Türkiye Cumhuriyeti

Yazan  29 Ekim 2013

Türkiye Cumhuriyet’i doksan yılını geride bıraktı. Doksan yılda, nüfusunu altı kat; milli gelirini yüz kat arttırdı. Tarım/köy toplumundan sanayi/kent toplumuna geçti. Milli çıkarları söz konusu olduğunda sınırları dışında bir savaşı göze alabilecek ve kazanabilecek güce erişti; Hatay’ı bünyesine kattı; Kuzey Kıbrıs’ta yeni bir Türk Devleti kurdu.

Buna karşılık, gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilememesi; genç nüfusun üretime yeterince katılamaması; sağlık ve eğitim sorunlarının çözülememesi gibi birçok eksiği var. Bu eksikliklerden yola çıkarak yapıcı entelektüel tartışmalar yapmak elbette kaçınılmaz ve gereklidir. Ancak, bu tartışmaları Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine ve kuruluş felsefesine yöneltmek; bu bağlamda yanlış ve eksik bilgi ile art niyete dayalı tartışmalar ve kara propaganda yapmak; Cumhuriyet’e savaş açmak haksız ve yersizdir.

Kalkınmanın siyasal sistemle bağlantısı yerleşik algının aksine oldukça zayıftır. Bugün itibariyle, en ileri toplumlara bakıldığında, diktatörlükler de dâhil, bilinen siyasal sistemlerin birçoğunu içeren bir dağılımın varlığı gözlemlenir. Üretilen “gayri safi milli hâsıla” bakımından dünyanın en büyük ekonomileri içinde ilk altı sırayı alan Amerika Birleşik Devletleri, eyalet ve başkanlık; Çin, komünist tek parti; Japonya, milli devlet/imparatorluk; Almanya, milli devlet/federal; Fransa, milli devlet/üniter; Birleşik Krallık, kraliyet sistemleri uygulamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu sıralamadaki yeri on yedinciliktir. Demek ki, rejimin biçimi ekonomik kalkınmanın temeli değildir.

Gelir dağılımında adaleti temin etme hususunda da siyasal rejimler başat rol oynamamaktadır. Vatandaşları arasında gelir paylaşımı yönünden en ileri düzeyde bulunan ülkeler sıralamasında Norveç, İsveç, Danimarka, Almanya, Birleşik Krallık başlarda gelmektedir. Bu ülkelerin siyasal rejimleri de farklılıklar göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu sıralamadaki yeri Birleşik Devletler düzeyinde ve orta sıralardadır. O halde, siyasal rejimlerin gelir dağılımı konusunda da mutlak belirleyici bir işlevinden söz edilemez.

Dünya toplumlarının mutluluk düzeylerini ölçme adına, Birleşmiş Milletler tarafından her yıl hazırlanan “mutluluk endeksi”nin sonuncusunda (2013), ilk yirmi sırada şu ülkeler bulunuyor: Danimarka, Norveç, İsviçre, Hollanda, İsveç, Kanada, Finlandiya, Avusturya, İzlanda, Avustralya, İsrail, Kosta Rika, Yeni Zelanda, Birleşik Arap Emirlikleri, Panama, Meksika, Birleşik Devletler, İrlanda, Lüksemburg ve Venezüella. Değerlendirmeye alınan 156 ülke arasında Türkiye Cumhuriyeti, yetmiş yedinci sıradadır. Görüldüğü gibi, bu tablo da rejimlerin mutluluk sağlama konusunda tek başına belirleyici bir faktör olmadığını göstermektedir.

Bu gerçekler göz ardı edilerek bilhassa son on yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ve değerleri üzerinde, gittikçe ivme kazanan bir tartışma yürütülüyor. Tartışmanın dinamiğini iki siyasi kesim oluşturuyor: Bölücü Kürtçüler ve Milli Devlet karşıtı Siyasi Ümmetçiler. Bunlara, Kürt-İslamcıları ve enternasyonalist liberalleri de eklemek gerekir. Bu kesimlerden devletin geleceği açısından tehlike teşkil eden ilk ikisinin durumu şöyle tahlil edilebilir:

1. Bölücü Kürtçüler: Bu kesim tartışmayı “Cumhuriyet” değil “Türkiye” kavramı üzerinden yürütüyor. Onlar, meselenin sosyo-ekonomik boyutuyla ya da rejimin biçimiyle ilgilenmiyor; Türkiye ifadesinin kendilerini kapsamayan Türk etnisitesine aidiyet bildirdiğini söylüyorlar. Buna karşılık Kürt etnisitesinin de devletinin olması gerektiği düşüncesiyle kısa vadede özerklik; orta vadede federasyon ve nihayet uzun vadede bağımsızlık talep ediyorlar. Bölücü Kürtçülerin her fırsatta dile getirdiği ve siyasetle doğrudan ilgilenmeyen kesimlerin kavrayamadığı “statü”den kasıt budur.

Kürtçüler ve onlara bu konuda destek veren bazı İslamcı ve liberal çevreler bu statünün Kürtlerin hakkı olduğunu; iki temel iddiaya dayanarak söylüyorlar. Bunlardan ilki, Doğu ve Güney Doğu Anadolu topraklarında çok eski zamanlardan beri Kürtlerin yaşadığı; dolayısıyla bu toprakların siyasal egemenliğinin de kendilerine ait olması gerektiğidir. Bu iddiaya temel teşkil eden olgu kısmen doğru olsa da çıkarılacak sonuç bakımından yanlıştır. Şöyle ki:

Söz konusu coğrafyada gözlemlenebilir tarihî süreçte sadece ve daimî olarak Kürtler yaşamamış ve çoğunluk olmamış; en az onlar kadar, Türkler/Türkmenler ve belirli nispette Zazalar (ki bir Türk boyudur), Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler ve diğer halklar da yaşamıştır. O halde, o coğrafya Kürt coğrafyası değildir. Kürtçülerin, “siyasal manada kullanmıyoruz diyerek” Başbakan’a bile zikrettirdikleri Kürdistan ifadesi bu iddialarını yaygınlaştırmayı amaçlıyor. Bölge herhangi bir halkın coğrafyası olmadığına göre, siyasi egemenliğin kime ait olacağını belirleyecek faktör “tarihî hak” kavramıdır. Bu tarihî hak, Artuklu-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen ve Türk milletine ait olan siyasi egemenlik hakkıdır. Türk milleti bu tarihî hakkından kendi isteğiyle vazgeçmedikçe; “redd-i miras” yapmadıkça bu egemenliğin paylaşılması ya da yok edilmesi hırsızlık ve gasptır. Esasında bu gerçeği Kürtçüler de kabul ederler. Onların Türk egemenliği yerine tesis etmeye çalıştıkları egemenliğin “Kürtçü” oluşu; bölgedeki Türkleri, Zazaları, Arapları ve diğer etnisiteyi yok saymaları bu kabulün bir göstergesidir.

İkinci iddia ise istenen “statü”nün; yani “devlet”in, temel insan hakkı olduğudur. Bu iddianın ne bilimsel, ne siyasi, ne de tarihî bir temeli yoktur; tarihin hiçbir döneminde bütün halklar/milletler kendi siyasi egemenliklerini tesis etmemiş/edememiş; bugün de, kabul edilen evrensel uluslar arası hukukta bu tarz bir insan hakkı tanımlaması yapılmamıştır. Bu hukukun en üst organı olan Birleşmiş Milletler teşkilatına üye ülke sayısı bugün itibariyle 193 iken, dünya üzerinde iki bini aşkın halk/ulus vardır. Bir toprak üzerinde, var olmak; uzun ya da kısa süre yaşamak, kabul etmek zor gelse de siyasi egemenlik hakkı doğurmaz. Siyasal egemenlik, doğuştan gelen bireysel bir kabiliyet değil, milletlerin uzun tarihsel süreçlerde geliştirdikleri bir örgütlenme edinimidir.

Siyasal egemenlik hakkı bir milleti, egemenliği altındaki diğer halklardan, milletlerden, topluluklardan üstün kılmaz; bilakis diğerlerine göre daha sorumlu davranmaya; bütün vatandaşlarının bireysel evrensel haklarını korumaya ve geliştirmeye; dinini, dilini, kültürünü, geleneğini başkalarının haklarını ihlal etmeden yaşamalarına imkân verecek biçimde kullanmaya zorlar. Bunları yaparken devletin yaşayakalmasını gözetmek; farklılıkları körükleyip derinleştirmek yerine benzerlikleri ve ortak yaşama idealini pekiştirmek de bu sorumluluk zaviyesindedir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin takip ettiği kültür politikalarının, sadece öteki etnisiteler bağlamında değil Türkleri de kapsayacak biçimde gözden geçirilmesi; eksikliklerin giderilmesi bu sorumluluğun gereğidir. Türkçenin bütün ülkede “tek resmi dil” ve “tek eğitim dili” olarak kalması; sınırları, bayrağı, marşı ve yerleşik sembolleri etrafında özde mutabakat sağlanması; bunların siyasi kültüre dönüşmesi kaydıyla egemenliği altındaki bütün dillerin ve kültürlerin yaşatılması; bunların siyasal malzeme konusu olmaktan çıkarılması hem siyasi egemenliğin hem de bütün bireylerin sorumluluğudur.

2. Siyasi Ümmetçiler: Bu kesim tartışmayı hem “Türkiye” hem de “Cumhuriyet” üzerinden yürütmektedir. Türkiye üzerinden yaptıkları tartışma “Türklük” algılarıyla ilişkili olup bu algının ana hatları şöyledir: “Türklük” vurgusu kavmiyetçiliktir; haramdır; Müslümanlık ve ümmet esastır. Türklük bilinciyle hareket etmek, diğer etnisitelerde de kendi milletlerinin bilincini öne çıkarma eğilimi doğurmuştur; Kürtlerin isyanının sebebi de budur. Türkiye, Yahudi kökenli ajanların empoze ettiği Türkçülük sebebiyle yıkılan Osmanlının mirasını gasp eden ırkçı bir devlettir. Bu sebeple devletin ve kültürün dokusundan Türklüğü çıkararak yerine ümmet bilincini yerleştirmek; her türlü zevk ve ihtiyaç unsurunu İslamî kaidelere göre yeniden tanzim etmek gerekir. Ancak, bu iddiaların tamamı tarihsel gerçeklerle çelişir. Şöyle ki:

1. Türklük, on dokuzuncu yüzyılda bütün dünyada gelişen bir sürecin İmparatorluk coğrafyasındaki diğer unsurlara göre en geç ortaya çıkan “milliyet”  bilincidir. Tarihi gerçeklerle sabittir ki, Ermeniler, Sırplar, Yunanlılar, Araplar, Arnavutlar ve diğer etnisiteler Türklerden çok daha erken dönemlerde “milliyet”çilik bilincine erişmiş ve bu bilinçle İmparatorluktan ayrılarak kendi “ulus devlet”lerini inşa etmişlerdir. Türk milliyetçiliği ise tarihin bir dayatması olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple Türk milliyetçiliğinin temellerinde Yahudi ajanları değil milliyetçiliği devletin bekâsını sağlamak için tek çıkar yol olarak gören çok sayıda Türk ve diğer etnisiteden aydınları buluruz. Bu bağlamda Türkçülük soy/kan esaslı ırkçılık değil, farklı etnisitelerden insanların geliştirdiği bir kültürel tutum olup İmparatorluk bünyesindeki bütün milliyetçilikler arasında en makul ve masum olanıdır.

2. Türkçülük Allah’ın men ettiği “kavmiyetçilik” değil; Allah’ın emir ve teşvik ettiği akraba ve komşu hakkına sahip çıkma; onurunu ve namusunu koruma; küfre ve işgalci emperyalizme karşı birlikte hareket etme bilinci; bir tür korunma içgüdüsü olarak gelişmiştir. Devletin yıkılma tehlikesi söz konusu olmasaydı; millet huzur içinde yaşamaya devam ediyor olsaydı; diğer milletler milliyetçiliği bir bölücü unsur olarak kullanmasaydı, Osmanlı aydınları da siyasi Türkçülük yapmayacaklardı. Osmanlının ve Selçuklunun bin yıllık egemenlik süreçlerinde hiçbir konuda asabiyetçilik yapmamaları bunun delilidir. Türkiye Cumhuriyeti işte bu aydınların kurduğu; ülkenin dört bir yanından gelen farklı etnisiteden olsalar da bunu gönülden kabul eden temsilcilerin, 1921 Anayasasının üçüncü maddesinde adını, “Türkiye Devleti” koyduğu bir ülkedir.

3. Kürtçü isyanı, Türkçülüğe bağlayan ümmetçilerin göz ardı ettiği bir gerçek vardır; Kürt isyanlarının tarihi, bırakın Cumhuriyeti, Tanzimat’tan bile eskidir; ilkinin üzerinden 200 yılı aşkın bir zaman geçmiştir; Cumhuriyete gelinceye kadar da çok sayıda Kürt isyanı söz konusudur.

4. Ümmetçilerin, Türk milliyetçiliğini, “ümmet” bilincinin karşısında görmeleri yerinde bir tutum değildir. Aklı başında hiçbir Türk milliyetçisi, “ümmet” bilincine karşı çıkmaz; ama şu sosyolojik gerçeği de iyi bilir: Mahallenizi tanzim etmeden şehri tanzim edemezsiniz. Aileyi bir arada tutamazsanız akrabalarınızla da sağlıklı ilişki kuramazsınız. O halde, Türklüğü; oynadığı tarihsel rol ile ümmetin en önemli motivasyonlarından biri olmuş bir parçasının değerlerini yok ederek, ümmetin diğer parçalarını bir araya getiremezsiniz. Arap kültürünü İslam zannederek; çocuklarımızın isimlerini bir kısmını Arapların bile kullanmadığı ve hiç bir kutsiyeti olmayan Arapça sözcüklerden seçerek; düğünlerimizi, bayramlarımızı, giyim kuşamımızı velhasıl bütün hayatımızı dinle hiçbir ilgisi olmayan Arap kültürüne göre tanzim ederek “ümmet” bilinci geliştirilemez.

5. Ümmetçilik, emperyalizmin yayılma harekâtının önündeki en büyük engel olan Türkiye Cumhuriyeti devletini parçalamak için kullanılan bir siyasi argümana dönüştürülmüş durumdadır. Bu siyasetin bir parçası olmak, Hz. Muhammed’in ümmeti olmaya yakışmayacak bir ihanet halinden başka bir şey değildir. Ülkemizdeki ümmetçi kesimlerin Türk milliyetçiliğine haram; Kürt kavmiyetçiliğine helal gözüyle bakmaları; Müslümanların Irak’ta ve Afganistan’da, Amerikan emperyalizminin çizmeleri altında çiğnenmelerine göz yummaları bu siyasetlerindeki samimiyetsizliğin göstergesidir.

Ümmetçilerin tartışma yürüttüğü “Cumhuriyet” kavramına itirazlarının odağında ise bilhassa “hilafet” meselesi vardır. Onlara göre, Cumhuriyet, hilafeti ortadan kaldırarak iki büyük hata yapmıştır. İlki, devletin İslamî esaslara göre yönetilmesi gereğini ortadan kaldırmış olması; ikincisi de, dünya Müslümanlarının siyasi bir organının yok edildiği iddiasıdır. Ancak, bu iddialar da tarihî gerçeklikle örtüşmez. Şöyle ki:

1. Osmanlı Devleti tarihinin hiçbir döneminde tam anlamıyla bir “şeriat devleti” vasfı taşımamıştır. Osmanlı hukuk sisteminin “çoğulcu” olduğu; “örfî” yanlarının bulunduğu; Tanzimat’tan itibaren de, hukuk sistemiyle beraber bütün siyasal yapının adım adım Batılılaştırıldığı tarihî bir vakıadır. Dolayısıyla, “şeriat devleti” bir ideal olsa bile bu ideali terk eden Türkiye Cumhuriyeti değil, halifeliğin var olduğu Osmanlıdır. Diğer yandan “şeriat devleti” hangi örnekten yola çıkılarak inşa edileceği tartışma konusu olan; cemaatlerin bile üzerinde anlaşamayacağı; Suudi Arabistan’dan İran’a; Libya’dan Suriye’ye birçok farklı biçimleri olan bir uygulamadır; Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde de örnek alınacak bir model yoktur.

2. Hilafeti kaldırarak dünya Müslümanlarının lideri olma imkânını kaybettiğimiz iddiası da gerçekçi değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Müslüman Araplar, Arnavutlar, Kürtler “halifenin devleti” olan Osmanlı’ya karşı ayaklanmazlar; buna karşılık, Hindistan, Pakistan, Rusya Müslümanları ise halifenin de karşı çıktığı Milli Mücadelede Türk milliyetçilerine destek vermezlerdi. Dolayısıyla, halifelik bahis konusu tarihsel süreçte işlevini bütünüyle kaybetmiş olup ülke içinde sorun çıkarma tehlikesi taşıyan bir kurum haline gelmiştir. Bugüne ve yarına dair bir endişe söz konusuysa; Türkiye Cumhuriyeti milli birliğini ve bütünlüğünü sağlamlaştırıp ekonomik kalkınmasını gerçekleştirirse halifelik olmadan da dünya Müslümanlarına önderlik edebilir. Eğer diğer Müslümanlar da ümmet bilinci taşır ve birbirlerini boğazlamaktan vazgeçerlerse.

Türkiye Cumhuriyeti doksan yılı geride bıraktı. Türk milleti, kamu kurumlarının ismindeki Türkiye Cumhuriyeti ifadesinin kaldırılması; Andımızın unutturulması; iki dilli kamu hukuk sistemine geçiş pratiklerinin yapılması girişimlerinin paralel devlete ve eyalet sistemine geçişin hazırlıkları olduğunun bilincine ermeli; bunun tarihi egemenlik hakkının paylaşılması ve devredilmesi anlamına geldiğini fark etmelidir. 

 

Mümtaz Sarıçiçek

Kayseri’de 1963 yılında doğdu. Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1986) ve Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü’nde lisans eğitimi gördü (1993). Yüksek Lisans (1988–1990) ve doktora (1991–1995) eğitimimi Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında tamamladı.

Elazığ Ortaokulu’nda öğretmenlik (1986–1994), Malatya İl Milli Eğitim Müdürlüğü bünyesinde İlköğretim Müfettişliği (1994–1996) görevlerinde bulundu.

Muğla Üniversitesi (1996–1998) ve Erciyes Üniversitesinde (1998–2010) Yeni Türk Edebiyatı yardımcı doçenti olarak çalıştı. Halen, Erciyes Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı doçenti olarak görev yapmaktadır.

Kitapları:

1. Romantik Bir Toplumcu Gerçekçi Öncü: Reşat Enis Aygen, MEB Y, Ankara 2009.

2. Huzur’dan Yeni Hayat’a Çağdaş Türk Romanında Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Laçin Y., Kayseri 2009.

3. Safvet Nezihi, Kadın Kalbi, Yayına Hazırlayan: Mümtaz Sarıçiçek, Laçin Y., Kayseri 2009.

Uluslararası ve ulusal bilimsel çalışmalarından bazıları:

  1. Bahtiyar Vahapzade’nin Tiyatrolarında Arketipsel Benlik Kurgulamalarının Estetik Değeri, I. Uluslararası Bahtiyar Vahapzade Sempozyumu, Qafkaz Üniversitesi, Bakü, 2012.
  2. Mehmet Akif’in Şiirlerinde Ümmet, Millet, Irk, Kavim Kavramları, Uluslararası Mehmet Akif Ersoy Sempozyumu, Kahire Üniversitesi, Kahire, 2011.
  3. Molla Nesreddin Mecmuası’nın Azerbaycan’ın Modernleşmesindeki Yeri,1. Uluslararası Nasreddin Hoca Sempozyumu (Bilgi Şöleni), 463-470, Akşehir, 6-7 Temmuz 2005.
  4. Kirkor Ceyhan’ın Öykülerinde Türk Ermeni İlişkileriHoşgörü Toplumunda Ermeniler, I. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Sempozyumu, Cilt III, 355-363, Kayseri, 2007.
  5. Yakup Kadri’nin Romanlarında Cumhuriyet İdeali ve Düş Kırıklıkları,Erdem, 54, 189–200, (2009).
  6. Ulysses ve Tutunamayanlar’ın Karşılaştırmalı İncelenmesiTurkish Studies, Yeni Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı4/1-I, 529–560, (Winter 2009).
  7.  Şehriyar’a Selam: Héydér Baba’ya Selam’ın Ontolojik Tahlili, Turkish Studies, Türkiye Dışındaki Türkler Dosyası, 3/7, 580–591, (Fall 2008).
  8. Schrödinger’in Kedisi’nde Yabancılaşma,Türk Yurdu, 257, 108–111, (2009).
  9. Huzur Romanının Kuruluşunda Yerli ve Yabancı Tesirler,Türk Yurdu, 153–154, 235–240, (2000).
  10. Türk Romanında Modernist/Postmodernist Yönelişler ve Ulysses’ten Aydaki Kadın’a Romanda Anlatma Problemi, Türk Yurdu, C: 31, S: 292, s. 103–115, Aralık 2011.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display