Rodos ve İstanköy İzlenimleri “Bi Daş Atmalık Kadar Uzakta…”


Rodos ve İstanköy İzlenimleri “Bi Daş Atmalık Kadar Uzakta…”

Yazan  29 Mayıs 2019

Ramazan Bayramı tatilinin kaç gün olacağına ilişkin açıklamayı, Türkiye’de tatile çıkmaya meraklı “hali vakti yerinde” kesimin yanı sıra merakla bekleyen başkaları da vardı.

Ege Denizi’nin hemen güney batısında, yöre halkının deyimiyle “bi daş atmalık” mesafede bulunan Rodos ve İstanköy’deki esnafın gözü kulağı, Türkiye’deki bayram tatilinin 9 güne çıkarılıp çıkarılmayacağına ilişkin haberlerdeydi.

Külliye’den gelen talimatla, bayram tatili 9 gün olunca, Rodos ve İstanköy’deki esnaf rahat bir nefes aldı.

Beklenen açıklama gelmişti.

Onlara göre 9 günlük tatilde, Rodos ve İstanköy’ün sokakları Türk turistlerle dolacak, Türklerin alışveriş ve yeme içme çılgınlığından güzel bir kâr elde edilecekti.

Ancak, Türk turistlere satılacak hediyelik eşyalardan sağlanacak kâr için sadece tatilin 9 güne güne çıkarılması yeterli değildi.

Avro’nun da yerinde durması gerekiyordu. 

Türkiye’de döviz kurunun yukarı doğru oynaması, Türk turistlerin adalardan ayaklarını kesmesine neden oluyordu.

Avro’nun yükselmesi; Türkiye’de dövize yatıracak parası olmayan, tabiri caiz ise üç kuruşla ay sonunu getirmeye çalışan yağmur gibi gelen zamlardan kaçacak yer bulamayan sıradan insanlar kadar, adalardaki Yunan esnaf için de adeta bir kâbustu.

Onlar, hali vakti yerinde Türk turistlerin, adalara gelmemesinden, gelseler bile ellerindeki Avroları hediyelik eşya dükkânlarına gömmemelerinden, Türkiye’de kalıp dövizin yükselmesinden kâr etmeyi beklemelerinden korkuyorlardı.

“Bakire Meryem Anamız, Türkiye’de Avro yerinden pek oynamasın, biz de ekmeğimizden olmayalım” duaları yükseliyordu.

Bizim çoban salatanın iri doğranmışı olanı ‘Yunan Salatası’nı masaya bırakırken Manos’un söylediği gibi:

“Hem Türklerin gelmesinden korkuyoruz, hem Türkler gelsin istiyoruz. Bu işte bir gariplik yok mu?”

Böyle bir girizgâhtan sonra, yavaş yavaş Rodos ve İstanköy’e ilişkin biraz güncel, biraz ekonomik, biraz siyasi izlenimlerimizi paylaşmaya başlayalım.

İçine biraz da tarihsel gerçekleri katalım.

Rodos ve İstanköy, Ege’nin güneybatısında Onikiada olarak adlandırılan ada grubunun iki önemli yerleşim merkezi.

Bugün her ne kadar Yunanistan’ın sınırları içinde olsalar da Türk tarihinin önemli birer parçaları bu adalar.

Ege’nin Türkiye kıyısındaki kentlerin çoğunda Osmanlı izleri hızla yok edilirken, kıyı kentleri betonlaşmaya ve TOKİ’nin estetik terörüne teslim edilirken, Rodos ve İstanköy’ün siluetinde camileri, kale surlarını, kuleleri, Osmanlı mirası kubbeli yapıları, cumbalı evleri ilk bakışta görmek olası.

Marmaris’ten yola çıkan feribot Rodos’a yaklaşırken, ilk göze çarpan, Süleymaniye Camii’nin minaresi oluyor.

Aynı şekilde Bodrum’dan İstanköy’e yaklaşan feribotun güvertesinden bakınca Lonca Camii’nin minaresinin silueti Ege’nin mavisine karışıveriyor.

Gerek Rodos gerek İstanköy, hanları, hamamları, camileri, imaretleriyle tipik birer Osmanlı kentleri…

Adalar 1522’de, Sultan Süleyman’ın padişahlığı döneminde, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine giriyor. Genel kanının aksine, Rodos fethedilmiyor. Uzun ve kanlı bir kuşatma sonrasında 1522 yılının Noel günü, adayı elinde tutmakta olan şövalyeler ile yapılan anlaşma sonucu bu güzel ada Osmanlı’nın egemenliğine bırakılıyor.

Tarih kitapları kuşatmanın uzun ve kanlı geçtiğini yazıyor.

Dönemin en güçlü ordusuna sahip Osmanlı, yine dönemin en modern savunma araçlarına sahip Rodos Şövalyeleri ile mücadele ediyor. Ancak Osmanlı topları, kale burçlarında gedikler açsa da, yeniçeriler ve azaplar çok iyi tahkim edilmiş duvarları kolay kolay aşamıyorlar.

Hatta birkaç kez, şövalyeler huruç harekâtı ile Osmanlı ordusuna önemli ölçüde zarar bile veriyorlar.

Padişah kuşatmayı kaldırıp geri dönmeyi bile düşünüyor.

Nihayetinde, şövalyeler, birbirine paralel olarak tahkim edilmiş surları arka arkaya kaybedip, iç kale olarak tabir edilen “Büyük Üstadlar Sarayı’na” kadar çekiliyorlar. Ancak çatışmanın şiddeti düşmüyor. Lojistik destek alamayan şövalyeler sonunda anlaşmaya razı olup, can güvenlikleri konusunda aldıkları garantiyle anlaşma yapmak zorunda kalıyorlar ve Rodos’tan ayrılıyorlar.

Bu anlaşma ile şövalyelerin elinde bulunan Bodrum Kalesi de Osmanlılara veriliyor.

Şövalyeler daha sonra Malta’ya yerleşiyorlar.

Osmanlı adayı aldıktan sonra kale içinde hızla imar faaliyetlerine girişiyor. Ancak Büyük Üstadlar Sarayı’na dokunmuyorlar. Saray olduğu gibi kalıyor. Kuşatma sırasında büyük zarar gördüğü halde, tamir edilmediği gibi, adadaki hiçbir Osmanlı yöneticisi de burada yaşamak istemiyor. Zaman içinde, cephanelik olarak kullanılmaya başlanıyor. Düşen bir yıldırım sonucu cephanelik patlıyor ve sarayın ayakta kalan kısımları yerle bir oluyor.

“Osmanlı yöneticileri neden Büyük Üstadlar Sarayı’nı tamir ettirip burada oturmayı tercih etmedi?”

Bu makul ve mantıklı sorunun yanıtını, sarayı gezdiren yerel rehberlerden biri veriyor:

“Kuşatma sırasında o kadar çok asker öldü ki, hiçbir yönetici bu kadar çok kanın aktığı bir sarayda oturmak istemezdi.”

Rodos, 1912’de İtalyanların egemenliği altına giriyor.

İnanılacak gibi değil ama Osmanlı’nın adeta ordusunun üçte ikisini feda ederek altı aya yakın bir zamanda aldığı Rodos, sadece 13 gün içinde elden çıkıyor.

İtalyanlar, neredeyse hiçbir ciddi mukavemet ile karşılaşmıyorlar.

Burada uzunca bir ayraç açalım ve Rodos’un Osmanlı’nın elinden çıkışına yakın gözlüğü takarak bakalım:

Rodos’un ileri gelenlerinden Mehmet Sadi Nasuhoğlu, Rodos, Anılar Tarihçe, kitabında babasının Rodos’un İtalyanlar tarafından işgali sırasında bizzat yaşadığı olayları yine babasının dilinden şöyle anlatıyor:

