Türkiye’nin Atatürk Dönemindeki Dış Politikası

Yazan  01 Kasım 2020

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu ve Mutlu Olsun!

Türkiye Cumhuriyeti Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK ile özdeşleşmiştir.

Cumhuriyet’imizin yıldönümünü kutlamak demek, Eşsiz Büyük Önderimiz ATATÜRK’ü sevgi, saygı, sarsılmaz bağlılık ve şükranla anmak demektir.

O’nun “en büyük eserim” olarak nitelediği Cumhuriyet’i, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaratabilmek için, milletlerarası camiada kabul görmesini sağlamak için, diplomasi alanında da verdiği ve zaferle sonuçlandırdığı mücadeleyi ve gelecek nesillere pahabiçilmez miras olarak bıraktığı Dış Politikayı ele alarak Atamızı saygı ve minnetle anacağız.

Giriş

Atatürk dönemi” 19 Mayıs 1919’dan 10 Kasım 1938’e kadar uzanan 19 yılı kapsamaktadır.

O’na ATATÜRK soyadı TBMM tarafından 24 Kasım 1934 tarihinde verildi.

İstiklâl Savaşımızı ve ilk 11 yılında da Devletimizi “Gazi Mustafa Kemâl” olarak yönetmişse de, ben sunumumda, başlangıçtan itibaren Büyük Önderimizin ismini ATATÜRK olarak zikredeceğim. Çünkü, ben O’nun Milletimiz için ATATÜRK olarak dünyaya geldiğine inanmaktayım.

Takdimimde, Atatürk döneminde uygulanan dış politika konusunu üç ayrı devrede işlemeyi plânladım.

■ Birinci devre, Millî Mücadele yıllarında dış politika.

■ İkincisi, Lozan Konferansı dönemi.

■ Üçüncüsü de Türkiye Cumhuriyeti yılları.

Millî Mücadelemiz, sadece askerî alanda, askerî cephede belirli düşmanlara karşı cereyan etmiş değildir. Mücadelemizin amacı ve nihai hedefi hakkında o yıllarda içte ve dışta başlayan yanıltıcı, baltalayıcı propaganda karşısında milletlerarası topluma gerçeklerin anlatılması; mücadelemize siyasî ve maddî destek sağlanması ihtiyacı da ortaya çıkmıştır. Bunun için de dış siyaset ve diplomasi cephesinde de kararlı bir mücadele verilmiştir.

Millî Menfaatleri Esas Alan Millî, Akılcı, Gerçekçi ve Barışçı Millî Dış Politika:

Öncelikle, Atatürk’ün dış politikasının başlıca niteliklerini ortaya koymak istiyorum.

Millî Mücadele yıllarındaki ve sonrasındaki Atatürk’ün dış politikasının en başta gelen ayırıcı niteliği (eski dilde “fârik vasfı”) “millî” olmasıdır.

Atatürk Büyük Nutuk’ta “Türkiye'nin, Türk milletinin takip etmesi lâzım gelen siyasi prensip” hakkındaki görüşünü şu sözlerle açıklamıştır. Bazı kelimeleri güncel Türkçemizdeki karşılıklarıyla ifade edeceğim:

“Bizim kendisinde açıklık ve tatbik kabiliyeti gördüğümüz siyasî öğreti millî siyasettir…..hayalperest olmak kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir…. Millî siyaset şudur: Millî sınırımız dahilinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanarak mevcudiyetimizi muhafaza ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve bayındırlığına çalışmak ... Rastgele sonu gelmez emeller peşinde milleti meşgul etmemek ve zarara uğratmamak ... Medeni dünyadan da medenî ve insanî muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir.”

Atatürk’ün dış politikasının bir diğer ayırıcı niteliği de “barışçı” olmasıdır.

Millî Mücadelemizin başlamasıyla birlikte izlenen ve kurucu irade tarafından Türkiye Cumhuriyeti için de belirlenen dış politika, tarih bilinci içinde hedefi açık olarak belli, akılcı, gerçekçi, dengeli, devletler arasında egemen eşitlik ve “ahde vefa” ilkesine saygılı; güvenilir, öngörülebilir, inandırıcı, diyaloga açık ve “barışa” yönelik olmuştur.

Atatürk’ün dış politika anlayışında ve uygulanmasında iç siyaset kaygılarına, güdülerine, hesapsız hamasete, meydan okumalara ve maceracılığa yer verilmemiştir.

Dış politikamız siyasî, tarihî, dinî vs. dogmalardan, ön yargılardan, saplantılardan arındırılmış ve tarih bilincine sahip olarak sadece millî menfaatlerimize uygun hedeflere yöneltilmiştir. Bu gerçeğe, Dışişleri Bakanlığına 1923’de intisap etmiş ve önemli görevlerde bulunmuş değerli meslek Büyüklerimden merhum Büyükelçi Aptülahat Akşin “Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri Ve Diplomasisi” adlı eserinde şu ifadelerle işaret etmiştir:

“(Atatürk) duygularıyla değil belki gerçeklere bakarak, ülkenin genel menfaatlerine uygun gördüğü yolda davranmasını bilen bir devlet adamı idi.”

I. Millî Mücadele Yıllarında Dış Politika:

Şimdi Millî Mücadele yıllarındaki dış politikamızdan ana noktaları itibariyle bahsedeceğim.

Millî Mücadelemizde adımlar atılmaya başlarken, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda milletimizin ve vatanımızın geleceğini tayin etmek üzere galip devletlerle yapılacak barış antlaşmasının temeli olarak, “mutlak egemen bir Türk Devleti kurulması” emelinin yanında, içeride ve dışarıda çeşitli görüşler ve teklifler de ortaya atılmıştır.

Bunlar arasında “İngiltere’nin himayesinin kabul edilmesi” ve bilhassa “Amerikan manda idaresinin altına girilmesi” Sivas Kongresi’nin sonuçlanmasına kadar milli mücadele kulislerinde dolaşan düşünceler olmuştur.

“Millî egemenlik ve eşitlik” ve “vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği” ilkelerinden yoksun bu düşünceler, teklifler karşısında Atatürk, kurtuluş için Milletimizi tek ve kesin bir hedefe kilitlemeği başarmıştır.

Atatürk’ün bu konuda Büyük Nutuk’da yer alan sözlerinden bazı alıntıları okuyacağım:

“İstanbul'da bir kısım rical ve kadınlar da hakiki kurtuluşun Amerika mandasını talep ve teminde olduğu kanaatinde bulunuyorlardı. Bu kanaatte bulunanlar fikirlerinde çok ısrar ettiler….

Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Ya istiklal ya ölüm! İşte hakiki kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.

Bir an için, bu kararın tatbikatında muvaffakiyetsizliğe uğranılacağını farz edelim! Ne olacaktı? Esaret!”

Gerçekten, Büyük Önderimiz Samsun’a ayak bastıktan sonra yayımlanan Amasya Tamimi’nde “Vatanın bütünlüğünün, Millet’in istiklâlinin tehlikede olduğu” ilân edilmiştir.

“Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına” olan inanç ifade edilmiştir.

Milletin hal ve vaziyetini göz önünde tutmak ve haklarının sesini cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak bir milli heyetin varlığının elzem” olduğu vurgulanmıştır.

“Milli bir kongrenin süratle toplanması” için Milletimize çağrıda bulunulmuştur.

Milletimize Sèvres Andlaşması’nı dayatarak vatanımızı parçalayıp paylaşmak emlinde olan emperyalist güçlere, yapmayı öngördükleri barış için Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlarla, tek bir seçenek bırakılmıştır:

Bu da, esas itibariyle Misak-ı Millî hudutları içinde “eşit egemen bağımsız Türkiye” temelinde bir barış andlaşmasına razı olmak.

Savaş Dış Politika Aracı Olamaz

Mesleği asker olan Atatürk savaşın dış politika aracı olarak kullanılmasını reddeden, karşılaşılan sorunların hallinde diplomasiyi kullanan bir lider olarak tarihe geçmiştir. Bir hitabında savaş hakkındaki anlayışını şu şekilde dile getirmiştir:

Behemehal şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Hakikî kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin, hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.”

Atatürk, Millî Mücadelemizi, İstiklâl Savaşımızı hangi şartlar altında başlatmıştır?

■Vatanımız düşman istilâ ve işgaline uğramıştır.

■Düşman, durumun sonuçlarını bir antlaşma ile milletimize zorla kabul ettirmek istemiştir.

■Osmanlı Devleti “kapitülasyon” cenderesi içinde milletlerarası camianın eşit bir üyesi olarak hareket etme yeteneğini kaybetmiştir.  

■Bu yüzden de Hükûmet vatanımızın parçalanıp paylaşılması tertipleri karşısında direnme iradesi ve gücü ortaya koyamamıştır.

■İstiklâlimizin, egemenliğimizin ve vatanımızın bütünlüğünün barışçı yollardan sağlanması ümidi de tamamen yok olmuştur.

Atatürk, Millî Mücadelemizi, İstiklâl Harbimizi işte bu durum ve şartlar karşısında başlatmıştır.

Savaşa, vatanımız işgalden kurtarıldıktan sonra egemen eşitlik temelinde gerçekçi ve kalıcı bir barışı emperyalist devletlere kabul ettirmek amacıyla başvurmuştur.

Eşitlik İlkesi

Atatürk’ün Millî Mücadele döneminden itibaren dış politika uygulamalarında hassasiyetle gözettiği temel ilkeler arasında “eşitlik” başta gelmiştir.

Milletimize ve Devletimize uluslararası camiada eşitlik esasına göre kayıtsız ve şartsız egemenliğini ve bağımsızlığını kazandırmak O’nun için tutku ve ülkü olmuştur.

Sahip olduğu emsalsiz önderlik vasıflarına, askerî dehasına ve şahsî karizmasına rağmen Atatürk Millî Mücadelemize kendi kişisel iradesini değil, Millet’in iradesini hâkim kılmıştır.

Samsun’da Anadolu’ya ayak basar basmaz Millet’in temsilcilerini Millî Mücadele’nin arkasında toplamak için düzenlemelere girişmiştir.

23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Millî Mücadelenin yürütülmesinde en üst irade olmuştur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kumandası altındaki kahraman ordumuz zafere ulaşmış; Vatanımız düşman işgalinden kurtarılmıştır.

Sadece Asker Değil, Siyaset Adamı, Diplomat

Kaynakları yakından incelediğimiz zaman Atatürk’ün Millî Mücadelemizi sadece mahir bir kumandan olarak değil, aynı zamanda, tecrübeli bir siyaset adamı ve diplomat ustalığıyla sevk ve idare etmiş olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Kamu Diplomasisi

Günümüzde çağımızın teknik ve teknolojik olanaklarıyla yürütülen iletişim siyasetinin, halkla ilişkiler ve kamu diplomasisi faaliyetinin, Atatürk tarafından içe ve dışa dönük veçheleriyle, hem Millî Mücadele boyunca savaş şartları içinde, hem istiklâlden sonra Cumhuriyet döneminde, 1920’lerin, 1930’ların sınırlı teknik imkân ve vasıtalarıyla gerçekleştirilmiş olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta yer alan “Bir taraftan…İstanbul ricaliyle haberleşirken, bir taraftan da muhtelif vasıtalarla kamuoyunu yokluyordum. Vereceğim kararın tatbikinin temini için ordunun görüşünü almak da pek mühimdi” şeklindeki ifadesi de bu gerçeğin kanıtlarından biridir.

Sivas Kongresi’nde “Amerikan mandası” konusunda kriz boyutlarına da ulaşma istidadı gösteren tartışmalar sırasında iletişim tekniklerinin Atatürk ve arkadaşları tarafından hünerle uygulanması sayesinde “istiklâl ve millî hakimiyet” hedefinden sapma olmamıştır.

Millî Mücadele boyunca alınan kararlar, yayınlanan bildiriler ve meydana gelen gelişmeler o günlerde mevcut iletişim kanallarından sürekli olarak halkın bilgisine sunulmuştur. Halkla ilişkiler faaliyeti olarak dönemin en tesirli iletişim vasıtası olan yazılı basından, özellikle İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye Gazetelerinden istifade edilmiştir.

Ayrıca, TBMM’nin açılışından 17 gün önce 6 Nisan 1920'de kurulan Anadolu Ajansı da iç ve dış kamuoylarının Millî Mücadelemiz hakkında muntazaman aydınlatılmasında önemli tarihî görevler ifa etmeye başlamıştır.

Millî Mücadelemizle ilgili gelişmeler, o yıların önde gelen milletlerarası haber ajansları ve gazeteleri tarafından izlenmiş ve dünya basınında haber konusu olmuştur. Atatürk ve Millî Mücadele’nin üst kadrosuna dahil şahsiyetler yabancı gazetecilere verdiği mülâkatlarla o günün şartlarında kamu diplomasisi uygulamışlardır.

Millî Mücadelemizin önderleri Anadolu’nun telgraf sisteminin kontrolleri altında tutulmasına ve şebekenin kesintisiz çalışır vaziyette kalmasına hayatî önem atfetmişlerdir.

Bildiğiniz üzere, Mustafa Kemal Paşa İzmir’in Yunan ordusunca 15 Mayıs 1919’da işgalinden bir gün sonra İstanbul’dan hareket etmiştir. Samsun’a çıktıktan sonra Havza’da 28 Mayıs 1919 tarihinde yayınladığı Tamim’de halka İzmir’in işgalini protesto için “büyük ve heyecanlı mitingler” düzenlenmesi çağrısını yapmıştır.

İlk protesto mitingi 30 Mayıs 1919 günü gerçekleşmiş ve halk “her türlü saldırının silâhla önleneceğine dair” and içmiştir.

Anadolu’daki birçok kasabanın ve kentin ileri gelenleri, belediye başkan ve üyeleri, sivil ve askerî erkân tarafından İstanbul'a, başta Amerikan Başkanı Wilson olmak üzere, İngiltere Başbakanı Lloyd George’a ve diğer bazı devletlerin Liderlerine çok sayıda protesto telgrafı gönderilmiştir.

Sivas Kongresi’nin tamamını Sivas’ta izlemiş olan Amerikan Chicago Daily News gazetesinin Avrupa muhabiri Louis Edgar Browne Kongre hakkındaki seri yazılardan birinde şunları anlatmıştır:

Mustafa Kemâl telgrafhanede benim de hazır bulunduğum bir Genel kurul topladı….O akşam şahit olduğum kadar verimli bir haberleşme asla işitmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Erzincan, Musul, Diyarbakır, Samsun Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa telgrafla Sivas’a bağlandı. Hattın bir başında Mustafa Kemâl, diğer başında da sırasıyla bu şehir ve vilâyetlerin askeri komutanları ve mülkî amirleri yer almışlardı. Bütün durum olduğu gibi izah edildi. Bir tek istisna ile Anadolu, Mustafa Kemâl’e kendi kararıyla hareket etmesi ve sonuna kadar götürmesi için talimat verdi. (İstisna teşkil eden vilâyet, İtalyan taburlarının işgali altındaki Konya’ydı).”

Atatürk’ün İstanbul’un İşgaline Tepkisi

 İtilâf Devletlerinin 16 Mart 1920 günü İstanbul’u işgal etmeye başlaması üzerine Atatürk’ün içe ve dışa yönelik çeşitli iletişim ve kamu diplomasisi faaliyetlerinde bulunmuştur.

İtilâf Devletleri İşgal Komutanlığı öncelikle İstanbul’daki telgraf merkezlerini ele geçirerek halkımıza bir resmî bildiri yayınlamak istemiştir. Atatürk Anadolu’ya gönderdiği telgraflarla düşman kuvvetlerinin bildirisinin alınmasını ve cevaplandırılmasını önlemiştir.

Ayrıca, İstanbul'daki İngiliz, Fransız, İtalya Siyasî Temsilcilerine, Amerika Siyasî Temsilcisine, bütün tarafsız Devletler Dışişleri Bakanlıklarına ve Fransa. İngiltere, İtalya Meclisi üyelerine verilmek üzere Antalya'da İtalyan Temsilciliği'ne 16 Mart 1920 tarihli bir Bildiri göndermiştir. Bildiride

“İstanbul'da bütün resmi daireler, milli bağımsızlığımızı temsil eden Meclis-i Mebussan dahi dahil olmak üzere, İtilaf devletleri askeri kuvvetleri tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş ve milli emeller dairesinde hareket eden birçok vatanperver şahısların tutuklanmasına da teşebbüs olunmuştur.

Osmanlı milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine havale edilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini ne pahasına olursa olsun müdafaa etmeye azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci asır medeniyet ve insanlığının mukaddes saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan hissiyatı gibi bugünün insan topluluklarına esas olan bütün umdelere ve bu umdeleri vücuda getiren insanlığın genel vicdanına indirilmiştir.

Biz, haklarımızı ve bağımsızlığımızı müdafaa için giriştiğimiz mücadelenin kutsiyetine ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşama hakkından mahrum edemeyeceğine inanıyoruz.

Tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir suikast teşkil eden ve Wilson prensiplerine dayalı bir mütarekenin, milleti müdafaa vasıtalarından tecrit etmiş olmasından doğan bir hileye de dayanması hasebiyle, ait oldukları milletlerin şeref ve haysiyetiyle dahi bağdaşmayan bu hareketin mahiyetinin takdirini resmi Avrupa ve Amerika'nın değil, ilim ve irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerika’sının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesu1iyete son defa bir daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.

Davamızın meşruiyet ve kutsiyeti, bu müşkül zamanlarda, Cenabı Hak'tan sonra en büyük yardımcımızdır. (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Heyeti Temsiliyesi) Mustafa Kemal”

Atatürk, yine aynı gün, Türki Milleti’ne hitaben yayınladığı Bildiride, İstanbul'un işgali karşısında işgal devletlerinin İstanbul’daki temsilcilerine ve bütün tarafsız devletler Dışişleri Bakanlıklarına, Millet Meclislerine protesto telgrafları çekilmesini ve yurtta mitingler düzenlenmesini sağlamıştır.

Aynı zamanda bütün İslâm alemine de hitap eden bir bildiri yayınlamıştır.

Bütün bu örnekler O’nun günümüzde uygulanan kamu diplomasisini 1900’lerin ilk çeyreğinde ustalıkla kullandığını ortaya koymaktadır.

Atatürk’ün dış politikasının ayırt edici bir vasfı da başka devletlerle askerî ittifaklardan ve bağlantılardan kaçınan tutumu olmuştur.

Merhum Büyükelçi Aptülahat Akşin biraz önce zikrettiğim “Atatürk’ün Dış Politikasına” dair eserinde Atatürk’ün, her ittifakın, bu ittifakın sarih ve zımni olarak aleyhine yöneldiği devlet veya devletler nezdinde şüphe ve rahatsızlık, hattâ güvensizlik doğuracağı düşüncesinde olduğunu” naklediyor ve şunları kaydediyor:

“Her ittifak mukabil ittifak veya kombinezonları tahrik eder. Bu ise, herkesle iyi geçinmek isteyen ve kimsenin toprakları ve menfaatleri aleyhinde art düşünce ve davranışı olmayan Türkiye’nin ana dış politika ilkelerine aykırı düşer. Meğer ki işin içinde sarih hayatî menfaatlerimizi tehdit eden bir durum olsun…. Bir büyük devletle ittifak halinde, iki müttefik devlet arasındaki münasebetler kolaylıkla himaye eden ve himaye olunan, münasebetleri haline dönüşebilir. Bu ittifakların karşılığı çoklukla zayıf milletin sırtından çıkarılır.

Babıâli’nin Mısırlılara karşı varlığını korumak için Çarlık Rusya’sıyla yaptığı Kanlıca Antlaşması ve ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı korumayı hedef tutan, fakat bedeli Kıbrıs’la ödenen Türk – İngiliz Antlaşması, bunun tarihî örnekleridir.

Millî Mücadele’de Ankara Hükûmeti’nin Sovyet Rusya ile samimi iyi komşuluk ilişkileri içinde olması, bir ittifak çerçevesinde ortaya çıkmamıştır. İki taraf müttefik değillerdi. 1925 Türk – Sovyet Antlaşması bir ittifak antlaşması değildi…..

Atatürk’ün Balkan devletleriyle bağıtlamış olduğu İttifak Antlaşması Balkan statükosunun korunmasını hedef tutan bir istisna idi…..Atatürk bu ittifakın imzalanmasından sonra bir hayli kaygılandığını saklamamıştır…..İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Antlaşması yapıldı. Kendileriyle herhangi bir siyasî ve toprak ihtilâfımız olmayan bu kardeş ülkelerle yaptığımız bu Pakt bir istişare paktından ibaretti.”

Şimdi de Millî Mücadele’de ihtiyaç duyulan Dış Destek ve Yardım Konusuna ve bu amaçla yürütülen diplomasiye değinmek istiyorum.

Atatürk Millî Mücadelemiz başlarken Vatanımızın içine düşmüş olduğu durumu Büyük Nutuk’da tasvir ederken, “büyük harbin uzun seneleri zarfında, millet, yorgun ve fakir bir halde…Ordu’nun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta…” diyor.

İşte, Atatürk ve O’nun önderliğine inanmış vatanseverler, bu durumda başlattıkları İstiklâl Savaşımızın gerektirdiği âcil ihtiyaçların bilinci içinde Erzurum ve Sivas Kongrelerinin Bildirilerinde uluslararası topluma şu çağrıyı yapmışlardır ( Her iki Bildiri’nin 7. Maddesi):

“Milletimiz insani, muasır (çağdaş) gayeleri yüceltir, teknik, sınaî ve ekonomik durumu ve ihtiyacımızı takdir eder. Böylece Devlet ve Milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve Vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, …..milliyet esaslarına saygılı olan ve memleketimize karşı istilâ emeli gütmeyen herhangi bir devletin teknik, sınaî, ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız.”

Millî Mücadelemize karşı olan unsurlar ve Birinci Dünya Harbi’nden sonra akdedilecek andlaşmayla ABD’nin manda idaresinin altına girmemizi tercih eden Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bazı üyeleri, anılan 7. Madde’nin doğrudan doğruya ABD’yi ve “Amerikan manda idaresini” işaret ettiğini öne sürmüşlerdir.

Atatürk bu iddiaları çürütmek için yaptığı açıklamaları Büyük Nutuk’tan alıntı yaparak sizlere naklediyorum. Atatürk Nutuk’ta şöyle diyor:

“Madde muhteviyatı mantık dairesinde okunup incelenince ne manda ve ne de Amerika’nın mandaterliğini talep fikri mevcut olmadığı tahakkuk eder….. Her zaman ve bugün dahi….vukubulacak yardımları memnuniyetle karşılamaktayız ve karşılarız. Nitekim Ankara-Ereğli ve Keller-Diyarbakır şimendiferlerinin inşası için bir İsveç grubunun ve Kayseri-Sivas-Turhal hatlarının inşası için de bir Belçika grubunun fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle kabul ettik ve mesela Ankara şehrinin ve diğer Anadolu şehirlerimizin bir an evvel inşalarında ve bütün diğer şimendifer hatlarımızın, yollarımızın, limanlarımızın inşaları teklifinde bulunacak yabancı sermayedarların yardımlarını memnuniyetle kabul ederiz. Yeter ki, memleketimize sermaye getireceklerin devlet ve milletimizin dahili ve harici bağımsızlığını ve vatanımızın bütünlüğünü ihlale yönelik gizli emelleri olmasın.”

Tarihî ve İdeolojik Saplantılardan Arınmışlık, Millî Çıkar Hedefi, Gerçekçilik Vasfı

Atatürk’ün dış politika uygulamalarının önde gelen niteliklerinden biri de, Tarihî ve İdeolojik Saplantılardan Arınmışlıktır. Hedefi Millî Çıkarlar olan Gerçekçiliktir.

Atatürk döneminin dış politika uygulamalarında bu niteliğin belirgin olduğu en somut örneklerden biri, Millî Mücadelemiz sırasında TBMM Hükûmeti’nin Bolşeviklerle, yani Sovyetler Birliği ile sağladığı yakınlaşma, elde ettiği, siyasî ve malî destek ve temin ettiği silâh, cephane ve askerî malzeme olmuştur.

Bu konuyu açmadan önce şu hususu vurgulamak istiyorum:

Millî Mücadelemiz başlarken Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin en güçlüleri olan İngiltere, Fransa ve bir ölçüde de İtalya’ya karşı denge ve destek sağlamak için diplomasisini yöneltebileceği iki Devlet vardı.

Biri ABD, diğeri Rusya idi.

Atatürk’ün, Millî Mücadelemizi başlatma kararını aldığı dönemde, ABD’nin dünya siyasetindeki ve uluslararası ilişkilerdeki rolünün, ağırlığının farkında olduğunu kaynaklar ortaya koymaktadır.

Atatürk, ABD’de kamuoyunun, hükûmetin, yasama organının kararları üzerindeki etkisini de görmüş ve doğru değerlendirmiştir.

ABD Almanya’ya karşı İtilâf Devletleri’nin yanında Nisan 1917’de Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zaman, Atatürk Ordu Kumandanı olarak Doğu’da çeşitli cephelerde Osmanlı Kuvvetlerinin başında bulunuyordu. ABD’nin katılmasıyla savaşın dengelerinin ve seyrinin değiştiğine tanıklık etmişti.

Atatürk, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın, maşa gibi kullandıkları Yunanistan’ı da yanlarına alarak millî mücadelemize karşı oluşturdukları cepheyi dengeleme düşüncesiyle ABD’ni yanımıza çekebilmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştur.

Bunları yaparken ABD Başkanı Wilson’un 1918’de yayınladığı içinde “milletlerin kendi kaderini tayin” ilkesini de içeren “Milliyetler İlkelerini” de göz önünde bulundurulmuştur. Bu ilkeden Osmanlı Devleti’nin geleceği ve Millî Mücadelemizin siyasî zemini bakımından yararlanılabileceğini düşünenler olmuştur. ABD’ne yaklaşma teşebbüsleri o dönemin şartlarında sonuç vermemiştir.

Çünkü, Millî Mücadelemizin başlamasıyla birlikte, ABD’de yerleşik Ermeni ve Yunan unsurlar Türkler aleyhindeki faaliyetlerini arttırmışlardır. Lozan Barış Konferansı sırasında bu faaliyetler düzenli ve yoğun mahiyet kazanmıştır.

Ayrıca, ABD, o önemde, 1823’de ilân ettiği “Monroe” Doktrini uyarınca daha önceleri uygulamış olduğu “kabuğuna çekilme” [isolationism] politikasına geri dönmüştür. Bir taraftan bu durum, diğer taraftan da Türkiye karşıtlarının propagandalarının tesiri altında ABD millî mücadelemiz hakkında hayırhah bir tutum ve davranış içinde olmamıştır. ABD, Anadolu’daki gelişmelere özellikle bağımsız bir Ermenistan kurulması emeli açılarından yaklaşmıştır. “Osmanlı İmparatorluğu ne şekilde parçalanırsa parçalansın, kim ‘mandater’ olursa olsun, bu topraklarda ekonomik ve ticarî bakımdan ‘açık kapı’ veya ‘fırsat eşitliği’ ilkesinin” uygulanması ABD’nin güttüğü ana hedef olmuştur.

ABD Millî Mücadelemiz hakkında bu tutumu takınırken, Çarlık Rusya’da Ekim 1917’de vukubulan Bolşevik ihtilâlinden sonra Komünist Rusya’nın Dünya savaşından çekilmesi, Millî Mücadelemiz bakımından bir fırsat yaratmıştır. Emperyalist güçlere karşı direnme, onlarla mücadele bakımından Türk Millî Mücadele Hareketi ile Sovyetler Birliği arasında doğal bir menfaat ortaklığı meydana gelmiştir. Denilebilir ki bu da iki taraf arasındaki en belirgin hattâ tek ortak noktayı teşkil etmiştir. Kurulan ilişkiler oldukça hassas dengelere dayanmıştır.

Bolşevikler de Anadolu’daki Millî bağımsızlık hareketinin kendi emelleri bakımından bazı fırsatlar yaratabileceğini hesap ederek, Millî Mücadele hareketimiz karşısında hayırhah bir duruş sergileme cihetine gitmiştir.

Atatürk bu fırsatı değerlendirmesini bilmiş ve Bolşeviklerle, yani Sovyetler Birliği ile yakınlaşma sağlayarak Millî Mücadelemiz için siyasî ve malî destek, silâh, cephane ve askerî malzeme yardımları temin etmiştir.

Oysa, bilindiği üzere, Osmanlı Devleti ile tarihte en çok sayıda savaş yapan ülkenin Rusya olması ve Rusya’nın sürekli olarak sıcak denizlere, Akdeniz’e inmek için Boğazları ele geçirme emelini taşıması gibi gerçekler karşısında Atatürk ve Millî Mücadele’nin öne çıkan komutanları Rusya’yı hep “tarihî düşman” olarak görmüşlerdir.

TBMM Hükûmeti’ni Moskova’da Büyükelçi olarak temsil etmiş bulunan Ali Fuat Cebesoy Paşa bu konuda hatıratında şöyle diyor:

“O zamanki siyasî vaziyete göre, İngilizlerin emperyalizmine set çekebilecek gibi görünen…..Birleşik Amerika Devleti vardı. Fakat Amerika da gelecekteki cihan (dünya) siyasetinde tutacağı yüksek mevkii göremeyerek eski infiratçı (yalnızcı) siyasetine dönmüştü. İngiliz Emperyalizminin cidal (mücadele, muharebe) sahnesinden Amerikalılar çekilince, Türkiye mecburen asırdîde (yüzyıllık, yüzyıllardan beri ) düşmanı olan ve ilân ettiği insaniyet prensibine sadakat iddiasında bulunan Ruslara (teveccüh eylemişti) yönelmişti.”

Bellidir ki, Atatürk Millî Mücadele’nin hedefine ulaşabilmesi için sahada kazanılacak askerî zaferler kadar, bu zaferleri kolaylaştıracak hesaplı bir gerçekçi diplomasinin uygulanmasına da ihtiyaç olduğunu görmüştür. Bu ihtiyacın farkındalığı içinde tarihî ve ideolojik kaygı ve saplantılardan tecerrüt ederek uluslararası konjonktürün ortaya koyduğu fırsatlardan yararlanma dirayetini göstermiştir. Atatürk’ün Millî Mücadele’yi başlattıktan sonra Sovyetler Birliği ile gerçekleştirdiği yakınlaşma ve yaptığı anlaşma bu gerçeğin tarihî nitelikteki en somut örneğidir.

Büyükelçi Aptülahat Akşin ismini yukarıda kaydettiğim eserinde bu konuda şunları anlatmaktadır:

Türkiye’yi Ruslarla anlaşmaya zorlayan sebepler önemli ve hayati idi. Rusların da bizimle anlaşmaya ihtiyaçları vardı. Fakat iki tarafı anlaşmaya sevk eden sebepler ve amaçlar aynı değildi. Biz samimi olarak Bolşevik Rusya ile iyi komşuluk ve işbirliği etmek ve onlardan silâh yardımı görerek, her iki tarafın da mağduru olduğu batı emperyalizmine karşı bir baraj yapmak istiyorduk. Onlar ise bizi, genel olarak her yerde yaptıkları gibi, kendi politikaları yararına ve kendi milli emellerini gerçekleştirmek için kullanmak, batı devletleri ile yaptıkları müzakerelerde bizden ivaz (ödün) olarak faydalanmak, Türkiye’de, kendilerine bağlı ve sadık bir komünist idare kurmak, kısacası bir Rus peyki haline getirmek istiyorlardı.”

İngiliz Lord Kinross “ATATÜRK” adlı eserinde o dönemdeki Türk – Rus yakınlaşmasını ve işbirliğini “köprüden geçinceye kadar ayıya dayı denir” atasözümüze atıf yaparak değerlendiriyor. Şöyle diyor:

“ ‘Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demeli.’ Bu bir Türk atasözüdür. Deli Petro’dan ve onun genişleme siyasetinden bu yana, her kuşak bir Türk - Rus Savaşı’na şahit olmuştu. Şimdi, Batı’dan gelen saldırı karşısında Kemalistler de Bolşevikler de, tarihlerinin bu noktasında, tereddütlü adımlarla da olsa, birbirlerine yaklaşmak için bazı zorlukları sineye çekmek zorundaydılar. (Esasen) Kemal de, Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren, sırf müttefiklere göz dağı vermek için de olsa, Sovyetlerle uyuşmayı ihtiyatlı şekilde düşünmeye başlamıştı.”

Bir millî davanın yürütülmesinde, sahada, eylem plânında, sebat ve kararlılık gösterilmesinin, ileri fiilî durumlar yaratılmasının, diplomasi alanındaki hamleler için vazgeçilmez olduğunun örnek olaylarını Millî Mücadelemizin akışı içinde görmekteyiz.

Başlangıçta Bolşevik liderlerin Atatürk’ün Anadolu’da başlattığı hareketle işbirliğinde bulunmada gönülsüz ve nazlı ve hattâ hasmane davrandıkları görülmüştür.

Bolşevikler, Ankara’ya yanaşmanın Batı ile olan çeşitli çıkarlarını baltalamasından endişe etmişlerdir.

Bolşevikler, Ermenilere 1919 yılında Doğu Anadolu’da topraklarımıza yaptıkları saldırılarda destek vermişlerdir. Bu saldırılar sonucunda Ermeniler, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır gibi yörelerimizi ele geçirmişlerdir.

TBMM’nin 23 Nisan 1920’de açılmasından sonra Eylül 1920'de Doğu Cephesi'nde taarruza geçen Kâzım Karabekir komutasındaki 15. kolordumuz, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı geri almış ve Gümrü'yü de işgal etmiştir.

Bunun üzerine Ermeniler barış talep etme zorunda kalmış ve 2 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Andlaşması imzalanmıştır.

Gümrü Andlaşması TBMM Hükûmeti’nin akdettiği ilk anlaşma olarak tarihe geçmiştir.

Bu Andlaşma’nın asıl önemi, Andlaşma’nın 10. Maddesinde Ermenistan’ın Sèvres Andlaşması’nın açıkça “yok hükmünde” olduğunu kabul etmiş bulunmasıdır.

Batı Cephesine gelince: Batı Cephesinde de İsmet Paşa’nın kumandası altındaki ordularımızın Yunan ordusuna karşı 10 Ocak 1921’de kazandığı I. İnönü Zaferi de, Millî Mücadelemizde sadece askerî alanda değil, diplomaside de bir dönüm noktası olmuştur.

I. İnönü Zaferi o güne kadar yenilemez olduğu düşünülen emperyalist güçlerin desteğindeki Yunan Ordusunun Anadolu’daki ilerleyişinin durdurulabileceğini ve hattâ yenilebileceğini göstermiştir.

Millî Mücadele Hareketi’nin Hem Doğu, hem Batı cephelerinde sağladığı başarıların diplomasimize olumlu yansıması gecikmemiştir.

İngiltere TBMM Hükûmeti’ni 21 Şubat 1921’de Londra’da açılan Konferans’a davet etmiştir. Bu davet Atatürk diplomasisinin doğru yönde ilerlediğinin ilk habercilerinden biri olmuştur.

Aynı günlerde Moskova’ya giden TBMM heyeti 16 Mart 1921’de “TBMM Hükûmeti” ile “Rusya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti Hükûmeti” arasında çeşitli kaynaklarda “Kardeşlik Andlaşması” olarak da adlandırılan “Moskova Andlaşması’nı” imza etmiştir. Andlaşma’nın Dibacesi’nde “halkların kendi kaderini tayin etme” ilkesi ve iki taraf arasında “emperyalizme karşı mücadele dayanışmasının” varlığı vurgulanmıştır.

Bu Andlaşma ile Bolşevik Rusya Misak-ı Millî’yi tanıyan ilk Devlet olmuştur.

Moskova Antlaşması ile doğu sınırlarını emniyet altına alan TBMM Hükûmeti Batı Cephesi’ndeki ordularının gücünü kuvvetlendirme imkânı bulmuştur. Bu imkân Yunan kuvvetlerine karşı nihai zafer elde etmemize katkı yapmıştır.

Bu gelişmelerden hemen sonra, 1917’de Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik münasebetleri kesilmiş ve Millî Mücadele hareketimize de hayırhah nazarlarla bakmayan ve oldukça mesafeli davranan ABD’nin tutumunda da olumlu yönde değişiklikler görülmeye başlanmıştır.

1 Nisan 1921’de kazanılan II. İnönü zaferi de, TBMM Hükûmeti’nin diplomaside arka arkaya gelmeye başlayan anlamlı başarılı sonuçlarının kapısını aralamıştır.

İtalyanlar Antalya’dan Temmuz 1921’de çekilmiştir.

Diplomaside başarı Kapısının tamamen açılması, 1921 yılının 23 Ağustos ve 13 Eylül günleri arasında 22 gün 22 gece kesintisiz süren Sakarya Meydan Muharebesini Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın, Atatürk’ün sevk ve idaresindeki şanlı ordumuzun zaferiyle sonuçlanasıyla mümkün olmuştur.

İtalyanlar Anadolu’da işgal ettikleri yerleri tamamen boşaltmışlardır.

13 Ekim 1921’de SSCB ile Kars antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türk-Sovyet sınırı son ve kesin şeklini almıştır.

İngilizler ise ellerindeki Türk esirleri serbest bırakmışlardır.

Sakarya Zaferinin en önemli siyasî sonucu da 20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması (İtilafnamesi) olmuştur.

Bu Antlaşma Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin, Kurtuluş Savaşı içinde İtilaf Devletleri’nden biriyle ve bir batılı devletle yaptığı ilk anlaşmadır.

Ankara Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurulmuş bulunan İtilaf Devletleri bloğu parçalanmıştır. İngiltere Anadolu’da yalnız kalmıştır.

Fransa’nın Türkiye’yi ve Misak-ı Millî’yi resmen tanıması, İngiltere’nin Doğu Akdeniz politikasını desteklemekten vazgeçtiğini göstermesi açısından da önem arzetmiştir.

Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması ile birlikte Türkiye Güney cephesini güvenceye almış ve buradaki askerlerini de Batı Cephesine kaydırmıştır.

Ayrıca, 2 Ocak 1922’de Ukrayna ile Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalanmıştır.

Böylece, Atatürk’ün Fransa ve İtalya’yı İngiltere’den, ABD’’yi de her üçünden ayırma; böylece batı kampını bölme ve Anadolu’yu işgal eden Batı’ya karşı Sovyet Rusya’yı denge unsuru olarak kullanma stratejisi başarıya ulaşmıştır.

Denilebilir ki Millî Mücadele önderlerinin Bolşeviklerle kurduğu ilişki ve gerçekleştirilen yardımlaşma “Komünizme hayır, Sovyetlere evet” anlayışıyla ve ihtiyatla yürütülmüştür.

Atatürk’ün Millî Mücadele hareketini başlatmasıyla birlikte İstanbul Hükûmeti, hareketi baltalamak için Anadolu’da yıkıcı bir propaganda başlatmıştır. Bu çerçevede ağırlıklı olarak Millî Hareket’in Bolşevik Rusya ile yakınlaşma arayışında bulunması da konu edilmiştir. Propaganda faaliyeti Avrupa ve ABD’de de yapılmıştır. Bu kampanyaya çeşitli basın organları, bazı cemiyetler ve bilhassa İtilâf Devletleri destek vermiştir.

Atatürk bu propagandaya Büyük Nutuk’ da değinmiştir.

Bu konu ile irtibatlı olarak, Atatürk’ün Amerikalı General Harbord’a vaki ifadelerini aktarmak istiyorum.

ABD Başkanı Wilson, Birinci Dünya Harbi’nden sonra ABD’nin Ermeniler üzerinde manda idaresi görevini yüklenmesi halinde ne gibi sorumluluklar altına gireceğinin incelenmesi maksadıyla bölgeye bir heyet gönderilmesini kararlaştırmıştır. Oluşturulan heyete Tümgeneral James G. Harbord başkanlık etmiştir. Bazı kaynaklarda, heyetin ABD tarafından oluşturulmuş olmasına rağmen, Paris Barış Konferans’ı namına görev yaptığı belirtilmektedir.

İnceleme bölgesine gitmek üzere önce İstanbul’a gelen heyet Anadolu’ya geçmiş ve General Harbord 22 Eylül 1919 günü Sivas’ta Atatürk ile görüşmüştür. Görüşmeden sonra, Atatürk, Harbord’a ifade etiklerini bir muhtıra şeklinde yazılı olarak da General’e iletmiştir. Bu muhtırada Bolşevizm hakkında şu ifadelere yer verilmiştir:

".....Bolşeviklere gelince, ülkemizde bu öğretinin hiçbir yeri olamaz. Dinimiz, geleneklerimiz ve sosyal yapımız bütünüyle böyle bir düşüncenin yerleşmesine uygun değildir. Türkiye'de ne büyük kapitalistler ne de milyonlarca işçi vardır. Öte yandan tarımsal bir problemimiz yoktur. Son olarak sosyal yönden dinsel ilkelerimiz, Bolşevizm’i benimsemekten bizi uzak tutmaktadır. Türk Milleti’nin bu öğretiye karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve daha da ötesi, gerektiğinde savaşmaya hazır olduğunun en iyi kanıtı, Ferit Paşa'nın Bolşevizm’in ülkede yayıldığı ya da yayılmak üzere olduğu yolundaki gerçek dışı söylentilerine karşı Millet’in duyduğu kaygılardır…..”

Atatürk’ün General Harbord ile görüşmesinin en yakın tanığı görüşmede tercümanlık yapmış olan Prof. Hulûsi Y. Hüseyin (Pektaş)’dır. O’nun ifadesine göre, General Harbord, Mustafa Kemal Paşa'ya veda ederken elini sıkmış ve şu sözleri söylemiştir: "Eğer Amerikan ordusunda muvazzaf bir subay olmasaydım, gelir sizinle birlikte mücadelenizi izlerdim.” [i]

Atatürk Amerikalı General Harbord ile görüşmesinden Büyük Nutuk’da şu sözlerle bahsetmektedir:

“Efendiler, hatırlarınızda olsa gerektir ki, memleketimizde ve Kafkasya'da incelemeler yapmak üzere Amerika hükümeti General Harbord'un riyaseti altında bir heyet göndermişti. Bu heyet Sivas’a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord ile uzun uzadı ya konuştuk. General’e, milli harekâtın maksat ve gayesi ve milli teşkilât ve birliğin ortaya çıkış sebebi, gayrimüslim unsurlara karşı olan hissiyat ve yabancıların memleketimizdeki olumsuz propagandası ve icraatı hakkında tafsilatlı ve delilli olarak beyanatta bulundum. General'in bazı garip sorularına da muhatap kaldım. Meselâ, Milletiniz tasavvur edilebilen her türlü teşebbüs ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın? Verdiğim cevapta -hatırımda aldanmıyorsam- demiştim ki: Bir millet mevcudiyet ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla Millet hayatta oldukça ve fedakârane teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz. Generalin sorduğu sorudan asıl maksadın ne olabileceğini araştırmak istemedim. Fakat verdiğim cevabın O’nun tarafından takdirle karşılandığını bugün yeri gelmişken zikretmek isterim.”

II. Lozan Barış Konferansı Döneminde Dış Politika

Şimdi de sizlere Atatürk’ün Lozan Barış Konferansı Döneminde izlediği Dış Politika hakkındaki görüşlerimi ifade etmek istiyorum.

Atatürk, Türk Milleti’ni düşmanla andlaşmaya dayanan barış ve huzur ortamına kavuşturmak için İstiklâl Savaşımızda kesin zaferin elde edilmesi gerektiğinin idraki içindeydi. Atatürk bunu da gerçekleştirdi.

ATATÜRK 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da başlattığı kurtuluş, millî bağımsızlık ve egemenlik mücadelesini 9 Eylül 1922 Cumartesi günü Ordumuzun İzmir’e girmesiyle kesin askerî zaferle sonuçlandırmıştır. Bu kesin sonucu getiren de O’nun verdiği emirle 26 Ağustos 1922 Cumartesi günü şafakla başlayan Büyük Taarruzun 30 Ağustos Çarşamba günü Büyük Zaferle sonuçlanması olmuştur.

İşte bu kesin Zafer üzerine Vatanımızı işgal etmiş bulunan İtilâf Devletleri Ankara Hükümeti’ne mütareke teklif etmişlerdir. Ankara Hükûmetiyle 11 Ekim 1922’de imzalan Mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu siyaseten ve hukuken sona ermiştir.

Mudanya Mütarekesi müzakereleri sırasında teati edilen notalarla arış görüşmeleri için Lozan’da bir Konferans toplanmasına karar verilmiştir.

Savaş alanında Millî Mücadele zaferle sona ermişse de millî müstakil varlığımız için yapılacak daha çok ve büyük işler vardı. Çünkü Vatanımız, Balkan Savaşlarında, Birinci Dünya Harbi yıllarında, işgal döneminde, kurtuluş ve istiklâl savaşımız sırasında harap olmuştu. Kaynakları tükenmiş, çok fakirleşmişti.

Öncelikle, savaş durumunun hukuken de sona erdirilmesi gerekiyordu. Milletimiz kendi bağımsız ve egemen Devletine sahip olmalıydı. Bu Devlet uluslararası plânda tanıtılmalıydı. İç ve dış güvenlik sağlanmalıydı. Milletin yaraları sarılmalı; ülke yeniden inşa edilmeli, neredeyse durmuş vaziyetteki ekonomik hayat harekete geçirilmeliydi. Köklü inkılâpların gerçekleştirilmesine, çağdaş reformların yapılmasına, eğitim alanında hızlı hamlelere ihtiyaç vardı. Ordumuzun yeniden yapılandırılması ve donatılması da ihmal edilemezdi. Bu muazzam işlerin gerçekleştirilebilmesi için de Türkiye’nin dost dış yardımlara ve siyasî, diplomatik ve ekonomik desteğe de elbette ihtiyacı olacaktı.

Bütün bu gerçekler Türkiye’nin bölgesinde uzun yıllar barış ve güvenlik içinde yaşamasını zorunlu kılıyordu. Bunun için de dostane yaklaşımlarla barışçı ve dengeli bir dış politika izlenmesi gerekiyordu.

Atatürk daha iki yıldan fazla bir süre önce 17 Ocak 1921 tarihinde United Telegraph Gazetesi Muhabirine verdiği mülâkatta, kendisine tevcih edilen “gelecekte ne gibi bir politika izleyeceksiniz?” sorusuna şu cevabı vermişti:

"Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitimimiz aşağı seviyededir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma yegâne ve kat'i emelimizdir. Binaenaleyh sulh ve sükûn içinde medeniyetin ciddî çalışmalarına muhtacız. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları tatmine matuf olacaktır.”

TBMM Hükûmeti’nin İsmet Paşa başkanlığında Lozan Barış Konferansı’na katılan Heyeti, Lozan Konferansı’nın “kurtlar sofrası” mahiyetindeki masasında ve bu masanın üzerine kurulduğu kaygan diplomasi zemininde cereyan eden çetin diplomatik müzakereler sonucunda, Türkiye’yi çevreleyen iç ve dış ağır şartların gerektirdiği amaç ve hedeflere uygun bir Andlaşma elde etmiştir.

Atatürk’ün emsalsiz önderliğinde kazandığımız İstiklâl Savaşımız, TBMM Hükûmeti’nin Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın 24 Temmuz 1923 Salı günü Lozan Barış Konferansı’nda imzaladığı Barış Andlaşması ile taçlanmıştır.

Atatürk’ün Andlaşma’nın imza edildiği gün İsmet İnönü’ye gönderdiği tebrik mesajının Büyük Nutuk’da yer alan metni şöyledir:

“Lozan'da Delege Heyeti Reisi, Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri'ne,

Millet ve Hükümet’in Zatıâlileri’ne vermiş olduğu yeni vazifeyi muvaffakiyetle tamamladınız. Memlekete bir dizi faydalı hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir muvaffakiyetle taçlandırdınız. Uzun mücadelelerden sonra vatanımızın barış ve bağımsızlığa kavuştuğu bugünde parlak hizmetiniz dolayısıyla Zatıalinizi, muhterem arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Beyleri ve mesainizde size yardım eden bütün Delege Heyeti üyelerini teşekkürlerle tebrik ederim.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal”

Atatürk, Büyük Nutuk’unda Lozan Barış Andlaşması’nı şu ifadelerle değerlendirmiştir:

“….Bu andlaşma, Türk Milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte, emsali görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!”

Lozan Barış Andlaşması, Türkiye’nin, mutlak bağımsız ve egemen bir devlet ve milletlerarası camianın hukuken eşit bir üyesi olarak doğduğunu tescil eden belgedir.

TBMM’nin 29 Ekim 1923 günü “Türkiye Cumhuriyeti” olarak ilân ettiği Devletimizin tapu senedi mahiyetindedir.

Lozan Andlaşması, aynı zamanda da genel olarak dış siyasetimizin, özel olarak da Kıbrıs ve Türk-Yunan münasebetlerine dair strateji ve politikalarımızın “ahde vefa” ilkesi esas alınarak yürütülmesinde on yıllar boyunca gözettiğimiz dengelerin oluşturulmasını sağlayan unsurlar manzumesidir.

Bu dengeler için dış siyaset terminolojimizde “Lozan dengesi” kavramı kullanılmaktadır.

Konferans döneminde, Atatürk TBMM’de Türkiye’nin Lozan Barış Konferansı’na barış elde etme amacıyla katılmış olduğunu vurgulayan konuşmalar yapmıştır. Bu konuşmaları internette TBMM kaynaklarında okumak mümkündür.

III. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasından İtibaren Atatürk Döneminde Dış Politika

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraki dönemde Atatürk’ün Liderliği altında takip edilen dış siyasetimize ve elde edilen başlıca sonuçlara gelince:

Her şeyden önce şunu vurgulamak istiyorum:

Lozan Andlaşması’ndan sonra Türkiye’nin stratejik önemi azalmamış, aksine artmıştır. Gerçekten, 1923’den sonra Türkiye Avrupa’nın bütün güçlü Devletleriyle komşu durumuna gelmiştir. Sovyetler Birliği doğu bölgemizde, İngiltere Irak manda idaresi ve Kıbrıs vasıtasıyla, Fransa Suriye manda idaresiyle, İtalya ise 12 adayı ve Meis’i ele geçirdiği için Türkiye ile sınırdaş olmuşlardır. Güçlü devletlerle sınırdaş komşu olması Türkiye’nin Millî Mücadele’den sonra gerçekçi, dengeli bir dış politika takip etmesini zorunlu kalmıştır.

Kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının başlıca şu ana hedeflere yöneldiğini söyleyebiliriz:

1.Millî bağımsızlığımızın ve egemenliğimizin korunması;

2. Yapılan barışın devamlı kılınması;

3. Hayat tarzımızda ve yönetim şeklimizde çağdaşlaşmanın sağlanması.

Bu hedeflere ulaşmak için de “ahde vefa” ilkesinin gözetildiği; Türkiye’nin ülkesinde hakim kılmak istediği demokrasi, laiklik, sosyal adalet, hukuk devleti gibi çağdaş değerlere saygılı devletlerle barış içinde yaşamayı, ilişki ve işbirliğini güçlendirmeyi amaçlayan dengeli bir dış siyaset güdülmüştür.

Cumhuriyetimizin ilân edildiği 29 Ekim 1923 günü TBMM’de Devletimizin I. Hükûmeti’nin programını sunan Başbakan İsmet İnönü Türkiye’nin izleyeceği dış politika hakkında şu açıklamalarda bulunmuştur:

Cumhuriyet Hükümeti’nin dış ilişkilerde en temel ilkesi Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bütünlüğünü sağlam tutarak hayatî menfaatlerini göz önünden ayırmamak esası dâhilinde karşılıklı barışı, huzuru, iyi ilişkileri mümkün olduğu kadar genişletmek ve teyid emekten ibarettir. Sınırdaşlarımızla ve…henüz ilişkilere girmediğimiz devletlerle samimî bir dostluk tesisi için bütün kuvvetimizi sarf edeceğiz. Göreceğimiz hüsnüniyete fazlasıyla mukabele edeceğiz. Bu esaslar dâhilinde Türkiye Cumhuriyeti, hayatî menfaatlerini muhafaza etmek için son derece dikkatli olacaktır.”

Atatürk Cumhurbaşkanı olarak 1 Mart 1924 günü TBMM’nin yeni yasama yılını açış konuşmasında “Cumhuriyet’in dış siyasette yüzü düz biçimde ve samimiyetle barışın ve antlaşmaların korunmasına dönüktür” diyerek Türkiye’nin barış siyasetini bir kere daha teyit etmiştir.

Atatürk 1 Kasım 1928 günü de TBMM’de dış politikamız hakkında şunları ifade etmiştir:

“Dış politikamızda dürüstlük, ülkemizin güvenliği ve gelişmesinin korunmasına önem verilmesi prensibi, davranışlarımıza rehber olmaktadır. Önemli reform ve gelişmeler içinde bulunan bir ülkenin, hem kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru gerçek olarak arzu etmesinden daha kolay açıklanabilecek bir konu olamaz. Bu samimi arzudan esinlenmiş olan dış politikamızda, ülkenin korunması, güveninin sağlanması, vatandaşların haklarının herhangi bir saldırıya karşı bizim tarafımızdan savunulması konuları, özellikle göz önünde tuttuğumuz noktalardır. Kara, deniz ve hava kuvvetlerimizi bu ülkede barış ve güvenliği koruyabilecek bir durumda bulundurmaya bu nedenle çok önem veriyoruz. Cumhuriyet hükümeti, uluslararasında güvenlik anlaşmalarının imzalanması için özel bir çaba göstermektedir. Bize önerilen Kellogg Anlaşması’na katılmak için de aynı içtenlikle uygun görüşümüzü bildirdik.

Türkiye Cumhuriyeti uygulayacağı ilân edilen barışçı dış politikanın icabı olarak komşularıyla ve dünyanın diğer belli başlı Devletleriyle dış ilişkiler ağını örmeye başlamıştır.

Atatürk, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya siyasetindeki yerinin bilinci içinde olagelmiştir. Millî Mücadele yıllarında muhtelif Amerikan gazetelerine mülâkatlar vermiş; Türkiye’nin ABD ile dostane ilişkiler kurma isteğini dile getirmiştir.

Millî mücadelemiz başladığı zaman Osmanlı Devleti ile ABD arasında diplomatik münasebetler 1917 yılında resmen kesilmiş bulunuyordu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda iki devlet karşı ittifaklarda yer almışlardı. Osmanlı Devleti’ndeki Amerikan menfaatlerini gözetmeyi İsveç üstlenmişti. Amerika’daki Osmanlı menfaatlerini İspanya korumaktaydı.

Bununla beraber, vurgulamak gerekir ki, Osmanlı Devleti ile ABD karşı bloklarda olmalarına rağmen birbirleriyle hiçbir cephede savaşmamışlardır.

ABD Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı Devleti ile savaşmadığı için savaş sonunda Osmanlı Devleti’ni parçalamak üzere hazırlanan Sèvres Antlaşması’nı imzalayan devletler arasında yer almamıştır. Bu sebeple de Lozan Barış Konferansı’na savaşın galip devletlerinden biri olarak katılmamıştır. Konferans’ta pasif gözlemci olarak temsilci bulundurmuştur.

24 Temmuz 1923 günü Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasını müteakip, ABD ile Türkiye arasında Lozan’da 6 Ağustos 1923’de ayrı bir Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmada iki ülke arasında dostluk ilişkilerin kurulması ve normal diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin yeniden başlatılması da öngörülmüştür.

Antlaşma’nın imzalanmasıyla birlikte, Amerika’daki Ermeni ve Rum-Yunan lobileri ile bütün Türk düşmanları Rum Ortodoks Kilisesi’ni de kullanarak harekete geçmişlerdir. “Lozan Antlaşmasına hayır!” sloganı altında yeni ve güçlü bir Türk düşmanlığı kampanyası başlatılmıştır.

Bu yüzden de Türkiye’nin ABD ile Lozan’da imzaladığı Antlaşma’nın onay için ABD Kongresi’nde oylanması üç buçuk yıl almıştır. 18 Ocak 1927 günü ABD Senatosu’nda yapılan oylamada Antlaşma’nın onaylanması, gerekli üçte iki çoğunluk- 6 oy eksiğiyle – sağlanamadığı için, reddedilmiştir.

