s. 279.

[11] Zeki Taştan… s. 16 – 17.

[12] Fâlih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayıncılık, Mart 2006, s.

[13] Ernest Renan, What Is A Nation? – İnternet erişim: http://www.nationalismproject.org/what/renan.htm