 “Savaşın onüçüncü günü idi ve bütün ordu mevcudumuz artık Psitos Köyü ovasında toplanmış ve İtalyanlara karşı son savaşlarımızı veriyorduk. Bu köyün şöyle stratejik bir önemi vardı. Zaman zaman bizim bulunduğumuz yeri tespit eden İtalyanlar, gemilerdeki uzun menzilli toplarla bize mermi yağdırıyorlardı. Bu top ateşi neticesinde zaman zaman kayıplarımız oluyordu. Hâlbuki Psitos Köyü ovası etrafı yüksek dağlarla çevrili bir ova olduğu için gemilerden gelen mermiler üzerimizden geçiyor ve bize isabet etmiyordu. Bu arada askerlerimizin kumanyası bitmiş, yemek kazanları çoktan kenara atılmış, herkes bulduğunu yiyor ve en kötüsü cephanelerimiz de artık tükenmişti. Aynı zamanda bütün etrafımız her taraftan sarılmış ve hiçbir kaçış yolumuz kalmamıştı. Gittikçe kötüleşen durumumuzu kontrol altında tutmaya çalışan gururlu komutanımız Binbaşı Abdullah Rıza Bey bu durum karşısında erkân zabitlerini topladı ve son çaremiz olan teslim olma ihtimalini ve şartlarını düşünmeye başladılar. İşte o sırada beklenmedik bir olay ile karşılaştık. Elinde beyaz bir bayrak tutan memleketimizin çok tanınmış bir hocası sarık cübbesi ve yanında bir İtalyan subayı ile birlikte İtalyanların tarafından bize doğru ilerlemeye başladılar. Biz o tarafa doğru ateşi kestik ve onların yanımıza gelmelerine imkan verdik. Sonradan öğrendiğimize göre elindeki beyaz bayrağı sallaya sallaya bize gelen hoca efendinin tanıştığı ve bu arada dost bile olduğu İtalyanlardan bize teslim ol çağrısı getiriyormuş ve yanındaki İtalyan subayı da bize teslim olmamızın şartlarını bildirecekmiş. Biz bu arada o tarafa doğru ateşe ara verdiğimiz için yanımıza yaklaşan İtalyan subayı, komutanımızın yanına götürdük ve teslim olmamız halinde getirmekte olduğu şartları bize sunmasına imkan verdik.

Bu arada bizim sarıklı hoca bizimle kalmıştı ve hiç beklenmedik bir şekilde askerlerin arasına oturarak, İtalyanların ne kadar iyi insanlar olduklarını, halkımıza dokunmadıklarını, bizim orada dağın başında İtalyanlara karşı elimizdeki iptidai silahlarla savaşmanın bir manası kalmadığını, bunun bir delilik bir intihar olduğunu anlattı. Şehirdeki ailelerimizin bizleri beklediklerini ve ellerimizdeki silahları bırakıp oradan kaçmamızı, hatta kendisinin giderken birkaç kişiyi beraberinde götürebileceğini söylemeye ve askerin maneviyatını bozmaya başladı. Sanki bu kadar söyledikleri yetmiyormuş gibi askerlere hitaben, İtalyanların bir müddet sonra genel taarruza geçerek hepimizi katledeceklerini ve bütün bunların komutanımızın inat kafasından kaynaklandığını ve bizlere günah olacağını uzun uzun anlattıktan sonra bir grup askeri etrafına alarak sanki biraz sonra öleceklermiş gibi tövbe istiğfar etmeye başladı. Hatta herkesi daha iyi etkilemek için de yüksek sesle kelime-i şehadet getirmeye, ilahiler okumaya başladı. Hocayı duyan askerlerin bir kısmı hoca ile şehadet getirmeye ve ilahiler okumaya başlarken bir kısmı da komutanımıza küfretmeye başladı. Hatta bir kısmının maneviyatı o kadar bozuldu ki çocuk gibi ağlayarak kendilerini kurtarması için çocuk gibi yalvarmaya başladılar. Hocanın bu hareketine çok kızan bazı askerlerimizce durum komutanımıza iletilince büyük bir hiddetle müzakereleri bırakıp yanımıza gelen binbaşımız çok sert bir ifade ile hocaya şunları söyledi:

‘Bre şerefsiz hoca, üç günde düşmanlarımızla dost olduğun yetmiyormuş gibi şimdi de vatanı ve bayrağı uğruna canını veren bu vatan evladlarının maneviyatlarını mı bozmaya çalışıyorsun. Dua et ki teslim şartlarını görüşüyoruz. Olmasaydı, ben şimdi seni erkanı harpten geçirir ve hemen şuracıkta idam ettirirdim’ diyerek bizden uzaklaştılar.

İçeride kendi subayları ve İtalyan elçi ile yapılan müzakereler bittikten sonra çok üzüntülü bir şekilde dışarıya çıkan komutanımız atının üzerine binerek mümkün olduğu kadar geniş bir kitle tarafından duyulabilecek şekilde “Kahraman askerlerim, evladlarım! Görüyorsunuz ki 13 günden beri bizden kat kat üstün olan modern silahları haiz bir düveli muazzama ile dövüştük. Düşmana epey kayıplar verdirdik ve şerefizimle bugüne kadar adamızı koruduk. Artık etrafımız sarılmıştır. Bize sırtımızdaki şerefli asker elbisesini giydiren padişahımıza karşı vazifemizi yaptık. Elimizdeki silahların ve sırtımızdaki şu üniformanın namusunu şerefini koruduk. Askerlikte savaşmak da vardır, şehit olmak da vardır. Ama bu savaşın sonu mutlaka ölüm, sebepsiz bir intihar ise, teslim olmak da vardır. Görüyorsunuz anavatan ile her türlü temasımız kopmuştur. Ben şu anda sizin hem komutanınızım, babanızım, ananınızım, Allahınızım. Ve manasız yere hayatınızı harcamanızı, ölmenizi istemiyorum. Hiç aşağılık hissi duymadan, paniğe kapılmadan, askerlik kurallarına uygun biçimde şerefimizle düşmana teslim olacağız ve savaş bitinceye kadar harp esiri sayılacağız. Allah hepimizi korusun.”

İstanbul, hiçbir yardım göndermiyor, böylece Osmanlı Rodos ve İstanköy’ü kaybediyor. Adalarda İtalyan egemenliği başlıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında adalar, 1947’de yapılan Paris Antlaşması ile Yunanistan’a veriliyor.

Kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkla, “konuşulan dil” gerekçe gösteriliyor ve adalarda Yunan egemenliği başlıyor.

Bugün Avrupa’da entelektüel geçinen çoğu isim, Onikiada’nın Osmanlı’dan önceki sahibinin Bizans İmparatorluğu olduğunu, bu yüzden Yunanistan’ın da Bizans İmparatorluğu’nun selefi olmasından ötürü, söz konusu adaların Atina yönetiminin egemenliğine verildiğini düşünüyor ne yazık ki!

Cehaletten mi yoksa bilinçli bir söylem geliştirme çabasından mı bilinmez ama kimse çıkıp da Osmanlı’nın bu adaları çok uluslu bir Katolik tarikatına mensup şövalyelerden aldığını, yüksek sesle dile getirmek istemiyor.

Ayracı böylece kapattıktan sonra yakın tarihten devam edelim.

Harabe durumda olan Büyük Üstadlar Sarayı’nı tamir ettiren kişi ise Benito Mussolini oluyor. Kendisini, Rodos Şövalyelerinin devamı olarak kabul ediyor, İtalyan faşizminin “gösterişini” saray üzerinden ortaya koyma çabası içine giriyor.

1912’de adaların işgal edilmesinden kısa süre sonra, Büyük Üstadlar Sarayı hızla restore ediliyor ve İtalya’nın Faşist Adalar Yöneticisi, bu sarayı ofis ve ikametgâh olarak kullanmaya başlıyor.

Yaşanan depremler de bahane edilerek adalara İtalyan mimarisi egemen kılınmak isteniyor. İstanköy’deki hükümet binası bunun en güzel örneğini oluşturuyor.

Bugün Büyük Üstadlar Sarayı olarak turistlerin beğenisine sunulan ve her girenin 10 Avro bilet parası verdiği bina, aslının kötü bir kopyasından ibaret.

Tarihi Rodos kenti, Bursa gibi, Edirne gibi ya da Üsküp ve Manastır gibi tipik Osmanlı eserleri ile dolu. Aynı cümleleri İstanköy için de kurmak olası.

Amma ve lakin, kentin bu dokusu hızla erozyona uğruyor.

Yunanistan bilinçli bir politika ile Osmanlı mirası eserleri yok ediyor.

Bu cümleyi bu kadar iddialı yazmak yanlış olmasa gerek.

Adalarda, yaklaşık 6 bin civarında Türk yaşıyor. Bu rakamı 10 bin civarında telaffuz eden bilim insanları da var.

Ancak Türkler, adalar 1947’de Yunanistan’ın egemenliğine geçtiği için 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın kapsamına girmiyor. Bu nedenle Atina yönetimi, Türk kimliğini görmezden gelip, bu insanları “Yunan Müslümanı” olarak kabul ediyor.

İstanköylü bir Türk’ün anlatımıyla durumu şöyle özetlemek olası:

“Tamam kardeşim elhamdülillah Müslümanız da, patates milletinden miyiz? Türkçe konuşuyoruz biz. Türk’üz. Anadolu Türkleri gibi…”

Rodos’un en büyük Türk Okulu, Süleymaniye Medresesi, 1972 yılında kapatılmış. Türkler kendi dillerini öğrenme hakkından o tarihten bu yana mahrum durumdalar. Keza din eğitimi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Adalarda yaşayan Türkler için Osmanlı’nın bıraktığı eserler, adeta bir tutkal görevi görüyor. Bu eserler yok oldukça, Türkleri bir arada tutan tutkal da ortadan kalkıyor.

Rodos’ta Sultan Süleyman’ın fermanı ile kurulmuş olan imaret bunun çok güzel bir örneği. 1982 yılına kadar fakire fukaraya, garibe gurebaya aş evi olarak 24 saat hizmet veren, günde iki kez sıcak ekmek çıkaran imaret, Evkaf’ta dönen Bizans oyunları ile Yunan hükümetine teslim edilmiş. Gerekçe ise imaretin bulunduğu yerde çok daha önceleri bir Bizans kilisenin bulunduğu yönündeki iddialar. İmaretin bakır kazanları ise hemen bitişiğindeki Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi’nin bahçesinde duruyor.

Osmanlı eserlerinin tamamına yakını vakıf malı… Sultan Süleyman’ın fermanı ile kurulmuş olan Evkaf’a ait. Evkaf ise mülhak vakıf statüsünü haiz…

Yani, vakfedilmiş olan malların hiçbir koşul altında satılmaması gerekiyor.

Ancak, bugün için durum hiç de böyle değil. Rodos’un eski çarşısındaki Evkaf’a ait 400’e yakın dükkândan sadece 40 tanesi kalmış. Diğerleri akıl almaz oyunlarla Evkaf’ın elinden çıkmış.

Süleymaniye Camii ise AB fonları ile sözüm ona restore edildikten sonra ibadete kapatılmış. Sadece bayram namazlarında ibadete izin veriliyor.

Muhteşem Yüzyıl dizisiyle halkımızın önemli bir bölümünün ilk kez müşerref olduğu; önce doğduğu köye atıfla “Pargalı”, Sultan Süleyman’ın hemşiresi ile evlendikten sonra “Damat”, devlet yönetiminde ön planda çıktığında “Makbul” daha sonra gözden düşüp idam ettirilince “Maktul” sıfatları ile maruf olan İbrahim Paşa da Rodos’ta bir cami yaptırmış.

Kendi adını taşıyan camii Ramazan ayında beş vakit, Bayram namazlarında, Cuma namazlarında ve diğer günlerde ise genellikle öğle vaktinde ibadete açık tutuluyor.

Rodos ve İstanköy Türkleri son yıllarda, Türkiye ile Yunanistan arasındaki görüşmelerde gündem maddesi olmaya başladı.

Güncel izlenimlere gelirsek…

Yazının başında dile getirdiğimiz gibi, Türk turistler, turizmden beslenen Rodos ve İstanköy ekonomisi için büyük önem taşımakta.

Türklerin ayakları adalardan kesme olasılığı, esnafı kara kara düşündürüyor. Deyim yerindeyse Yunan esnaf, kendi ülkelerindeki ekonomik krizden çok Türkiye’deki ekonomik krizle ilgileniyor.

Döviz kurunun yükselmesi semptomunun ortaya çıkmasıyla birlikte, Türk insanı ile birlikte eş zamanlı olarak Yunan esnaf da öksürmeye, ateşlenmeye başlıyor. Çünkü, Batı Avrupalı turistler kadar Türk turistlerin bırakacağı parayla sezon dışında geçinmek ve Yunan hükümetine vergi vermek zorundalar. Avro’daki hafif bir kıpırdanma, Türk turistlerin sayısında azalmaya neden oluyor.

Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz, adalarda Atina’daki kadar hissedilmiyor. Turizmden gelen nakit akışı, bir nebze olsun insanları rahatlatıyor.

Sözün sonunda…

Eğer günün birinde yolunuz bu ata yadigarı topraklara düşerse, sadece uzo içip Yunan Salatası, Saganaki, Soulvaki ve Gyros yeyip, Sirtaki izlemekle yetinmeyin.

Bu topraklara biraz da yakın tarihine yakın gözlüğüyle bakın.

Orada, Anadolu’daki kardeşlerinin pek hatırlamadığı, evrensel bir kültürün yok olmaya yüz tutmuş önemli bir parçasını yani Adalı Türkleri; onların yaşamakta olduğu trajediyi, mum gibi eriyen Osmanlı vakıflarını ve eserlerini göreceksiniz.

 

 

Bahadır Selim Dilek

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...