Bu durumda Türkiye ve ABD, diplomatik ilişki kurabilmesi için ABD Kongresi’nden onay almayı gerektirmeyen yönteme başvurmuşlardır. Nota teatisi yoluyla 17 Şubat 1927 tarihinde bir “modus vivendi” yapmışlardır. Böylece iki Devlet arasında diplomatik münasebet kurulmuştur. Aynı yıl içinde karşılıklı Büyükelçi teati edilmiş ve büyükelçiler görevlerine başlamışlardır.

Millî Mücadelemizle ilgili haberler ABD’nin önde gelen gazetelerinde çoğu kez olumlu haber ve yorum konusu olmuştur.

ABD’nin ünlü TIME Dergisi Atatürk’ü 1923’de ve 1927’de kapak konusu yapmıştır.

Atatürk ile Başkan Roosevelt arasında özel ve resmî plânda çok dostane ilişkiler kurulmuştur. Bu dostluk teati edilen resmî ve özel mesajlara açık olarak yansımıştır.

Başkan Roosevelt Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde beklenmedik bir jest yapmıştır. Vaşington Büyükelçim Ahmet Muhtar Bey, 19 Ekim 1933 akşamı, New York'da, "Türkiye'nin Amerikalı dostlarının da katıldığı büyük bir yemek vermiştir. Başkan Roosevelt bu yemeğe bir mesaj yollamıştır. Mesajda, diğer hususlar meyanında şu ifadeler yer almıştır:

“Dünyanın istikrar, sulh ve terakki içinde millî hayat süren memleketleri arasına girmeye ve hakikaten kendisine yaraşan mevkii almağa muvaffak olan Türkiye'nin Devlet Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin bu uğurda ve maksat çin sarfetmekte olduğu kudretli hamleleri, Amerikan milleti sempati dolu bir alâka ile takip etmektedir. Derin ve çeşitli olan Türk reformlarının muvaffakiyetindeki harikulâde ehemmiyettir ki, samimi tebriklere sebep teşkil etmektedir. Bu fırsattan istifade ederek sizlere iştirak ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti Reisine devamlı muvaffakiyeti için kalbî tebriklerimi ve Türk Milletine refah ve saadeti için dost dileklerimi sunarım.”

Başkan Roosevelt 29 Ekim 1933 günü ayrıca Atatürk’e bir kutlama mesajı göndermiş ve bu mesajında “Geçen bu on sene zarfında Zatı Alileri’nin faal ve şuurlu idaresi altında Türkiye, dünyanın en gelişmiş milletleri arasına girmekle kalmayıp, uluslararası barış mücadelesinin de başlıca lideri olmuştur" sözlerine yer vermiştir.

Türk Amerikan ilişkilerinin bu olumlu seyri içinde iki Devlet arasında 1 Ekim 1929 tarihinde “Ticaret ve Seyr-ü Sefain” antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD ile akdettiği ilk anlaşmadır.

Bu olumlu gelişmelere rağmen ikili ilişkilerdeki bu yakınlaşma diğer devletlerin de dahil olduğu uluslararası problemler ortaya çıktığında yerini resmî bir tarafsızlık politikasına bıraktı. Bunun başlıca nedeni ABD'nin Avrupa meselelerinden uzak durmak istemesiydi. Hâl böyle olunca, ilişkiler daha çok ticarî bir nitelik arz etti ve siyasî alandaki ilişkiler daha yüzeysel kaldı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki en önemli diplomatik gelişmelerden biri de Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında 17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te imzalanan “Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasıdır.”

Bu Antlaşma’nın Batı Avrupa’nın büyük güçlerine karşı bir tepki Antlaşması olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü, Avrupalılar, Türkiye’ye başlangıçta çeşitli sorunlar çıkarmışlardır. Bunlarda en önemlisi Musul meselesidir. Diğeri de Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak İstanbul’un kalması için yaptıkları baskı ve diplomatik boykot hareketleridir.

O dönemde Batı Dünyası Sovyetler Birliğine karşı oldukça mesafeli davranıyorlardı. Sovyetler de yalnızlık içindeydi.

Türk – Rus Andlaşması’na göre, taraflardan biri saldırıya uğrarsa, diğeri tarafsızlığını koruyacak; her iki taraf, diğer devletlerle, birbiri aleyhine bir ittifak ya da siyasi içerikli bir anlaşma yapmayacak ve diğer devletlerle imzacı ülkelerden birine karşı girişilmiş düşmanca bir eyleme katılmayacaktı.

Üç yıl için geçerli olan antlaşma, sonraki yıllarda (1929 ve 1931) imzalanan protokollerle sürdürüldü. 7 Kasım 1935'te on yıl süreyle son kez uzatıldı. Ancak II. Dünya Savaşı'nda SSCB, 19 Mart 1945'te Türkiye'ye bir nota vererek, 7 Kasım 1945'te süresi bitecek olan antlaşmanın bu tarihten sonra geçersiz olacağını bildirdi.

Atatürk Döneminde Dış Politikada Başlıca Somut Sonuçlar

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk döneminde dış politikada elde ettiği somut sonuçların başlıcalarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

Türkiye, Lozan Barış Andlaşmasıyla kurulan hassas stratejik dengeleri koruyarak komşularıyla ve uluslararası toplumun diğer üyeleriyle uzun yıllar boyunca dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri içinde kalmayı başarmıştır.

Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” [Yurtta Barış Dünyada Barış] vecizesi çağdaş Türkiye’nin dış politikasının temel ilkesi olmuştur.

Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi Anayasamızın “Başlangıç” bölümünde zikredilmektedir. Böylece aynı zamanda bir Anayasa ilkesi vasfındadır.

Atatürk’ün 10. Yıl Nutkunda Türk Milleti için gösterdiği “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” hedefi ile de kanaatimce, dış politikamızın ana yönü “batı” olarak işaret edilmiştir.

Atatürk döneminde, Türkiye, komşularıyla, yakın çevresiyle ve Batı devletleriyle çok sayıda ikili anlaşma yapmıştır. Çok taraflı andlaşmalara katılmıştır.

Türkiye, 1928 yılında ABD Dışişleri Bakanı Frank B. Kellogg ile Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briandöncülüğünde imzalanan ve temel ilkeleri, “savaşın millî politika vasıta olarak kullanılmasının yasaklanması” ve “devletler arasındaki ihtilâfların savaş ile değil barışçı yollardan halledilmesi” olan Briand – Kellogg Paktı’na 1929 yılında katılmıştır.

Paktı imzalayan diğer devletler şunlardır: ABD, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Polonya, Belçika, Çekoslovakya, Japonya ve Sovyetler Birliği.

Atatürk’ün barışçı dış politikası sayesinde Yunanistan ile uzunca bir dostluk dönemi yaşanmıştır. O kadar ki, 1934 yılında Yunanistan Başbakanı Venizelos Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü için aday göstermiştir.

Türkiye, Balkan Devletleriyle ikili dostluk ve tarafsızlık anlaşmaları imzalamıştır.

9 Şubat 1934’te de Türkiye’nin inisiyatifi neticesinde Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında “Balkan Antantı” olarak bilinen Pakt kurumuştur.

1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında “Sadabat Paktı” olarak tarihe geçen bir saldırmazlık anlaşması yapılmıştır.

Böylece, Türkiye önce Batı’da, sonra Doğu’da bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiştir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) Üye Olması

Atatürk Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Versay [Versailles] barış Konferansı’nda alınan kararla 10 Ocak 1920 tarihinde kurulan Milletler Cemiyeti’ne [League of Nations] Türkiye Cumhuriyeti’nin üye olmasının Teşkilât’tan bir davet gelmesi halinde düşünülebileceğini çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. 1932 yılında Türkiye’nin Milletler Cemiyeti bakımından önemini değerlendiren Teşkilât Genel Sekreterliği bir hal çaresi arayışına girmiştir. Sürdürülen istişarelerden sonra İspanya Daimî Temsilcisi Türkiye’nin üyeliğe davet edilmesini tavsiye eden bir karar tasarısı hazırlamıştır. Karar tasarısını şu ülkelerin temsilcileri imzalamışlardır:

Almanya, Arnavutluk, Avustralya, Avusturya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Guatemala, İngiltere, İran, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Japonya, Kolombiya, Küba, Litvanya, Macaristan, Panama, Polonya, Romanya, Yeni Zelanda, Yugoslavya ve Yunanistan.

Karar Tasarısı İspanya tarafından Genel Kurul’a sunulmuş ve 6 Temmuz 1932 günü görüşülerek kabul edilmiştir. Genel Sekreter Türkiye’ye üyelik daveti yapması için görevlendirilmiştir. Gereken davet resmen yapılmış ve Türkiye daveti kabul ettiğini bildirmiştir. Genel Kurul Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne üye olarak kabul eden Kararı 19 Temmuz 1932 tarihinde alkışlarla kabul etmiştir.

Milletler Cemiyeti’ne, üyelikler, normal olarak ilgili Devletin yaptığı bir başvuru üzerine ve bu başvurunun incelenmesi sonucunda alınan kararla gerçekleşebildiği halde, Atatürk Türkiye’si, tarihî bir istisnai muameleye tabi tutulmuş ve kendisine yapılan özel davet üzerine Teşkilât’a üye olmayı kabul etmiştir.

Türkiye, günümüzdeki Birleşmiş Milletler’in temeli oluşturan Milletler Cemiyeti’nin önemli organlarına seçilme başarısını göstermiştir. Bu organlar ve üstlenilen görevler şunlardır:

▪1934’de, Afganistan’ın Milletler Cemiyeti’ne üyelik başvurusunu incelemek üzere kurulan özel komisyon başkanlığı ve raportörlüğü;

▪1934-1936 döneminde, 4 Daimî (İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya) ve önceleri 4, sonraları 9 geçici üyeden oluşan Konsey üyeliği;

▪1935’de Konsey’in 84’üncü ve 85’inci dönem başkanlığı;

▪1937’de Milletler Cemiyeti’nin Genel Kurul Başkanlığı (Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras).

Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi

Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile o günlerin şartlarında Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğine çeşitli kısıtlamalar getirilmişti. Atatürk dünyaca kabul edilen üstün liderlik vasıfları ve barışçı dış politikası sayesinde 1936 yılında Montrö’de imzalanan ve tarihe Montrö Sözleşmesi olarak geçen uluslararası sözleşme ile bu kısıtlamaların kaldırılmasını sağlamıştır. Böylece Boğazlar Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlak egemenliği altına girmiştir.

Montrö Boğazlar Sözleşmesini Türkiye ile beraber, Bulgaristan, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya imzalamışlardır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi Atatürk Türkiye’sinin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesinin ve barışçı dış politika uygulamasının en somut sembolüdür.

Montrö Konferansı’na ev sahipliği yapan İsviçre Başkanı Motta dahil, Konferans’a katılan Devletlerin temsilcilerinin ve Konferans’ı yönetenlerin tamamı, Türkiye’nin “Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin” tadili için yaptığı teşebbüste seçtiği yolun, dünya diplomasi tarihi için, anlaşmaların kuvvet kullanılarak veya tek taraflı olarak ortadan kaldırılması veya tadil teşebbüsünde bulunulması yerine, sorunların barışçı yol ve yöntemlerle halledilmesi ilkesi bakımından tarihe geçen bir örnek olay teşkil ettiğini vurgulayan, Türkiye’yi öven ve alkışlayan konuşmalar yapmışlardır.

Konferans’ın Onursal Başkanlığı’na seçilmiş olan İsviçreli Motta Konferans’ı açış konuşmasında “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, diplomatik bakımdan önemli bir sorunun çözüme bağlanmasında, yüksek düzeyde dürüst davranmanın ve en uygun yöntemi kullanmanın en istenir güzel bir örneğini vermiş olmaktadır” demiştir.

Hatay’ın Türkiye’ye Katılması

Hatay Vilâyetimiz, Osmanlı döneminde İskenderun Sancağı olarak adlandırılıyordu. Burasının eski Türk ve uluslararası belgelerde genellikle “İskenderun Sancağı” veya sadece “Sancak” ismiyle zikredildiğini görüyoruz. Hatay adı 1936 yılında Atatürk tarafından verilmiştir.

Hatay konusuyla Atatürk çok yakından ilgilenmiş ve kararlılıkla takip etmiştir. Atamız, 1923’de ziyaret ettiği Adana’da “kırk asırlık Türk Yurdu ecnebi elinde kalamaz” sözünü dile getirmiştir. Hatay konusu “Millî Dava” olarak nitelemiştir.

Lozan Andlaşması’yla Türkiye’nin hudutları dışında bırakılmış olan Hatay, Fransa ile yürütülen etkili bir diplomasi sonucunda savaşa başvurulmadan Eylül 1938’de bağımsız bir devlet statüsünü kazanmıştır.

Hatay Meclis’i 23 Temmuz 1939 tarihinde de Türkiye’ye katılma kararı almıştır. Böylece Atatürk barışçı dış politikası bu konuda da Türkiye’nin sorunları müzakere yoluyla halletme arzu, irade ve kararlılığını ortaya koymuştur.

İskenderun Körfezi’ni de içinde alan Hatay’ın ülkemize katılmasıyla, Türkiye’nin konumunun stratejik değeri, millî güvenlik, ekonomi, dış ticaret, deniz ulaştırması, enerji nakli, denizaltı servetlerinin çıkarılması, turizm vs. alanlarında, özellikle Doğu Akdeniz itibarıyla, artmıştır.

Atatürk’ün Kıbrıs Adası Hakkındaki Değerlendirmesi

Kaynaklarda, ATATÜRK’ün, 1930’lu yıllarda Türkiye’nin güney bölgelerinde düzenlenen bir “kurmay gezisinde” kurmay subaylara Kıbrıs Adası’nın Türkiye için olan değerini ve önemini şu sözlerle dile getirdiği kayıtlıdır:

“Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, Türkiye’nin ikmâl yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir.” [ii]

Atatürk Döneminde Ülkemizi Ziyaret etmiş Olan Devlet Ve Hükûmet Başkanları, Veliahtlar

Büyük Atatürk Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı 15 yıl içinde hiç resmî yurtdışı ziyaret yapmamıştır. Buna mukabil çeşitli Ülkelerin Devlet ve Hükûmet Başkanları ve Veliahtları Türkiye’ye resmî ziyarette bulunmuşlardır.

Ziyaret eden yabancı devlet adamları arasında Afganistan Kralı, Japon Prensi, Irak Kralı, Yugoslavya Kralı, İran Şahı, İsveç Veliahttı, İngiltere Kralı, Ürdün Emiri ve Romanya Kralı ve Başbakan vardır. Yunanistan Başbakanları Venizelos ve Metaksas ülkemize gelen yabancı konuklar olmuşlardır.

Atatürk: “Diplomatlar Barışın Kurmaylarıdır”

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Atatürk “diplomatlar barışın kurmaylarıdır” sözünü dile getirmiştir.

Dışişleri Bakanlığının oluşturulmasına çalışıldığı ilk yılların bilinen şartlarında sadece bir yabancı dil bilmek Dışişleri memuru olarak atanmak için yeterli görülmüştür.

Atatürk diplomatlığın bir meslek olduğunu düşünerek düzenlemelere gidilmesini emretmiştir. Diplomatları “barışın kurmayları” olarak nitelemiş ve onlara değer vermiştir.

Bu düşünceyle Atatürk Dışişleri Bakanlığı’nın, o zamanki adıyla, “Genel Sekreteri’nin”, sonraki adıyla “Müsteşarı’nın” Dışişleri Bakanlığı’nın en tecrübeli ve ehil bürokratları arasından seçilerek tayin edilmesine özel önem vermiştir. Dışişleri Bakanlığı’nın Genel Sekreteri’nin Kabine toplantılarına katılmasını sağlamıştır. Dışişleri Genel Sekreteri’nin mütalâasına başvurulmadan dış politikada kararlar alınmamıştır. Bunun içindir ki Dışişleri’nin Genel Sekreterlerinin makam araçlarına kırmızı plâka takılmasını kanun hükmüne bağlamıştır.

Dışişleri Bakanlığı’na 54 yıl önce 1966 yılının sonunda katıldım. O dönemde, Dışişleri Bakanlığı’na meslek memuru olarak giriş iki kademeli tarafsız yarışma sınavlarıyla olurdu. Önce eleme mahiyetinde Türkçe ve yabancı dil kompozisyon, Türkçe’den yabancı dile, yabancı dilden Türkçe’ye, sınava girenin isminin kapalı olduğu mühürlü kâğıtlarla yazılı sınav yapılırdı. Elemeleri geçenler Bakanlığın üst yönetim kadrosunun ve Üniversite hocalarının huzurunda iktisat, maliye, devletler hukuku, devletler hususi hukuku, medeni hukuk giriş, siyasî tarih ve genel kültür gibi dallarda sözlü sınava tabi tutulurlardı. En yüksek notu alanlardan müteşekkil 30 – 40 kişi aday meslek memuru olarak atanırlardı. Dışişleri meslek memurunun yüksek temsil yeteneğine sahip olması istendiğinden adayının genel davranışına, konuşma tarzı ve üslûbuna, genel dış görünüşüne değerlendirmede özel önem atfedilirdi. Dışişleri bürokratının, ülkemizdeki siyasî partiler bakımından tercihinin ne yönde olduğu üzerinde durulmazdı.

Meslek hayatımın geçtiği 1966 – 2003 döneminde Türkiye’de çok sayıda değişik Siyasî Partilerin iktidarı yer aldı. Bu devre zarfında Dış politikada alınan Hükûmet kararlarına Dışişleri Bakanlığı’nın mütalâasının esas teşkil etmiş olduğu düşüncesindeyim. Dosyanın sahibine ve konunun uzmanlarına itimat edilirdi.

Takdimime son verirken, Lozan Andlaşması’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu mahiyetinde olduğunu bir kere daha vurgulamak istiyorum.

Bu tapu gelecek kuşaklara, yani bizlere, titizlikle muhafaza etmemiz gereken pahabiçilmez değerde bir miras olarak bırakılmıştır.

Büyük Atatürk’ün “…Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünün, O’nun, gelecek kuşakların bu tapuyu titizlikle muhafaza edeceklerine, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatacaklarına olan inancının ve itimadının ifadesi olduğu muhakkaktır.

Ulu Önderimiz Atatürk’ün güvenine lâyık olmak bizler için yüce görevdir.

Vatanımızın Kurtarıcısı ve Devletimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemâl Atatürk’ü sevgi, saygı, şükran, minnet ve bağlılık duygularımla rahmetle anıyorum.

Beni sabırla dinleme nezaketini gösterdiğiniz için sizlere teşekkür ediyor, en iyi dileklerimi saygılarımla sunuyorum, efendim.

... 

Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik'in Cumhuriyet'in ilan edilişinin 97. yıldönümü vesilesiyle Karaköy Rotary Kulübünün 30 Ekim 2020 tarihinde düzenlediği konferansta yaptığı konuşmanın metnidir. 

 


[i] https://dergipark.org.tr/tr/pub/aamd/issue/55300/758739

[ii] Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs, Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75

 

Tugay Uluçevik

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...