1 Mayıs-Taksim Fetişi Ve Zorunlu Simbiyoz

Polis copu simbiyotik bir ilişkinin katalizörü haline gelmektedir.[1]Sendikanın Post Fordist devlette dağılan sendikal birliğin ve gücün yeniden tesisi için ideolojik tetiklemeye, yönetimlerin, halkın can güvenliğini özgürlük ve adalete, otoriteyi kaosa tercih etmesine ihtiyacı vardır.

“Simbiyoz” kelimesi, “birlikte yaşama” anlamına geliyor. Doğada türler arası ilişkiler, genel olarak simbiyoz olarak adlandırılmaktadır. Bu ilişki iki veya daha fazla türün bu tip bir birlikteliğinden tarafların yarar sağlaması durumuna göre, değişik adlarla sınıflandırılmaktadır. Birlikte yaşayan türlerden sadece tek birinin yarar sağladığı diğerinin etkilenmediği bir yaşam formu olan Kommensalizm’de (Tek Taraflı Ortaklık) yaşayan bireyler, birbirlerinden ayrı olduklarında da yaşamlarına devam edebilirler. Protoko operasyonda her iki tarafın birbirinden karşılıklı olarak yararlanması söz konusudur. Bu birlikteliğe en klasik örneklerinden birisi, büyük cüsseli hayvanların üzerindeki parazitleri veya atık maddeleri temizleyerek yiyen küçük canlılardır.Mutualizmde(İkili Ortaklık) ise, artık birlikte yaşamak bir anlamda evrimsel açıdan zorunlu hale gelmiş ve “zorunlu simbiyoz” adını almıştır. Organizmalar arasındaki birliktelik, eğer bir tarafın zarar görmesi şekline dönüşmüşse, ismi “parazitizm” (Asalaklık) olarak anılır.[2]

İnsanlar âleminde sosyal ve siyasal ilişkilere yansıtılabilecek bu metaforu, iç ve uluslararası hegemonya merkezinin paydaşları arasındaki kökleri tarihe dayalı ilişkilerin yanısıra, ulusal sınırlar içerisinde sınıf ve sosyal çıkar grupları arasındaki ilişkilere de vurgulamak mümkün görülmektedir.

Protokooperasyon, Batılı gelişmişlerin karşılıklı karmaşık bağımlılık ilişkilerini yansıtırken, hegemonik merkezden uzaklaştıkça tek taraflı ortaklıktan (kommensalizmden)asalaklığa (parazitizme)kadar geniş bir yelpaze ortaya çıkmaktadır.

Ulusal yapının bu metaforla uzlaştırılacak yönü ise oldukça fazladır. Tarihsel açıdan da bakıldığında Orta Çağ Patrimonyal Devletlerinde tamamen kişiselleşmiş olan yönetim, hukuk ve mülkiyette keyfi davranmakta, yönetilenleri yöneticiye karşı koruyan mekanizmalar bulunmamakta, yapıyı değiştirecek her türden hareketler bastırılmaktadır. Patrimonyal sistemlerin özellikle de âdemi merkezi türünde tüm idari güçler ve bunların iktisadi hakları, özel olarak tahsis edilmiş ekonomik imtiyazlardır. Patrimonyal egemenlik düzeninde hizmetliler; egemenin sofrasından yiyerek, egemen güç sahibinin ambar ve hazinesinden yapılan ayni ve nakdi ödemelerle, hizmet karşılığı toprak kullanım haklarıyla ya da mülk, vergi ve resim gelirleri tahsis edilmek suretiyle gibi yollarla desteklenmektedir[3]Bu tasvir bugün bile kulağa yabancı gelmemektedir.

İmparatorluklar/Sultanlıklar döneminde yaşanan bu süreçte ve kapitalizmin ilk erken birikim dönemi ile 1850’lerden sonra Liberal Kapitalist Devlet’te, devletin şiddet işlevi sermayenin birikimini sağlayıcı yönde, koruma ve yeniden üretme işlevlerine nazaran başat nitelik sergilemiştir. Sermayeyi yeniden üretmek işlevini, alt yapı yatırımları (demiryolları gibi), sömürge yönetimleri ile gerçekleştiren devlet, görmezden geldiği işçi sınıfının emek gücünün fiziksel varlığını devam ettirmek zorunda kalması ve sertleşen sınıf çatışmaları nedenleri ile (1871 Paris Komünü gibi) emeğin yeniden üretimi için koruma işlevini devreye sokmak zorunda kalmıştır. (İngiltere’de kadın ve çocukların çalıştırılmasına üst zaman sınırı konulması vb.).

1970’li yıllardan sonra kapitalizmin evrim geçirmiş bir türü olarak ortaya çıkan Fordist dönemde artan üretimin tüketilme ihtiyacı, üretici ve tüketiciler arasında istikrarı gerektirmiş, devlet şiddet kartını geri plana çekmiştir. Fordist devletin ve kapitalist sistemin 1970’lerde başlayan krizi 1980’lerde yeni bir birikim ve düzenleme rejimini gerekli kılmış, zora dayanarak yerleştirilmesi gereken yeni sistem ülkemize de 1980 darbesi sonrası ulaşmıştır. 1990’lı yılların başından itibaren Post Fordist küresel tekelci düzenlemeye geçiş 57nci T:C: Hükümetine uygulanan finansal giyotin ve K. Derviş yasaları ile gerçekleşmiştir.

IMF ve Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar, küresel düzeyde azgelişmiş ülkelerde emek gücünü değişik istihdam biçimlerine göre ayırarak küresel sermayenin hareket kabiliyetini artıracak ve artık değeri yükseltecek yapısal düzenlemeleri gerçekleştirmektedir.[4]. 19. yüzyılda İngiltere öncülüğünde askeri güç ve gambot diplomasisi yoluyla gerçekleşen emperyalizm, Post Fordist dönemde küreselleşme ile yeni bir çağa girmiştir. “Yeni Emperyalizm” in ekonomik öznesi küresel tekeller, siyasal öznesi Neo-liberal elitlerin oluşturduğu ağ ve askeri öznesi NATO veya Koalisyon Orduları olarak görülmekte birlikte simbiyotik bir bağ oluşturmaktadırlar..

Post Fordist kamu personel rejimi, güvencesiz ve sözleşmeye dayalı memurluk üzerine kurulmuştur. Yaşam boyu istihdam ilkesi ve iş güvencesi ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.Bunalım dönemlerinde memurun işine son verilmesi kolaylaşmış, amirin performans takdiri, memuru hem irrasyonel hem de siyasi etkiye korumasız bırakmaktadır. Kamu personel yönetimi de metalaşmış, özel şirketlere devredilir hale gelmiştir. Esnek personel rejimi ile kamu kurumları yerelleştirilerek kendi rejimlerini kurması sağlanmaktadır. Yani rejim ulusal düzeyden kurumsal düzeye inmekte, statü hukuku parlamento tarafından düzenlenen anayasal ve yasal noktadan, kurum tarafından konulan kurallara indirgenmektedir.

Post Fordist bürokraside çekirdek bürokrasinin imtiyaz ve gelirlerinin artırılması yoluyla sisteme bağlılıkları sağlanırken, sürekli küçültülen çevresel bürokrasi (çoklu kol ve rutin emek kullanan bürokrasi) daha güvencesiz ve düşük maaşlı bir noktaya çekilmektedir. Taşeron bürokrasi yoluyla kamu hizmetleri metalaştırılıp sermayeye devredilmekte, kamuda kalanlar geçici sürelerle istihdam edilmektedir[5].

Sistem sadece gelişmekte olan ülkeleri kapsamamaktadır. Ancak Fransa, Almanya gibi güçlü sendika ve bürokrasi geleneği olan ülkelerde ciddi direniş ile karşılaşmış, gelişimi yavaşlatılmıştır. Türkiye’de ise 1980 darbesinin baskı ortamı sendikaların ve çalışan kitlelerin tepki vermesini önlediği kadar, Aynı yıllarda küresel ölçekte ortaya çıkan Keynezyen Ulusal Refah Devletinin halk nezdinde karşılaştığı meşruiyet sorunu ve krizi, gelişmelerin de üstünü örtmüştür. Sokak köşelerinde otobüs bileti gibi dağıtılan kredi kartları ile borçlandırılarak tüketime teşvik edilen Türk Milleti tarihi hafızasında yer almayan finansal işgale direnememiştir. İstiklal Harbinde Osmanlı Devleti emperyalist devletlere karşı borçluydu. Ancak Milletin can borcundan başka borcu yoktu. Yeni emperyalist dönemde halk borcunu döndürme ve hayatını idame telaşına düşmüştür. Halkın iradesi esir alınmıştır.Halk iradesi kuramının kadim diyalektiği de hala çözülememiştir. Halkın iradesini oluşturacak araçların kimin tasarrufunda olduğu sorusuna cevap bulunduğunda gerçek çarpıcı bir biçimde ortaya çıkacaktır. Askeri veya siyasi kudret, propaganda, basın yoluyla kamuoyu üzerinde kurulan hâkimiyet, parti örgütleri, toplantılar, halk eğitimi, okul vs. bilhassa halkın iradesinden kaynaklanması gereken siyasi kudretin, iradeyi oluşturması mümkündür[6]

Ulusal Refah Devleti, 1960’lı yılların sonunda 1970’li yıllardan itibaren krize dayanıksız bir hale gelmiştir. Bu dönemde Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen darbeler üzerine yapılan araştırmalar, Türkiye’deki gelişmeler ve sonuçları ile büyük ölçüde benzerlik taşımaktadır. G. O’Donnell’a göre Latin Amerika rejimleri, tarihsel itibarıyla oligarşik, popülist ve bürokratik-otoriter olmak üzere üç safhadan geçmişlerdir;

“Oligarşik rejimlerde siyasal yarışma alanı sınırlı kalmış, madeni ve tarımsal ürün ihracını elinde tutan elitler devlete hâkim olmuş ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirmişlerdir. Halk kitleleri siyaset dışında tutulmuştur. Popülist safhada milliyetçi ve kalkınmacı ideolojilerin etkisiyle, ithal ikamesine dayanan sanayi politikaları izlenmiş, tüketim sanayii teşvik edilmiştir. Bunun tüketileceği iç pazarı genişletmek amacıyla yeni oluşan kentli işçi sınıfına sendikal haklar nispeten yüksek ücretler ödenmiştir. ( Brezilya’da 1930-1945 ve 1950-1954, Arjantin’de 1946-1955 Peron dönemi). İç pazarın sınırına erişildiğinde özel teşvik ve korumalarla desteklenen iç sanayi rekabet gücünü kaybetmiş, döviz kıtlığı, ödemeler dengesi açığı, düşük ve eksi büyüme, yüksek enflasyon işsizlik gibi ciddi sorunlar baş göstermiştir. Bunun sonucunda “Halk Sektörü” olarak adlandırılan sanayi işçileri sınıfı giderek radikalleşmiş ve siyasal kutuplaşma artmıştır. İşçi sınıfının radikalleşmesi karşısında halk yerleşik düzeni sağlayacak askeri yönetimlere daha sıcak bakmaya başlamıştır(…). ortaya çıkan kutuplaşma halk sektörünün dışlanması yoluyla bu tür tehditleri ortadan kaldırmıştır.[7]

1970’li yıllarda ortaya çıkan askeri rejimler düzeni yeniden tesis etmek için ekonomik istikrarı hedef almış ve ekonomi teknokratlarına önemli görevler vermiştir. Kent emekçileri kazanılmış haklarını büyük ölçüde yitirmiş, sivil toplum etkisizleştirilmiştir. On yıllık frekanslarla Türkiye’de gelişimin bu uluslararası konjonktürden farklı olmadığı ortadadır. B. Jessop, Ulus Devletin meşruiyetinin, ekonomik ve toplumsal beklentilerde yaşanan hayal kırıklığı ölçüsünde azaldığını ifade etmektedir. İşletme tarzı sendikacılık ve kapitalist birliklere dayalı politik temsiliyet biçimleri de krize girmiş emek-sermaye uzlaşmasının koşulları militanca reddedilmiştir.[8]

Devlet birikim rejimlerinin sürmesi için korumak, şiddet ve yeniden üretmek işlevi görmektedir. Koruma temelde hukuk aracılığıyla olur[9]. Hukuk devletinde, kamuoyu algılamalarında “Adil” in yerini “Doğru” sanısının almaya başlaması normatif örüntüyü kökten sarsabilecek bir gelişmedir.1970-1980’li yıllarda  “Halk Sektörü” nün siyaseten dışlanmasına karşı tepki verilmeyişi, askeri otoritelerin benimsenmesi, dönem gelişmelerinde uygulamanın kamuoyunda“ doğru” bulunmasından kaynaklandığı düşünülebilir.Küreselleşme döneminde Devlet’in şiddet yönü tekrar başat hale gelmeye başlamıştır. Hoş görü ortamı azalmış ileri demokrasi dönemi polis copu dönemine dönüşmeye başlamıştır. Gramşiyan bakış açısıyla devlet araçlarını kullanan iç hegemonyanın tahakkümünü sürdürmesinde şiddet başat vasıta haline gelmekte ve bu vasıtanın meşrulaştırılması gerekmektedir.Hegel ise “devlet örgütünün bir kişilik olarak karşıtlık oluşturmak ve bir düşman yaratmak zorunda olduğunu” ifade etmektedir[10]. Ancak bu algı yönetimi Cumhuriyet Türkiye’sinde puzzle (yap-boz) tahtasına dönmüş durumdadır.

sonuç

Antropolojik olarak hukuk toplumu kontrol etme mekanizmasıolarak şekillenmektedir.[11] Hukukun (yasanın), toplumsal kontrol mekanizması olarak bir ayrım yapmaktan, istisna getirmekten oluştuğu söylenebilir. Hukuku iktidar olgusuyla ilintilendiren, dolayısı ile onun politik olandan ayrı düşünülemeyeceği nokta burasıdır[12].Kurulu Güç ilişkileri"sistematik olarak asimetriktir". Yani belirli aktörlere ve gruplara, başka aktör ya da aktör gruplarını dışlayan ve onlara önemli ölçüde erişilmez kılan bir güç kalıcı bir şekilde bahşedildiğinde tahakkümden söz edebiliriz. Güç ilişkileri belirli kişi ya da gruplar, diğer kişi ya da grupları dışlayabilen ve bu dışlamanın yürütüldüğü zeminden bağımsız olarak bu diğer kişi ve gruplara önemli ölçüde erişilmez haldeki bir güçle donandığı zaman “sistematik olarak asimetrik” olur. Bu asimetriyi meşrulaştırma, bir ilişki veya kurumu savunmaya veya haklı çıkarmaya çalışıyorsa ussallaştırma stratejisi ile bir dizi akıl yürütme sonucunda hedef kitlesini bunu desteklemeye ikna edebilir[13].

Diğer yanda ideoloji, zorunlu olarak tahakküm ilişkileri kurmaya ve sürdürmeye ve böylelikle hâkim kişi ve grupların lehine olan bir toplumsal düzeni yeniden üretmeye hizmet etmesi anlamında doğası itibarıyla hegemoniktir. İdeoloji kavramı dikkatimizi anlamın hâkim kişiler ve gruplar hizmetine seferber edilme biçimlerine çeker. Sembolik biçim ve mekânlar üzerinden ideolojik tetiklemeye dayanan eylemler yoluyla kamu otoritesinin şiddetine maruz bırakılan kitlelerin militanlaştırılması, Türk sendikal hareketlerini hiçbir zaman hak ettiği yere ulaştıramayacağı aşikârdır. 1970’li yılların “retçi” militan anlayışı nasıl askeri yönetimleri benimsetmiş ise, bugün iktidarın otoriterleşmesi ve hâkim kişi ve grupların tahakkümünü kalıcılaştırması için simbiyotik bir form da oluşturmaktadır. Sendikal hareketlerin sığ stratejistlerden kurtularak, Türk kamusal alanında etkili bir aktör olarak yer alması, otoriterleşen sistemin genişlemesine yaşam alanı sağlayan,kaos ve güvenlik endişeleri yaratan, simbiyotik ilişkiden kaçınması ile mümkün görülmektedir.

 


[1]  Katalizör, bir kimyasal tepkimeninaktivasyon enerjisinidüşürerek tepkime hızını arttıran ve tepkime sonrasında kimyasal yapısında bir değişiklik meydana gelmeyen maddelerdir.

[2]Deniz Candaş, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi, http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=2&soru_id=938 (Erişim: 24.04.2014)

[3]Max Weber, Bürokrasi ve Otorite, (6.b),Çev. H.B. Akın, Ankara, Adres, 2013, s.81,83.

[4] Önder Aslan, Kamu Personel Rejimi, StatüHukukundan Esnekliğe, (1.b.), Ankara, TODAİE, 2005,s.114- 117.

[5]Aslan, a.g.e., s. 154

[6]Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, .ev. E. Zeybekoğlu, Dost, Ankara, 2010, 2. Bs.s. 43, 45.

[7]Guillermo O’Donnell, Modernization and Bureaucratic-Authoritarianism: Studies in South American Politics,Institute of International Studies, University of California,  Berkeley, 1973 , s. 58-59, 71-72.

[8]Bob Jessop, Kapitalist devletin geleceği (Çev: Ahmet Özcan), Ankara,Epos Yayınları, 2009, s.269-271

[9]Aslan, a.g.e., s.16

[10]Hegel,G.W.Friedrich,Grundlinien der Philosophie des Rechts. Suhrkamp Verlag, Frankfurt/a.M., 1989, 324.ks.

[11]S. Falk Moore, Law and Antropology, Biennial Review of Antropology, 6 ss:252-300, s.256-258

[12] A. YaşarSarıbay, Demokrasinin Sosyolojisi, , Ankara, Sentez 2013, (3.b), s.74

[13]   John B. Thompson, İdeoloji ve Modern Kültür, Kitle İletişim Çağında Eleştirel Toplum Kuramı, Çev. İdil Çetin, Dipnot Yy. Ankara, 2013, s. 77-79

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display