Bu sayfayı yazdır

Lübnan Ve Akp’nin Orta Doğu Politikası

Orta Doğu Osmanlı-Türk imparatorluğu sonrası tarihinin zaten karışık olan tarihinin en karışık günlerini yaşıyor.

Oysa Türk hakimiyeti ilk Türk ordularının yani Selçukluların Orta Doğu'ya ulaşması ile birlikte İslam coğrafyasına sükunet getirmekle kalmamış, iç çözülme vedaha sonrasında Haçlı seferleri ile Arap yarımadasına sıkışma tehlikesi ile karşı karşıya kalan İslam dinini Atlantik Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar uzanan alana yaymıştır. Türkün Orta Doğu ve Batıya ilerleyişi bilinçli bir ilerlemedir. Türkler nereye ve niçin gittiklerini bilmektedirler.

Yani Türk'ün Orta Doğu coğrafyasına girişi ve hakim oluşu Yavuz Sultan Selim ile başlamaz. Selçuklu ile başlar. Üstelik, Osmanlı-Türk imparatorluğunun Orta Doğu'da hakimiyet kurmak için yenmek zorunda kaldığı devletin resmi adı "et devletül Türkiye" yani Türkiye devletidir.

Bu anlamda Orta Doğu'da hakimiyet bir Türk devletinden diğer Türk devletine geçmiştir. Orta Doğu'da Türk barışı sürmüştür. Bu öyle bir barış ve güç anlayışıdır ki bunun somut örneklerini bugün bile görmek mümkündür. Kudüs'te bir kilise vardır. "Kıyamet Kilisesi". Kilise bir Roma imparatorunun annesi tarafından yaptırılmıştır. Hristiyanlar, Kilise'nin Hazreti İsa'nın çarmıha gerildiği tepenin ve ilk mezarının bu kilisenin içinde kaldığını söylerler. Kilise hristiyanlar için çok önemlidir ve değişik mezhepler arasında bir kıskançlık vesilesidir.

Bundan dolayı Osmanlı kilisenin anahtarını bir müslüman aileye vermiştir. Ailenin bir üyesi her sabah kiliseye gelir. Anahtarı kilisenin içinde bulunan papazlara küçük pencerede verir. Papazlar aldıkları anahtar ile içeriden büyük kapıyı açarlar.. Akşam kapı içeriden kilitlenir ve Müslüman aileye teslim edilir. Yüzyıllardan buyana bu gelenek sürmektedir. Takriben 1850'lerde kilisenin değişik bölümlerini temizlemek ve bakmakla sorumlu mezhep mensupları arasında kavga çıkar. Onlarca kişi ölür.

Osmanlı bir çavuşunu yollar. Çavuş, kavgayı durdurur. "Statüko" ilan eder. Yani her şey olduğu gibi kalacaktır. O sırada birisi kilisenin en üst tarafındaki camları bir merdivene çıkmış silmektedir. O aşağıya iner ancak merdiven yerinde kalır. O merdiven hala orada durmaktadır. On yıllar içinde yağmur ve güneşin etkisi ile parçalanınca yerine yenisi konmaktadır. Merdivene bakınca Osmanlı-Türk hakimiyetini düşünmeden edemezsiniz. Ve sonra Türkün Orta Doğu'dan 1914-1918 sürecinde başlayan geri çekilme başlamıştır.

Orta Doğu coğrafyası daha 90 sene önce Türk devletinin bir parçası idi. Lübnan'da ve İsrail'de doğan çocuklar Osmanlı devletinin vatandaşlarıydı. Osmanlı devletinin bir çok yasası Türkiye yürürlükten kaldırıldıktan sonra bile bu ülkelerde yürürlükte kaldı. Bu coğrafyaya karşı Türkiye'nin tarihi, insan,, dini, ekonomik ve jeopolitik nedenlerle sırtımızı çevirmemiz mümkün değildir.

Ancak bu coğrafyaya ilgi göstermek AKP'ye hakim olan mirasyedi bakkal mantığı ile olmaz. Türkiye'nin kapsamlı bir Orta Doğu stratejisi olmadan ne bir İran, ne bir Irak ne de bir Lübnan politikası olabilir. Zaten ne yazık ki yoktur. İran, en büyük düşmanı ABD'nin Orta Doğu'ya hem de kendisini kuşatacak şekilde müdahalesinden son derece kazançlı çıkacak bir strateji izleyerek çıkmıştır. Çünkü, Ankara'da birilerinin mollalar diye küçümsediği İran yöneticilerinin İran için öngördükleri bir politik hedef ve bu hedefe götürecek etkili bir stratejileri vardır. Bundan dolayıdır ki, İran'ın bugün Irak'ta ABD'den daha etkili olduğu söylenmektedir.

Bugün Türk askerini Lübnan'a yollamak isteyen ve bunu Türkiye'nin "ağırlığı" diye izah eden AKP'nin Telafer bombalanırken Türk Kızılay'ını bu Türkmen kentine sokamadığını, hala PKK Kuzey Irak'ta Marmaris ve Antalya'da patlayan bombaların düzeneklerini üretirken, bir tek PKK'lının canını okuyamadığını unutmayalım. Sözde "Hızlı tren" adlı rezaletle yurttaşlarınınhayatını umarsızca tehlikeye atan, AKP'nin Türk çocuklarını tahriklere açık bir coğrafyaya yollaması tarih önünde verilmesi zor hesaplar ortaya çıkaracaktır.

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü