Bu sayfayı yazdır

Türkiye’nin Sorunları Alarm Veriyor

Yazan  22 Ekim 2014

Son bir aydır gerek Suriye ve Irak’ta devam eden IŞİD'e yönelik ABD operasyonları, gerekse Türkiye içinde Kobani’ye yönelik protesto amaçlı olaylar ve Ankara’nın iç ve dış gelişmelere verdiği tepkiler, ülke olarak içinde bulunduğumuz resmi anlamak bakımından önemli bir turnusol kâğıdı vazifesi gördü. Bu resim içerideki ve dışarıdaki diğer gelişmeler ile birlikte birlik ve bütünlüğümüzün ulaştığı tehlikeli mecranın, Türkiye’nin nasıl bir bataklığına saplandığının, Türkiye’yi yönetenlerin yetersizliği ve sapkınlıklarının son perdesini temsil etmektedir. Ekonomisi ve iç dinamikleri yabancıların kontrolünde olan Türkiye, IŞİD'e karşı koalisyona katılmak zorunda bırakılarak, bir kez daha Batının baskısı karşısında politika değiştirmek zorunda kaldı. PKK, Kobani bahanesi ile 81 ilin 35’inde ayaklanma provası yaptı. Kobani ile yaşanan travma, Kürtlerin niyetlerini iyice ortaya çıkardı; Büyük Kürdistan’dan asla vazgeçmeyecekler, silah bırakmayacaklar. Hükümet, kendi kamuoyuna karşı bir şeyler yapıyor gözükmek için yeni güvenlik paketi ile güvenlik-demokrasi dengesi kurduğunu iddia ediyor. Yeni güvenlik ve yargı paketleri ile Türkiye, hukuken de polis devleti haline geliyor. Erdoğan, 2015 genel seçimlerinde Anayasa’da istediği değişiklikleri yapabilecek çoğunluğu sağlayabilmesi için ikili oynuyor; hem MHP tabanına hem de Kürtçülere yönelik mesajlar veriyor. Ülkeyi yönettiğini ve politika yaptıklarını zannedenlerin açıklamalarını ve onları yönlendirenlerin yetersizliklerini görünce, içinde bulunduğumuz resim ile ilgili doğru tespitler yapmak daha da önem kazanıyor. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu ve alarm çalan acil sorunlarını iç içe pek çok problemle desteklenen beş ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar öncelik sırasına göre; rejim sorunu, bölücülükle mücadele, devlet içi dinamiklerin iyi çalışmaması, toplumun kutuplaşması ve dış politika bataklığı olarak sıralanabilir. Bunların her biri hem diğerini besleyen hem de hepsi de ülkeye onarılmaz zararlar vermek bakımından akut hale elmiş, acil tedbir gerektiren gelişmelerdir. Zaman bir an önce çare bulmak, tedbir almak zamanıdır ama sorumluları halen iktidarda ve devlet aygıtını keyfince kullanarak, ülkeden ziyade kendilerini düşündükleri ve bir suç ittifakı içinde oldukları için onları ikna etmenin bir yolu da yoktur. Ama biz gene de toplumu bilinçli kılmak adına doğru bildiklerimizi söylemeye devam edelim.

Rejim Sorunu

            Kasım 2002’de Türkiye’deki iktidara gelen AKP, o dönemden beri bir yandan Cumhuriyet rejimini tasfiye, diğer yandan İslami esaslar ile yönetilen bir ülkeye dönüştürme hedefinde, yeni eğitim düzenlemeleri ile birlikte ileri bir aşamaya geçti. 2007’den beri ülkenin tüm iç dinamiklerini ele geçirmek amacı ile cemaati kullanarak başlatılan sivil darbe, yargı sistemindeki son düzenlemelerle amacına ulaştı; iktidar her türlü hırsızlığın ve hukuksuzluğun üstünü örtebileceği bir manevra ortamı edindi. Çıkarılan istihbarat kanununun, güvenlik paketlerinin, yargı düzenlemelerinin her alanda kaos ve keyfi uygulama ortamını genişletmekten başka bir amacı yoktu. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile rejimin koruyucusu ve denge unsuru olması gereken bu makam da filli diktatörlük statüsüne dönüşmüştür. Cumhurbaşkanı, bir siyasi parti lideri gibi sürekli muhalefet partisi ileri gelenlerine hakaret etmekte, kendi vazifesi imiş gibi TBMM’ye henüz gelmemiş yasaların onaylanacağını haber vermekte, kendi başına Milli Siyaset Belgesinde değişiklik yapacağını ilan ederken, sürekli ortalığı kırıp-dökmekte, toplumun kendinden olmayan her kesimini tehdit etmekte ve hedef göstermektedir. Türkiye’de başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ile statü değiştirerek, de facto şekilde sembolik bir makam haline geldi. Erdoğan’ın niyeti Anayasa’yı değiştirerek, 2023’e kadar kuracağı Putin tarzı bir yönetimi daha sonra Sünni, ümmetçi padişahlık rejimine dönüştürmektir. Özetle, İslamcı ideolojiye sahip tek parti rejimi ve yetersiz devlet adamları ile yönetilen, kuvvetler dengesinin ve basın özgürlüğünün kalmadığı, hukukun yok edildiği Türkiye’de ciddi bir rejim sorunu bulunmaktadır. Bu kaos ortamını Çankaya’dan tüm devlet içi uzantıları ile birlikte mevcut protokol dahilinde yönetemeyeceği için, Cumhurbaşkanı, kendine Saddam gibi bir saray yaptırmakta ve özel bütçe oluşturmaktadır. Bundan 12 yıl önce Türkiye, bu coğrafyada nefes alınacak tek vaha iken, bugün ise; rejimi çürümekte olan, otoriter, hukuksuz ve baskıcı bir ülkeye dönüşmüştür. 

Bölücülükle Mücadele

            Türkiye, 2007 yılından itibaren bölücü terör ile mücadele yerine “terör ile müzakere” sürecine girmiştir. Bu sürece geçişte kamuoyuna açıklanan gerekçe; silahla bir yere gelinemeyeceği, hatta daha da ötesinde Türkiye’nin PKK ile mücadelede başarısız olduğu gibi saçma sapan bir varsayım idi. Bu dönemden itibaren önce Irak kuzeyindeki Kürt grupların liderleri ve eşkıya başı Öcalan ile başlayan görüşmelere Kandil’deki terörist başları ve PKK’nın Türkiye’deki siyasi uzantısı partiler ve sözde aracılar da dâhil olarak Türkiye’ye Habur ve Oslo rezaletleri yaşatıldı. Türk istihbaratı, Kürt devletini kendi eli ile kurmak için KCK içine sızdı ve bu yapıyı büyütürken, kamuoyundan da gizledi. Eğer polis teşkilatı içindeki cemaat yapısı, 2010 yılında KCK operasyonlarını yapmasaydı, şimdiye kadar idari ve mali özerkliği olan bir Kürt otonom bölgesi çoktan ilan edilmiş olacaktı. Bu süreçte sadece PKK amaçlarına siyasi yollardan ulaşmak için yol almadı, muhatap alınarak uluslararası aktör haline getirildi. Daha kötüsü 2007 yılına kadar PKK’ya karşı devletin yanında olan Kürt kökenli kardeşlerimiz, devletin karşı tarafı güçlü kılması nedeni ile tamamen terör örgütünün ve siyasi uzantılarının kucağına itildi ve şimdi en önemli problemimiz bu halk yığının kafasında tekrar devlete olan güven ve devletin güçlü olduğu duygusunu yaratmak, psikolojik eşiği geri çevirmektir. Bunu anlayamadığı için Erdoğan, Kobani provokasyonlarının arkasında hala cemaat ve Gezi Parkı olaylarını aramaktadır. Terörle müzakere ancak örgütün silahlarını bırakması ve ortadan kaldırılması için yapılır. Hâlbuki bugün bize “demokratik barış süreci” diye anlatılan masal, Güneydoğu Anadolu’nun yerel yönetim safsatası altında ayrı bir özerk yapıya sahip kılınarak, ülkenin bölünmesinin önünü açmaktır. Erdoğan’ın yalan üzerine kurulu siyasetinin geldiği noktada, başmüzakereci olarak seçilen Öcalan ile iktidarın kara kutusu Hakan Fidan başrolü oynuyor. Hakan Fidan tarafından hazırlanan, 2015 yılı seçimlerine kadar uygulanacak 6 Aşamalı yeni yol haritası, Türk halkına açıklanmıyor sadece HDP’ye veriliyor. Bölücüler, federasyon ile özerklik arasında bir uzlaşma ile tatmin edilmeye çalışılacak ama onlar asla bölünme hedeflerinden vazgeçmeyeceklerdir. Çünkü terör örgütüne verilecek her taviz örgüt için ancak taktik bir başarıdır. Terör örgütü ve siyasi uzantılarının gerçek amacı mali ve idari özerkliği aldıktan sonra self-determinasyonla siyasi bağımsızlığı sağlamak yani bağımsız devlet kurmaktır.

Devletin İç Dinamiklerinin İyi Çalışmaması

            Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri de, devlet içi dinamiklerin süregelen işlevsizlikleri ve aksaklıklarının artarak devam etmesidir. AKP’nin Avrupa Birliği’ne uyum görüntüsü altında devlet içinde yaptığı reformların amacı askerleri sistemden dışlayarak, kendi derin devletini kurmaktı.TSK.ya son yıllarda komuta edenler; ülkenin güvenliğinin, bekasının ve rejimin teminatı olma konumunun önemli ölçüde aşınmasına engel olamadılar. Ülke istihbaratı da aynı şekilde yanlış ve ideolojik siyasi hesaplar peşindeki iktidarın suç ortağı olmuş, ülkenin bölünmesinden dış politikada giriştiği hukuksuz müdahalelere ve iktidar içi mücadelelere kadar pek çok komplonun vasıtası olmuş, bu suç ortaklığını geliştirecek kanuni düzenlemeler peşinde koşarken asıl görevlerini ve siyasi iktidarla koruması gereken mesafeyi unutmuştur. Türk istihbaratı son zamanlarda kamu diplomasisi ile yıldızı parlatılamaya çalışılsa da acil bir vizyon, yeniden yapılanma ve buna uygun yeni fonksiyonlar ihtiyacındadır. En önemli kaybımız ise Türkiye’de hukukun üstünlüğünün kaybolması ve adalete güvenin kalmamasıdır. 17 Aralık olayları ile ilgili son yargı kararları tam bir yüz karasıdır ve iktidarın polis, istihbarat, hukuk içinde bazı memurları kendisine biat ettirerek, toplu bir suç örgütüne dönüştüğünü göstermektedir. Cemaatle mücadele de beklenen kuklayı değil, kuklacıyı vurmaktı, kuklaların vurulmasına da razıydık ama iktidar perdeyi vurmakta yani boşa atış yapmaktadır. Cemaat nedeni ile önemli yaralar almış polis teşkilatımız, tıpkı hukuk sistemimiz gibi bu seferde iktidara yakın olanların egemen olmaya çalıştığı bir güç mücadelesinin çalkantısı içindedir. Bütün bunlara; ülkeyi saran ajan ağını, ihaleci ve yandaş medyanın Türk kamuoyuna karşı karartma uyguladığını, ülkenin gerçek aydın kesiminin susmak zorunda bırakıldığını ekleyelim.

            Toplumun Kutuplaşması

            Türkiye’nin yaşadığı travmalardan en önemlisi iktidarın ideolojik yönü nedeni ile toplumumuzun gittikçe birbirine yabancılaşması, mili değerlerimiz ile birlikte Türk kimliğinin ve ulus-devlet yapımızın homojenliğinin erimeye başlamasıdır. Türk bayrağının yakılması, Atatürk büstüne yapılan saldırılar, mili bayramların sudan gerekçelerle kutlanmaması, sıradan olaylar haline gelmiştir. Eğitim sistemine getirilen son düzenlemeler ve yeni Anayasa çalışmalarının hedefi İslamcı-Kürt federasyonunun temellerini oluşturmaktadır. Stratejik olarak İslamcı hayalleri için Kürtçüler ile kendilerine ittifak kuran iktidar, sadece Cumhuriyetin İslami bir rejime doğru hızla dönüşümünü sağlamamış, aynı zamanda toplumu kutuplaştırmış ve kendi içinde düşman kesimler haline getirmiştir. İslamcı-Kürt ittifakı, Gezi Parkı olayları ile karşısında ulusalcı kesimleri karşısında bulurken, onu doğrudan tehdit kabul ederek, marjinalize ve yok etme yolunu seçmiştir. İslamcı kesim içinde cemaat ile yaşanan ayrışma ise devletin en tepesini saran yolsuzlukların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Vizyonsuz ve basiretsiz liderlerin yönetimindeki muhalefet partileri ise AKP politikalarının daha kötü müsveddelerinden farklı bir şey söylememektedirler. Temel işlevleri muhalefet eder gibi görünüp, ulusalcı ve milliyetçi kesimleri kanalize etmek ve sindirmektir. Seçim hileleri ile iradesi ipotek altına alınmış halk ise yeni bir lider ve muhalefet bekleyişindedir ama iktidar tarafından bu ihtimale karşı bütün önlemler alınmıştır. Demokrasinin en temel sorunu olan %51’in %49’a tahakkümü en keskin örneği ile Türkiye’de yaşanmakta, bilerek cahil ve yoksul bırakılmış kesimlerin oyları ile seçimleri garanti altına almış iktidar, toplumun geri kalanına “milli egemenlik” yalanını söylemektedir. Son bir yılın rakamlarına göre Türkiye’de hırsızlık, gasp, cinayet ve uyuşturucu kullanımı Cumhuriyet tarihinin rekorlarını kırıyor. Bunun anlamı Türk toplumu kelimenin tam anlamı ile cinnet geçirmekte, yani siyasi ve ekonomik olduğa kadar sosyal patlamalar da kapımızdadır. Buna karşı Erdoğan’ın önerisi ilkokuldan itibaren zorunlu din dersi koymaktır. Amaç, iane kültürü içinde fakir ve yardıma muhtaç bir toplum yaratarak, AKP’nin oy tabanı olacak muhafazakâr tabanı genişletmektir. Son on yılda Türk insanının hoşgörülü ve yardımsever kimyası yok edildi; umutsuz, hınçlı bir insan kitlesine dönüştürüldük.

Dış Politika Bataklığı

Türk dış politikası, 2003 yılından beri Davutoğlu’nun hayal dünyası, iktidarın İslamcı ve Osmanlıcı eğilimleri, ABD güdümündeki Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ülke çıkarlarına uygun olmayan politikalar neticesinde bugün Ortadoğu’da terör bataklığına saplanmıştır. 2003-2006 yılları arasında Avrupa Birliği tam üyelik süreci dâhilinde yapılan sözde reformlar ile bölücülerin siyasi ve askeri alanda kazanımlarını da artıracak düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Annan Planı’na verilen destek ve Ermenistan ile protokol gibi ülke çıkarlarına ve geleneksel Türk dış politikasına uygun olmayan girişimlerin neden olabileceği felaket sonuçlar, bu ülkelerin aç gözlülüğü neticesi atlatılabilmiştir. 2007 yılından itibaren ise Irak’taki merkezi yönetim yerine ülkenin kuzeyindeki Kürt gruplar desteklenerek, eşkıyanın devletleşmesinin ve PKK’nın daha serbest hareket etmesinin önü açılmış, Türkmenler bu grupların insafına bırakılmıştır. Arap Baharı ile birlikte ABD güdümünde demokrasi getirme ve diktatörü kovma oyununa katılan Türkiye, Ortadoğu’nun en güvenilmez ve dostu olmayan ülkesi haline geldi. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Ortadoğu’da Sünni mezhepçi koalisyonun ortaklarından biri oldu. Türkiye’nin topraklarının üçte biri Amerikan üssü olan 225 bin nüfuslu Katar ile Hamas, Barzani ve Müslüman Kardeşler gibi devlet dışı Sünni gruplardan başka dostu kalmadı. Son yıllarda Suriye’de Esat düşmanlığına başlayan Ankara, bu ülkedeki iç savaşın tarafı ve ülkede rejime karşı savaşan terör örgütlerinin destekçisi olarak, yüz binlerce insanın ölmesinin, milyonlarcasının da göçmen ya da sığınmacı olmasının sorumlusu olmuştur. Bu kaos ve terör örgütleri yakın gelecekte Türkiye’yi de hedef alacak, yapılan hatalar gelecekte ülke içi ve yakın coğrafyada önemli güvenlik sorunlarının kaynağı olacaktır. 

Sonuç

Türkiye’nin en önemli sorunu rejim sorunudur ve en öncelikli gündemi de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejiminin ve ulus-devletin zayıflayan dokularının güçlendirilmesi için iktidardaki suç örgütünden kurtulmaktır. Buna demokrasi içinde çare üretebilmek için yeni ve kararlı liderler ile Atatürk’ün çizdiği yolda yürüme bilincimizin mümkün olduğu kadar toplumun daha geniş bir kesimine yayılma ihtiyacı vardır. Bölücü terör konusunda yapılması gereken ise, terör örgütü varlığının Irak’ın kuzeyinden başlayarak tekrar yok edilmesi ve siyasi uzantılarının önünün kesilmesi ile devletin güçlü olduğunu göstermesi ve böylece halk gözünde psikolojik eşiğin aşılmasıdır. Güvenliğin sağlanmasına paralel olarak halkın ekonomik ve sosyal şartlarının iyileştirilmesi ve normalleşme sağlanmalıdır. Devlet içi dinamiklerin en temel unsuru olan savunma, istihbarat ve polis teşkilatımız bir an önce ülke içi siyasi tasarruflardan arındırılarak, yeni güvenlik ortamının gerektirdiği düşünsel ve kabiliyete dayalı dönüşümleri sağlamalıdır. En önemli önceliğimiz ise, ülke içinde bağımsız yargıyı, kanunların herkese eşit uygulanmasını ve adalete olan güveni tesis etmektir. Bunun için 17 ve 25 Aralık 2013’de ortaya çıkan davaların kamuoyunun vicdanını rahatlatacak şekilde tekrar görülmesi ve ismi geçen herkesin gerektiği şekilde yargılanması ile işe başlamalıyız. Toplumsal barışı sağlamanın olmazsa olmaz koşulu ancak hoşgörülü bir demokrasi anlayışı, bağımsız medya ve adil bir yargıdır. Devlet adamlarımızın yapması gereken tam bağımsız ve milli egemenlik anlayışı dâhilinde Atatürkçü politikaları uygulamak; komşularına saygılı, eşit çıkar ilişkisin dayanan, kendi gücüne dayanan bir dış politika izlemektir. Son olarak, hükümetin en önemli propaganda malzemesi olan Türk ekonomisi, yeni pazarlara ve teknolojiye değil dış borca ve kara paraya dayalı olduğu için artık kötü günler ile karşı karşıyadır. Erdoğan’ın faiz lobisi diye hedef gösterdiği adresler de artık Türkiye’yi terke etme aşamasındadır. Ekonomik refah seviyesinde 2011’de 75. olan Türkiye, 2013’de 87. sıraya geriledi. Ekonomi alanında rehberimiz üretim ve bilgi teknolojisine dayalı bir ekonomi ve buna uygun bir eğitim ve insan yetiştirme düzeni olmalıdır.

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı