KAHRAMANMARAŞ - DEPREM BÖLGESİ İZLENİMLERİ
 Bu sayfayı yazdır

KAHRAMANMARAŞ - DEPREM BÖLGESİ İZLENİMLERİ

Yazan  18 Şubat 2023

6 Şubat 2023 günü sabah 04:17’de Türkiye’nin güney illeri, - İstanbul Teknik Üniversitesi’nin hazırladığı ön inceleme raporuna göre - Richter ölçeğine göre büyüklüğü 7.8 olarak ölçülen büyük bir depremle sarsıldı. Ardından yine aynı gün 13:24’te büyüklüğü 7.7 olan ikinci bir deprem gerçekleşti.[1]

Deprem fırtınasının ilk saatlerinde yıkımın büyüklüğü belli olmasa da bölgedeki şehirlerin çoğunlukla alüvyonal ovalara kurulduğu ve Türkiye’deki yapılarda kullanılan malzemenin kalitesizliği düşünüldüğünde ölü ve yaralı sayısının çok olacağı, kahredici bir gerçek olarak ortadaydı. Bununla birlikte gelişmeleri izlemeye başladım.

Bölge, tarihsel olarak büyük depremlerin gerçekleştiği bir bölgeydi. Hatay’daki Amanos ya da Nur Dağları ile hemen doğusundaki Amik Ovası, Afrika’daki Rift Vadisi’nden ve Kızıldeniz’den kuzeye doğru gelen büyük bir kıtasal açılmanın uzantısıydı.[2] Afrika ve Arap tektonik levhaları bu hat boyunca birbirlerinden uzaklaşıyorlardı ve bilim insanları gelecekte bu açıklıktan Kızıldeniz’in uzantısı olarak kabul edilebilecek yeni bir deniz çıkacağını söylüyorlardı.[3] Kahramanmaraş’tan itibaren başlayan Güneydoğu Toros Dağları ise, Arap levhasının Anadolu levhasını kuzeye doğru itmesiyle oluşmuştu.[4] Bölgede, 114, 526, 1114 depremlerinin büyük hasara yol açtığı, kaynakların ifadesiyle şehirlerde ‘taş üstünde taş kalmadığı’ aslında tarihçilerce çok iyi biliniyordu. Bizans uzmanı, tarihçi Glanville Downey’in ‘The Size of Population of Antioch’ adlı makalesinde yer verdiği bilgilere göre İoannis Malalas gibi geç antikçağ kaynakları 526 Antakya depreminde tüm bölge çapında 250.000 insanın hayatını kaybettiğini yazmışlardı.[5] Selçuklu dönemi tarihçisi Muharrem Kesik bir makalesinde, Urfalı Matteos ve Süryani Mikhail gibi tarihi kaynaklara dayanarak 29 Kasım 1114’te gerçekleşen Maraş depreminde ‘40.000 kişinin hayatını kaybettiğini, Maraş’ın temellerine kadar yıkıldığını, şehrin kendi halkına mezar olduğunu’ aktarmıştı.[6] Üstelik Kahramanmaraş depreminin yaklaştığı, 2020 Elazığ Depremi’nden beri uzmanlarca pek çok kez dile getirilmişti.[7]

Buna rağmen alınmayan önlemlerin felakete yol açacağı kuşkusuz olmakla birlikte, bu boyutlarda bir çaresizliği beklemediğimi eklemeliyim. Gerçi 2021 yazında orman yangınları sırasında devleti yönetenlerin çaresizliğin ötesinde ilgisizliğine tanık olmuş, Marmaris ve Manavgat ormanlarının küle dönmesi karşısında dehşete düşmüş ve ‘Bu Türkiye’nin Çernobil’idir’ tespitini yaptığım bir yazı yayınlamıştım.[8] Bu yetmezmiş gibi bundan kısa bir süre sonra Kastamonu’nun Bozkurt ilçesini sel basmış, devleti yönetmekte olan irade vatandaşlarını felaketten kurtarmakta yine yetersiz kalmıştı.[9]

Ancak deprem çok farklı bir olaydı. 17 Ağustos 1999 depremine tanık olmuş ve hem yıkımı hem de çaresizliği bizzat görmüştüm. Aradan geçen 23 yıllık zaman içinde teknolojideki gelişme sayesinde daha hızlı refleks gösterileceği ve insanların daha kolay kurtarılacakları düşüncesiyle nispeten rahatlamışken, bölgeden gelen ‘Kimse yardıma gelmedi’ çığlıkları pek çok kişi gibi beni de 6 Şubat gecesi büyük bir endişeye sevk etti. Geleneğe aykırı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bölgede bulunan askeri birliklerin sayıca çokluğuna rağmen acilen görevlendirilmemiş olması, 4.derece yardım alarmı yapılmış olmasına ve depremlerin üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen pek çok enkazda arama-kurtarma çalışmalarının başlamamış olması, üstelik yılın en soğuk günlerinin yaşanması ve yoğun kar yağışı, felaketin boyutlarını inanılmaz ölçüde arttırmıştı. İnsanlarımız, çocuklar ve bebekler alenen donarak ölüme terk edilmişlerdi sanki. Ali Şehirlioğlu’nun ve Muharrem İnce’nin afet bölgesinden paylaştığı görüntüler dehşet vericiydi. Hiç dokunulmamış yüzlerce, hatta binlerce enkaz vardı. Kendi çocuklarım enkaz altındaymış gibi dehşet içinde, devleti yöneten iradenin aymazlığına tanık olmak, hiçbir şey yapamamak beni deli ediyordu. Gözkapaklarım ağırlaşsa da uyuyabilmem imkansızdı. 6 Şubatı 7 Şubat’a bağlayan gece, tüm hayatımın tartışmasız en kötü gecesiydi.

Bir şeyler yapma isteği tüm Türk halkı gibi benim de tüm benliğimi sarmıştı ancak, (gelişmeleri an be an yansıtan gazetecileri ve siyasi parti yetkililerini tenzih ederek yazıyorum) gerekli aletler olmadan bölgeye gitmenin ancak bölgedeki kıt kaynakları daha da tüketmek anlamına geleceğini düşünerek yararlı olabileceğim bir faaliyet alanı aramaya başladım. Bölgeye hareket eden yabancı arama-kurtarma ekiplerine dair haberleri izlediğimde, birkaç dil bildiğim için tercüman olarak yardım edebileceğim fikrine vardım ve nispeten az bilinen bir yabancı dil olduğu için Çince bilgimi kullanarak Çin’den gelecek ekiplerden birine yardımcı olmaya karar verdim. Başvurumun hemen ardından deprem bölgesinde gerekli olabilecek baret, el feneri, eldiven, yağmurluk, inşaat çizmesi, termal içlik gibi malzemeleri satın aldım ve çantamı hazırladım. Yaptığım başvuruya rağmen ancak 11 Şubat günü Türkiye’ye varacak BSR (Blue Sky Rescue - 蓝天救援队) adlı, daha önce pek çok depremde arama-kurtarma faaliyetine katılmış deneyimli ekibe katılabileceğim söylendi. 11 Şubat çok geç bir tarih olsa da beklemeye başladım.

11 Şubat günü İstanbul Havalimanı’nın Dış Hatlar Terminali’ndeki bir lokantada buluşma verilmişti. Saat daha sonra söylenecekti ve Türkiye’de yaşayan Çinli bir organizatör arayarak 14:00’da havalimanına gelmemi istedi. Önceden hazırlamış olduğum çanta ve ekipmanımla, geç kalacağım düşüncesiyle taksiyle havalimanına gittim ve saat 14:45’te buluşma yerine vardım ve Çinli ekip ile diğer tercüman arkadaşlarımızla birlikte beklemeye başladım. Hangi uçağa bineceğim hatta nereye gideceğim hakkında hiçbir bilgim yoktu; bunu önemsemiyordum da. Malatya, Adıyaman, Elbistan, Kahramanmaraş, İskenderun, Antakya, Nurdağı hepsinde yardıma ihtiyaç vardı. Ancak bekleyişimizin çok uzun olması beni gitgide endişelendirdi. Biz havalimanında beklerken onlarca insan ölüyor olabilirdi.

Nihayet 21:30 uçağında bizim için yer ayarlandığı söylendi ve Türk Hava Yolları yetkilileriyle kısa bir tartışmadan sonra biletlerimizi alarak bilet kontrolünden geçmeyi başardık. Biletler ücretsizdi. Uçağa önce tercümanlar, sonra arama-kurtarma ekibi girdi. Uçağın neredeyse tamamen arama-kurtarma ekibimizce doldurulduğunu gördüm. Toplamda 168 kişiydik.


1,5 saat kadar sonra Kahramanmaraş Havalimanı’na vardık. Köy ve kasabalara erzak yardımlarını ulaştırdıklarını öğrendiğimiz TSK’ya ait Sikorsky helikopterlerinin biri inip diğeri kalkıyordu. Uçağın merdivenlerinden inerken çevreme dikkatle baktım. Havalimanı binasının yıkılmamış olması, Kahramanmaraş şehir ışıklarının yanması ve tepedeki Abdülhamit Han Camii ve daha sonra TOKİ evleri olduklarını öğrendiğim apartman bloklarının sağlam durması içimi biraz olsun ferahlattı. Gözümün önünde 1999’daki Adapazarı gibi tümüyle yerle bir olmuş bir şehir canlanmıştı. Nitekim Antakya bu duruma gelmişti.

Havalimanında AFAD yetkilileri olan Doğuş ve Özgür beyler bize yardımcı oldular. Ancak biz derhal enkaz başına geçmeye düşünürken, o ilk gece havalimanında kalacağımız söylendi. Halbuki arama-kurtarma ekibi de, biz terümanlar da, hepimiz ne kadar yorgun olursak olalım derhal enkaz başına gitmeyi düşünüyorduk. Ancak havalimanından şehir merkezine yürüyerek gidecek halimiz yoktu ve ortada bizi götürecek bir araç da görünmüyordu. Çaresiz o gece dış hatlar terminalinde, konveyör bantlarının üzerinde uyuduk. Orada AKA arama-kurtarma ekipleri de kalıyordu. Bu arkadaşlarımızla yaptığımız sohbette, AFAD’ın sebep olduğu koordinasyonsuzluk hakkında bilgi aldık. Anlattıklarına göre sahada çalışan arama-kurtarma personeli, gönüllüler gerçekten fedakar vatan evlatlarından oluşuyordu ve çok iyi çalışıyorlardı. Ancak yukarılara çıkıldıkça liyakatsizlik ve işbilmezlik yüzünden beceriksizlikler artıyor, ortaya çıkan bu kaos yüzünden felaketin yaraları sarılmak bir kenara daha da büyüyordu.

Ertesi gün saat yedide kalkmış olmamıza rağmen ancak saat onda havalimanından ayrılabildik. Zira araç bulmak, ayarlamak çok zordu. Bu üç saat içinde havalimanını inceleme imkanım oldu. Duvarlarda çatlaklar vardı ve asma tavanda yer yer çökmeler olmuştu. Bununla birlikte taşıyıcı sistemi sağlam görünüyordu. Terminalin VIP salonunun dışında askerler havalimanında kalan personele mantar çorbası dağıtıyorlardı. Kahvaltı olarak bu çorbayı içtik.

Terminal binasının dışında kolilenmiş yüzlerce yardım malzemesi duruyordu. Pet şişelerde sular, kuru gıda, bebek bezleri ve mamaları çoğunluktaydı. Bölgeye bütün Türkiye’den yardım yağdığı çok açıktı. Afetlerde toplumların dört evreden geçtiği, felaketin hemen ardından toplumun kenetlenerek, afetten etkilenmeyen insanların empati duygusuyla ve büyük bir duygusallık içinde afet bölgesine yardım ettiği, ancak bir süre sonra ilgi ve desteğin azalmaya başladığı ve bu yüzden afetzedelerin kapıldığı büyük bir hayal kırıklığının yaşadıkları travmanın ağırlaşmasına sebep olduğu, pek çok deneyim sonrasında ortaya konmuş bir gerçekti.[10] ‘Umarım sürekli değişen gündem yüzünden bu yardımlar kesilmez’ diye geçirdim içimden, ‘çünkü asıl destek birkaç hafta sonra gerekecek.’

Saat onda belediyeye ait iki otobüs geldi ve harekete geçtik. Ben doğrudan enkazlara gittiğimizi düşünüyordum ancak on beş dakika sonra, büyük bir uluslararası çadırkent görünümündeki AFAD Koordinasyon Merkezi’ne geldiğimizi anladım. Girişin hemen sağında büyük bir İsrail kampı vardı. Onun ilerisinde Yunanlılar, Avusturyalılar, Fransızlar ve İspanyollar kendilerine ait çadırlarda kalıyorlardı. Kampta dört büyük TIR vardı, bunlardan ikisi koordinasyon ofisine, biri seyyar duşa, diğeri de seyyar tuvalete dönüştürülmüştü.

Kamp merkezine girer girmez çok gereksiz bir tartışma yaşandı. Turizmden de aşina olduğum gibi Çinliler, havada uçan sineğe kadar her şeyin resmini çekiyorlardı ve İsrail çadırları da Çin ekibinin ilgisini çekmekte gecikmemişti. Ancak İsrailliler resimlerinin çekilmesinden son derece rahatsız olup, Çinlilerin yanına gelip cep telefonlarından o resimleri sildirmek istediler ve tatsızlık yaşandı. Araya girerek Çinlilere bir daha o tarafın resimlerini çekmemelerini ve İsraillilerden mümkün olduğunca uzak durmalarını söyledik.

Ardından çadırlarımızı kurarak kampa yerleştik. Ancak çadır yeterli değildi. Çinli ekip yanında yeteri kadar çadır getirmemişti. AFAD yetkilileri bizi kısa bir süre uğraştırdıysa da, daha sonra vali yardımcısı olduğunu anladığımız bir kişi talimat vererek kampa altı çadır getirtti. Uzaklaşırken AFAD yetkilisine yönelik kızgın bir sesle ‘Bir saat içinde burada tek bir Çinli kaldığını görmeyeceğim, hepsini enkazlara yollayın’ dediğini duydum.

Nitekim çadırlar geldikten sonra, ancak öğleden sonra saat dört gibi yola çıkabildik. Kahramanmaraş merkeze giderken görüntü gittikçe korkunçlaşıyordu. Uzaktan bakıldığında ayakta görünen yapıların neredeyse tamamı orta ve ağır hasarlıydı. Tepelerdeki nispeten tek ve çift katlı eski evlerde çok ciddi bir hasar görünmüyordu. Ancak şehir merkezine yaklaştıkça enkazlar arttı. 1999 depreminden alışık olduğum bu görüntüyü bir an için Enemy at the Gates filmindeki, uçaklarla bombalanmış Stalingrad şehrine benzettim. Şehir bombalanmış gibiydi.

Bir ara arkadaşımız Samet ‘Ebrar Sitesi’ne gideceğiz’ dedi. 1999 depreminden sonra, güya yeni yönetmeliğe göre yapılmış olan ve her biri on katlı 12 apartman bloğundan 8’inin hemen yıkıldığı Ebrar Sitesi’nin ününü bütün Türkiye duymuştu. Birkaç dakika sonra alana vardık ve ekiple birlikte otobüsten indik.

Daha otobüsteyken enkazdan gelebilecek ceset kokusu ve yayılması muhtemel hastalıktan korunmak için çifter maske takmıştık ama buna rağmen enkazdan gelen koku korkunçtu. Ciğerleri yakan yanık et kokusu… Müthiş kuvvetli bir rüzgar esiyor ve enkazın toz toprağıyla birlikte kokuyu ve belki de ceset parçalarını da havada savuruyordu. Aklıma Çernobil’le ilgili çekilmiş dizi ve filmlerde gösterilen radyoaktif madde parçacıklarının havada savrulması geldi o an. Bu bir film sahnesi değil, hayatın ta kendisiydi. Filmlerdeki gibi fonda hüzünlü bir müziğe gerek yoktu, çevrede, yakınlarının cenazelerinin çıkarılmasını bekleyen akrabaların yüz ifadeleri her şeyi yansıtıyordu.

Dikkatle çevreme baktım. Ebrar Sitesi’nin tam karşısında, cadde üstündeki apartmanların hasar almakla birlikte yıkılmamış olmaları çok dikkat çekiciydi. Özellikle bir binada neredeyse tüm duvarlar patlamış olmasına rağmen taşıyıcı sistem olan kolon ve kirişler zarar görmemişti. Üstelik bu yapılar da Ebrar’lar gibi çok katlıydı. Yolun diğer tarafındaki Kahramanmaraş Askerlik Şubesi’nde de anlaşıldığı kadarıyla çizik bile yoktu.

 

Hemen gruplara ayrıldık ve her grup yanında bir tercüman olmak üzere, alanlara dağıldı. Aileler yüzlerinde maske, enkaz başında bekliyorlardı. O an, enkazdan ceset çıkarılacağını anladım. İstanbul İtfaiyesi gelmişti ve Çinli ekip onlarla koordineli olarak çalışacak, cenaze çıkaracak ve kefenlere koyarak ailelere teslim edecekti. Tercüman olduğum için aradaki konuşmaları çevirmek için enkazın içlerine, cenazelerin yanına kadar gitmek zorundaydım. İtfaiye arkadaşımız birinci cenazeyi gösterdi; bu, 4-5 yaşlarında bir kız çocuğuydu. Sadece bir ayağı görünüyordu ve cenaze görülmesin diye mavi bir havluyla örtülmüştü. Vücudunun geri kalanı yıkılan kolonun altında kalmış, inşaat demirleri göğüs kafesine girmişti. Üst kat gibi görünen hemen yanda ise anne-babasının cenazeleri yine yatak üzerinde duruyordu. Vücutları kurumuş ve simsiyah olmuştu.

Asker, ölmüş beden gördüğü zaman sarsılmaz, sarsılmamalıdır. Zira savaş ve çatışma durumunda yanındaki arkadaşını kaybetse bile mücadeleye devam etmelidir. Ancak ölmüş bebek ve çocuk bedenleri ile karşılaşmak en dayanıklı asker için bile prikolojik olarak yıkıcı bir deneyimdir. Benimle beraber tüm arkadaşlarımızın, hatta bu gibi görüntülere alışmış sayılabilecek arama-kurtarma ekibinin bile kahrolduğunu yüzlerinden okumak mümkündü. O an, karşıdaki sapasağlam binaya bakarak depremin ‘kader planı’ olduğunu söyleyen kişileri düşündüm. Belki de buradaki çocukların bir kısmı depremden sağ çıkmış ama müdahale gecikmeli yapıldığı için soğuktan donarak ölmüştü. Böylesi bir ihmali düşünmek içimi ürpertti.

Ebrar Sitesi’ndeki cenazeler birer birer çıkartılırken yanıma uzun boylu sakallı bir vatandaş yaklaştı. Giyiminden, onun da arama-kurtarma ekiplerinden birinde görev aldığı anlaşılıyordu. Çin ekibinin elinde özel termal kameralar olduğu nasıl olduysa duyulmuştu. 500 metre ilerideki başka bir apartmanda kendi termal kameralarıyla 8 derecelik bir sıcaklık algılamışlardı. Apartmanda yıkımla oluşan bir boşlukta, ses alamasalar da canlı bir kişinin olduğunu düşünüyorlardı. Köpek getirmişlerdi ancak ceset kokusunun baskınlığı nedeniyle köpekler kokuları algılamakta zorlanıyorlardı. Bu nedenle Çinlilerin elindeki daha gelişmiş termal kameraya ihtiyaç duyuyorlardı.

Hemen durumu bildirdim ve yanımıza Foshan’dan gelen bir arama kurtarmacı alarak, ufak bir pikaba binerek belirtilen apartmana gittik. Pikabın arkasına geçerek o 500 metrelik yolu telefonumla videoya aldım. Yol boyunca enkazlar olduğu gibi, ağır hasarlı binalar da gördüm. Bunlardan biri hastaneydi. Belirtilen apartmana vardığımızda tıpkı Ebrar’lar gibi korkunç bir manzarayla karşılaştık. Burası 12 Şubat Stadı’nın hemen karşısı, Clarion Oteli’nin hemen bitişiğindeki binaydı ve karşısındaki apartman da yıkılmıştı. Bizi ‘komutan’ dedikleri ama sivil giyinmiş bir yetkiliye götürdüler. Komutan durumu anlattıktan sonra termal kamerayla bakabileceğimiz boşluğu gösterdi. Uzun bir sopaya benzeyen bu termal kamerayla birkaç kez açıklığa bakan Foshanlı arama-kurtarmacı arkadaşımızın çabasına rağmen cihazın ekranında kırmızı bir leke oluşmadı. Ancak komutan orada canlı bir kişinin olabileceğinde ısrarcıydı. Bunun üzerine Ebrar’a dönüp daha kalabalık bir ekiple dönmeye karar verdik.

Gidip durumu açıklayıp geri dönmemiz yirmi dakikayı buldu. Bina çok kötü yıkılmıştı ve bir kısmı vinçle hafriyat kamyonuna doldurulmuştu. Bu durumda enkazın üzerine çıkabilmek için arapsaçına dönmüş inşaat demirlerine tutunmamız gerekiyordu. Bu şekilde tepeye çıktık. O sırada (artık hava karardığı için olacak) madenciler de geldi ve Çinli ekiple birlikte enkazı kat kat kazmaya, aşağıda, canlı kaldığı tahmin edilen vatandaşa ulaşacak şekilde hiltilerle betonu parçalamaya başladılar. Madenciler Ankara Kömür İşletmeleri’nden gelmişlerdi. Canla başla çalışıyor, enkazı büyük bir hızla kazıyorlardı. O an, zaten zor şartlarda çalışan ve afet olur olmaz bölgeye gelmek için gönüllü olan kahraman madencilerimizin hakkını ödeyemeyeceğimizi düşündüm.

Kazıla kazıla önce mutfak ortaya çıktı. Burada mutfak olduğunu çıkan çelik tencere ve kaplardan, pestile dönmüş buzdolabı kapağından ve dökülmüş pembe fayanslardan anlamak mümkündü. Kazmaya devam ettiler. Mutfağın yanında, yine dümdüz olmuş bir kanepe ile tek parça çıkan halıdan buranın salon olduğu anlaşılıyordu. Bütün bu eşyalar vincin olduğu aşağıdaki boşluğa fırlatılıp atılmasına rağmen herhangi bir canlı ya da cansız bedene dair ize rastlanmamadı. Zaten bedenler genellikle ya yatak odalarında oluyordu; canlı kalabilenler de genellikle yatak odalarında ortaya çıkan yaşam alanlarından çıkıyordu. Epey bir süre kazdılar. Bu şekilde bir saate yakın zaman geçtikten sonra, enkazdan canlı çıkacağı haberi herhalde yayılmış olacak ki TRT muhabiri olduğunu söyleyen bir arkadaşımız yanıma gelerek benden bilgi aldı. Ardından da AFAD’dan iki arama-kurtarma görevlisi geldi. Ben enkazdan canlı çıkacağı sırada AFAD ekiplerinin olay yerine gelerek yabancı arama-kurtarma ekibini adeta kenara ittiğini, bu şekilde kurtarılma olayının televizyon ekranlarında geniş kitleler için adeta şov malzemesi haline getirildiğini önceden duymuştum. Ancak ne olursa olsun Çinlilere kendi devletimin kurumunu kötüleyecek halim yoktu. Bunun yerine ekibe mutlaka enkazın başında olmalarını, birazdan ekibin geri kalanının gelerek nöbeti devralacağını söyledim. Nitekim gerçekten de bir süre sonra Çinli ekibin geri kalanı enkaza gelerek nöbeti devraldı. Ben de başında bulunduğum ekiple birlikte kampa geri döndüm.

Gece çadırın içini dondurucu bir soğuk kaplamıştı. Uyku tulumlarının üzerine battaniye sermemize rağmen buz gibiydi. Doğrudan enkazlardan geldiğimiz ve üzerimize kolonya ve dezenfektan sürmemize rağmen yıkanamadığımız için ceset kokusu, dondurucu soğuğa ek bir sıkıntı olarak çadırın içini kaplamıştı. Çok üşüdüğüm için hemen uyuyamadım ve çadırların ortasında yaktıkları ateşin başına geçtim. Daha sonra, başka bir enkazdan 45 yaşında bir kadının canlı çıkarıldığı ve oğlunun da arandığı haberi geldi. Ancak diğer arkadaşlar geldikten sonradır ki uyku tulumuna girip uyuyabildim. Biraz olsun ısınabilmek için hemen yanımdaki uyku tulumunda yatan Uygur Türkü kardeşim İlham’la sırt sırta vermek zorunda kaldım. O an ‘Keşke bütün Türkler hep böyle zor koşullarda sırt sırta vererek birbirine destek olsalar’ diye geçirdim aklımdan.

Ertesi sabah köylerdeki hasarı inceleyerek yardım etmek isteyen ve hemen yanımızda kalan başka bir ekiple birlikte Kahramanmaraş’ın kırsalına doğru yola çıktık. Biz depremin ilk günlerinde köylerden haber alınamadığı için onlarca, belki de yüzlerce köyün haritadan silindiğini düşünmüştük. Evet, yıkılan evler vardı ancak çoğu tek ya da iki katlı olduğu, yine aynı şekilde büyük bir kısmı bizzat köylülerce yani evsahiplerince yapıldığı ve şehir merkezindeki apartman bloklarından farklı olarak malzemeden çalınmadığı, alt katlarında dükkan olmadığı ya da dükkan olsa bile en azından kolon kesilmediği için binaların çoğu ayaktaydı. Hasarlı evler de en azından, merkezdeki apartmanlardan farklı olarak ‘yassı kadayıf biçiminde’ yıkılmamışlar ve afetzedelerin depremin hemen ardından binadan canlı, hatta neredeyse yaralanmadan çıkmalarına olanak tanımışlardı.

Buna rağmen araçtan inip rastladığım vatandaşlara yaklaştım ve ekibi takdim ederek, yardım edebileceğimiz bir şey olup olmadığını sordum. Artık enkaz altında kurtarılabilecek kimse olmadığını söylediler. Anlattıklarına göre sağlam binalardan çıkanlar, enkazlardaki akrabalarını çıkarmayı başarmışlar. Hatta cenazeler de çıkarılmış. İki bin nüfuslu bir köyde beş kişinin yaşamını yitirdiğini söylediler. Köylerde AFAD ve Kızılay çadırları da kurulmuştu.

Bunun üzerine kırsalda vakit kaybetmeye gerek olmadığını, kent merkezinde hala pek çok enkaz olduğunu ekibe söyleyerek onları Kahramanmaraş merkeze yönlendirdim. Türkoğlu’ndan Maraş’a dönerken de düşündüm. Köylerde hasar daha azdı çünkü buralardaki evler az katlı yapılardı, çoğunlukla altlarında dükkan yoktu ve evleri bizzat içinde oturan aileler yaptırmışlardı. Katliam boyutlarındaki can kaybının üç temel sebebinin kötü zeminlere kötü inşaat malzemesiyle yapılan çok katlı yapılar ile, apartman altlarında alan büyütmek için kolon kesen dükkanlar olduğunu bir kez daha anladım.

Yaklaşık 40 dk sonra şehre döndüğümüzde gördüğümüz ilk enkazda araçtan indik. Ancak bu enkazda çoktan arama kurtarma çalışması yapılmış ve vinçlerce parçalanıp hafriyat kamyonlarına yüklenmeye hazır şekilde inşaat parçaları un ufak edilmiş haldeydi.

Biz enkaza yine de göz gezdirirken 17-18 yaşlarında bir genç yanımıza yaklaşarak bunun akrabalarının apartmanı olduğunu, arama-kurtarmanın çoktan yapılıp cenazelerin de çıkarıldığını söyledi. Ona yaşamını yitirenler arasında kendi akrabaları da olup olmadığını sordum. Ağlayarak ‘Evet abi’ dedi. İstemsizce benim de gözlerim doldu, delikanlıya sıkıca sarıldım. ‘Bugünleri birlikte aşacağız canım kardeşim’ dedim. Ailesini kaybettiğini düşündüğüm o delikanlının numarasını almadığıma ya da kendi numaramı vermediğime hala pişmanım.

Daha sonra araca bindik ve kaptana bizi Trabzon Caddesi’ne götümesini söyledim. Şehrin normalde en işlek caddesi olan bu bölgede çok sayıda yıkılmış bina olduğunu biliyordum. Bu durum, daha önce değindiğim gibi, yapıların yıkılmasının en temel sebeplerinden biri alt kattaki dükkanların kolon kesmesi olduğu için maalesef şaşırtıcı değildi. Caddede indik ve enkazları incelemeye başladık. Bu sırada bir vatandaş yanımıza gelerek tüm ekibe dürüm dağıttı. Halbuki görünürde açık bir kebapçı yoktu. Meğer bu şekilde diğer illerden gelerek gerek halka, gerek ekiplere yemek yapıp dağıtan çok insan varmış. Merkezi noktalardaki Jandarma ve Afad sıcak yemek dağıtım noktaları dışında bu şekilde kendi inisiyatifiyle bölgeye gelen çok insan vardı. Bu yardım yemekle de sınırlı değildi, kimi vatandaşlar, İstanbul, Ankara, Eskişehir gibi başka şehirlerde bulunan küçük dükkanlarından yanlarına alabildikleri kadar giysi alıp yerlere tezgah açmış ve hiçbir ücret istemeden halka dağıtmaya başlamışlardı. Açıkça ortadaydı ki, milletin kendi iç organizasyonu devleti yöneten siyasi iradenin çok önündeydi.

Zübeyde Hanım Caddesi’ni takip ederek aşağıya ilerledik. Caddenin solunda bir enkazda Rusya’dan gelmiş bir arama-kurtarma ekibiyle konuştum. Onlar da kurtarabildiklerini kurtarmışlar, cenazeleri de çıkartarak ailelere teslim etmişlerdi. Bina artık hafriyat kamyonlarına yüklenmeyi bekliyordu. Yardım teklifim için teşekkür ettiler ve onlardan ayrılarak caddenin solundan ilerledik. Ağır hasar almış ama yıkılmamış haldeki öğretmenevinin çaprazındaki bir başka enkazın başında duran vatandaşla konuştum. Kardeşi depremin dördüncü günü enkazdan çıkarılmış. Her ikisi de yıkılan karşılıklı iki bloktan toplamda 24 kişinin canlı çıkarıldığını söyledi. Bloklarda toplam 150 kişinin yaşadığını tahmin ettiğini söyledi. Cenazeler çıkartılmış. Buna göre yıkılan enkazda bulunan her on kişiden dokuzu yaşamını yitirmişti. ‘İşte medyanın göstermediği tablo’ diye düşündüm. Saatler, günler süren yayınlarda hep mucize kurtarmalar gösteriliyordu ama on kişinin kurtulduğu yerden seksen tane de cansız beden çıkıyordu. Daha birkaç gün öncesinde sevgileri, tutkuları, öfkeleri, hedefleri, aileleri, sevdikleri olan bu insanların her biri tıpkı 17 Ağustos depremini yaşamış Nurhan Atalay’ın kitabının isabetli adında belirttiği gibi, ‘istatistiğe dönüşen hayatlar’ haline geliyordu.[11] Ama bu hayatların ‘istatistiğe dönüşmeleri’ kaçınılmaz değildi, zorunlu değildi, kader değildi. Pekala kurtarılabilirlerdi. Konuştuğum pek çok vatandaş gibi, bu apartmanın yanındaki kardeşimiz de depremin ertesi günü enkazdan sesler geldiğini, yardım ulaşmadığı için insanların göz göre göre öldüklerini söyleyerek kahır içinde yetkililere sövüyordu.

Onlara başka yardım edebileceğimiz bir bina olup olmadığını sordum. ‘Annesinin cenazesine ulaşmaya çalışan bir kız vardı, sizi o binaya götürelim’ dediler. Yaklaşık bir kilometre kadar yürüyerek, dediği yere vardık. Yol üzerinde, yanından geçtiğimiz, son derece modern bir bina olan Erzurumluoğlu Camii’nin ve hemen arkasında bulunan Kahramanmaraş Belediyesi’nin hasar almadan ayakta durduklarını gördüm.

Birkaç dakika sonra Hacı Mehmet Kirişçi Camii’nin karşısındaki enkaza vardık. Burada genç bir kız, gözyaşları içinde annesinin ve erkek kardeşinin enkazda olduğunu, ikinci katta oturduklarını, artık umut kalmadığını kendisinin de bildiğini ancak enkaz kaldırılmadan önce bedenlerinin bir parçasını bile görmeye razı olduğunu söyledi. Kız depremin ilk gününden beri burada bekliyormuş. Apartmandan 15 kişi canlı olarak çıkartılabilmiş, 50 de cenaze çıkmış. Deprem anında binada annesi ve kardeşi de dahil 130 kişi olduğunu tahmin ediyordu. Annesi ve kardeşi alt katlarda olduğu için hala ulaşılamamış. Çok üzülerek yardım edebilmek için elimizden geleni yapmaya çalışacağımızı söyledim.

Binadaki faaliyeti İHH ekibi yürütüyordu. Biz vardığımızda öğlen arasındaydılar, bir kısmının cami bahçesinde namaz kıldığını, diğer bir kısmının yine bahçede dağıtılan sıcak yemeği yediğini gördüm. İHH ekibinde farklı Müslüman ülkelerden gelmiş arama-kurtarmacılar da vardı. Şefleriyle görüşmek istedim ve Çinli arama-kurtarma ekibinin kendilerine yardım edebileceğini söyledim.

İHH ekibi birkaç kez ısrarla yardıma ihtiyaçları olmadığını söyleseler de ailesinin cenazesine bir an önce ulaşmak isteyen genç kızın ısrarları karşısında ekibimizin enkaza çıkmasına izin verdiler. İHH ekibi akşamları saat yedide paydos ediyor ve arama-kurtarma faaliyeti ile cenaze çıkartmaya ertesi gün sabah devam ediyordu. Çinli ekip saat yediden sonra çalışabileceklerini, içlerinden birinin vinç operatörü olduğunu söylese de, vinç operatörünün mesaisinin saat yedide bittiğini öne sürerek kibarca reddettiler. Böylece o enkazdan ayrıldık.

Cadde boyunca yukarıya doğru yürüdük. Yolun karşısındaki sapasağlam bina dikkatimi çekti. Çinli ekiple Sandalzade Caddesi’nin altında, kepçelerle toplanarak hafriyat kamyonlarına doldurulmakta olan iki büyük apartman enkazını inceledikten sonra karşıya geçtik ve sağlam yapının önüne geldik. Burası Kahramanmaraş Mimarlar Odası’ydı. Binayı iyice incelemek için yandan, arkadan, her taraftan göz atıp pencerelerden içeriye baktım. Değil taşıyıcı sistemde herhangi bir hasar, duvarlarda çizik, çatlak bile yoktu. Ancak karşısındaki apartmanlar tuzla buza dönmüştü. Gerçekten hep söylendiği gibi deprem değil, bina öldürüyordu.

 

Artık mahalledeki tüm enkazların kaldırılmaya başlandığı anlaşılıyordu. Bu yüzden Koordinasyon Merkezi’ne dönmek için araç çağırmamı istediler. Aracı Mimarlar Odası’nın önüne çağırdım, ama aynı sırada ekibin hareketlendiğini ve oda binasının arka tarafındaki Hayrullah Camii’ne doğru koştuklarını gördüm. Meğer orada bir başka enkaz görmüşler, yardım edip edemeyeceklerini sormak istemişler. O enkazda Zonguldak Kömür İşletmeleri’nden gelen madenciler çalışıyordu. Yanlarına gidip konuştum. Burada da cenazeler çoktan çıkarılmıştı ve sadece değerli eşya olup olmadığına bakıyorlardı.

Kampa döndüğümüzde, aslında bir çadırkent haline gelmiş bulunan Koordinasyon Merkezi’nin hemen arkasındaki AFAD binasını gezmeye karar verdim. Burada tüm arama-kurtarma personeline sıcak yemek de dağıtılıyordu. AFAD’ın ana binası hasar görmüştü ve faaliyetler mobil tırdaki ofisten yürütülüyordu. Yüzme havuzunun asma tavanı çökmüştü. Bir tek misafirhane binası herhangi bir hasar almadan ayakta kalmıştı ki pek çok arama-kurtarma ekibi, özellikle madenciler burada, yerlere serdikleri uyku tulumları ve battaniyeler üzerinde yatıyorlardı. Burada ayrıca tüm kamptaki tek tuvalet ve mescit de bulunuyordu. Misafirhaneden çıkarken kapının üzerine yapıştırılmış yazı dikkatimi çekti. ‘Suda hastalık var, ağzınızı-burnunuzu şişe suyuyla çalkalayın’ yazıyordu.

Depremin bir başka boyutu da buydu işte. Bölgeden arkadaşım Mustafa Gökhan’la daha önce konuştuğumda öğrendiğim gibi, şehrin su şebekesi ve kanalizasyon sistemi de hasar almıştı. Bu nedenle, bir kısmının ucu artık enkazlara açılan su borularından geçen suyun, ceset parçaları ve tozla karışmış kirli sularla karışma ihtimali vardı ki bu kaçınılmaz olarak hastalık demekti. Şimdilik en azından kamptaki hemen herkes, tüm Türkiye’den afet bölgesine gönderilen pet şişelerdeki suyu kullanıyordu ama bu ne zamana kadar sürecekti?

Binadan çıkıp dolaşmaya devam ettiğimde, Azerbaycan ordugahı ile karşılaştım. Zaten Koordinasyon Merkezi’ne giden yolun üzerinde onlarca Azerbaycan kamyonu vardı ve Azerbaycan askerlerinin dolaştığını daha önceki gün görmüştüm. Ancak çadırlardan birinde Türkiye Türk bayrağı ile birlikte yarıya indirilmiş, Azerbaycan Türk bayrağını gördüğümde artık kendimi tutamayarak hıçkırıklarla ağlamaya başladım… Bunca acının, dehşetin, ölümün ve kanın içinde umut veren bir güneş gibi parlıyordu bayraklarımız. ‘Tek millet, iki devlet’ işte bugünler içindi. Zihnimde büyük sanatçı Reşid Behbudov’un seslendirdiği ‘Yalgızam, yalgız’ adlı parça dönmeye başladı. ‘Yalgız’ değildik işte, Türk dünyası, kardeşlerimiz bizimleydi. Bu satırları yazarken bile o anı hatırlayarak gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyorum…

Ertesi gün sabah uyandığımızda, ‘Dui-zhan’ dedikleri şefin artık ayrılmaya karar verdiğini öğrendik. Mucize kurtuluşlar hala olsa da, Kahramanmaraş merkezinde çoğu enkaz hızla toplanmaya ve hafriyat kamyonlarına yüklenmeye başlamıştı. Söylediklerine göre ekip toplamda 13 kişiyi enkazdan canlı kurtarmayı başarmıştı. Enkazdan çıkarılıp ailelerine teslim edilen cenazelerin sayısı ise yüzden fazlaydı. Malatya, Adıyaman ve Hatay’da başka BSR ekipleri vardı ve kırsalda da hasar merkezdeki kadar büyük olmadığı, merkezde de çalışabilecekleri enkaz bulmakta artık zorlandıkları için dönmeye karar vermişlerdi. Depremzedelerin kullanabilecekleri kaynakları daha fazla kullanmanın anlamı yoktu. Bu yüzden ekip o gün son kez arama-kurtarma çalışması yapacak, cenaze çıkartacak ve ertesi gün de ayrılacaktı. Diğer tercüman arkadaşlarımız ekibin büyük kısmıyla birlikte enkazlara giderken kampta kalarak dönüş uçağını ayarlama görevi bana düştü. Zira gelişlerinin aksine, çalışmaların ne kadar süreceği önceden belli olmadığı için dönüş tarihi de belirlenmemişti.

Ancak bu çok da kolay olmadı.  Konuyu önce çadırkentteki AFAD’ın Uluslararası Koordinasyon Ofisi’nde çalışan yetkilisine açtım, yetkili, dönüş uçağını AFAD’ın ayarlamadığını, her ülkenin kendi konsolosluğu ya da elçiliğinin düzenlediğini söyledi. Bu doğru değildi zira ekiptekiler konsolosluk aracılığıyla gelmemişlerdi. Hemen arkadaki AFAD binasının önünde bulunan mobil ofise sormaya karar verdim. Onlar da konuyla kendilerinin ilgilenmediğini, olsa olsa havalimanındaki AFAD görevlilerinin bakabileceğini söylediler. Havalimanındaki AFAD yetkilileri olan Doğuş ve Özgür beylere mesaj atarak durumu bildirdim. Özgür Bey, şehrin büyük kısmının tahliye edildiğinden hareketle uçaklarda yer olmadığını ve Pegasus’tan uçak istenmesi gerekebileceğini, bunun için de konsolosluğa başvurmamız gerekeceğini söyleyecek oldu. Bense aynı gün dönmek istediklerini vurguladım. Türk-Çin İşadamları Derneği yetkilisiyle görüşüp Çin elçiliğini aradım. Sonuçta, ertesi gün altı buçuk uçağında bizim için yer ayrıldığına dair (gerçi o uçak da saatinde değil, gece on bir buçukta kalkabilecekti) mesaj aldım Özgür Bey’den. Yine plansızlığın getirdiği bir koordinasyonsuzluk güçlükle aşılabilmiş olsa da nihayetinde sorun çözülmüştü. Bize yardımcı olmak için ellerinden geleni yapan bu yetkililere teşekkürü bir borç biliyorum.

Kampta kaldığımız son akşam, ateş başında, geçirdiğimiz üç günün muhasebesini yaptık diğer tercüman arkadaşlarımızla. Samet, İlker, Ali, Davut ve İlham, bu tanımaktan onur duyduğum fedakar, karşılaştığımız olumsuzlukları ve engelleri aşmak için büyük çaba harcayan yiğit gençler -ben ikinci gün sabah başka bir ekiple köylere gittiğim ve üçüncü gün uçak işini çözmek amacıyla kampta kaldığım için benden daha fazla ceset görmüşlerdi. Bedeni aşırı şiştiği için siyah ceset torbasına sığdırılamayan, çocuğuna sarılmış bir kadın, başı kopmuş ve enkazdan yuvarlanan bir başka kadın, orada-burada uzuv parçaları, yüzü ezilmiş bir çocuk… Benzerlerine ancak çok büyük bir savaşta ve toplu katliamlarda rastlanabilecek bu korkunç tablolar ihmallerimiz yüzünden, kimi müteahhit malzemeden çaldığı, kimi dükkan sahibi kolon kestiği, kimi belediye binaları denetlemediği, kimi siyasetçi oy için imar affı ilan ettiği için sadece 2 dakika içinde gerçekleşmişti. Dışarıdan duygusuz gibi görünen, erkeklerin ağlamasının ayıp karşılandığı bir ülkede yaşayan Çinliler bile ağlamışlardı. Gördüğümüz bu dehşet ve acı görüntüleri, enkazlardan yayılan kesif ceset kokusu hayatımız boyunca hafızamızda canlı kalacaktı.

Tercüman arkadaşlarla Çin ekibini de değerlendirdik. Çin arama-kurtarma ekibi tek tek, halkın bağrından kopmuş, temiz kalpli insanlardan oluşuyordu ve geç kalmış olmalarına rağmen çalışmalara yardımcı oldukları kesindi. Diğer yandan işin, belki de İsrail’inden Avusturya’sına, Kore’sinden İspanya’sına kadar her devleti bunu yaptığı için doğal sayılabilecek Çin propagandası kısmını da görmezden gelmemek gerektiğine hükmettik arkadaşlarımızla. Zira Çinliler her anı kaydediyorlardı, yanlarında gazeteci bile getirmişlerdi ve hazırladıkları videoları izlediğimiz zaman yaptıkları bu yardımlardan adeta kahramanlık destanları çıkarttıklarını fark ettik. Bu da bir nevi, Çin’in ‘soft power’ıydı.

Afet bölgesinde geçirdiğimiz bu son soğuk gecede doğru düzgün uyuyamadım. Umut verici bir dayanışma olsa da gördüklerimiz, yaşadıklarımız, göz göre göre yapılan ihmaller dayanılır gibi değildi. Herkes uyuduğunda tekrar dışarıya, ateş başına geçtim. Böyle zamanlarda sık sık yaptığım gibi zihnimi dağıtmak için Göktürk çağını hatırlamak için hocam Ahmet Taşağıl’ın yanımda taşıdığım ‘Türk Kağanlığı’ kitabını okumaya başlasam da kendimi veremedim. Yıllar önce Siena’da gördüğüm Ambrogio Lorenzetti’nin ‘Effetti del Buono e del Cattivo Governo - İyi ve Kötü Yönetiminin Sonuçları’ freski geldi gözümün önüne. İyi yönetim sayesinde insanların sokaklarında dans ettiği bir şehirle, kötü yönetim nedeniyle yıkılan binalar ve acı çeken insanlar karşılaştırılıyordu bu freskte. Yıkılan binalar mıydı sadece? Eski bir Alman marşındaki ‘Auferstanden aus Ruinen und der Zukunft zugewandt’ ifadesini hatırladım o an: ‘Harabelerden ayağa kalktık, geleceğe bakıyoruz.’ Biz de bu harabelerden çıkacak ve geleceğe ümitle bakacaktık yakında. Tıpkı birinci kağanlığın enkazından Kutluk Kağan’ın Türk Kağanlığı’nı yeniden kurması gibi, tıpkı Büyük Atatürk ve silah arkadaşlarının yıkılan imparatorluğun enkazından Türk milli devletini yükseltmesi gibi… Göğe yükselen ateşe bakıp uzun uzun düşündüm.

Ertesi gün sabahtan itibaren kamptan ayrılma hazırlıklarına geçildi. Zaten valiliğin hediyesi sayılabilecek olan çadırlar, başka ekiplerin kullanabilmesi için yerlerinde bırakıldı fakat, battaniyeler ve uyku tulumları temizlenerek afetzedelere verilmek üzere AFAD’a teslim edildi. Yanımızda getirdiğimiz kışlık giyecek, battaniye ve kuru gıda gibi malzemeleri de Kahramanmaraşlı olup depremde anne-babasını kaybeden tercüman kardeşimiz Bayram’a teslim ettik. Aynı eleştirileri – deprem bölgesine arama-kurtarma ekiplerinin geç ulaşması, koordinasyonsuzluk – Bayram’dan da dinledik. ‘Çok büyük milletimiz var’ dedi Bayram, ‘insanlar kendi kendilerine organize oldular, her türlü fedakarlığı yaptılar. Allah herkesten razı olsun.’

Havalimanına vardıktan sonra AFAD yetkilileriyle daha rahat konuşma imkanı buldum. Burada ismini veremeyeceğim yetkililer, kendi kurumlarının hatalarını sıraladılar. İçlerinden biri jeologdu ve uzun yıllardır Kahramanmaraş’ta çalışıyordu. Şehrin tüm jeomorfolojik yapısının önceden belediyeye bildirildiğini, deprem anında depremin S dalgasını uzun süre tutabilecek zeminlere sahip alanlarda çok katlı binaların yapımına karşı çıktıklarını fakat belediyenin kendilerini dinlemediğini anlattı. Anlattığına göre TOKİ evlerinin altındaki kayaçlar 65 milyon yıl önce, Kretase devrinde oluşmuş. Tepedeki kaya zeminin, bu bölgedeki evlerin sağlam kalmasını, Hayrullah Mahallesi’ndeki yumuşak zeminin ise yıkımı kolaylaştırdığını anlattı. Ardından konuştuğum bir diğer yetkili de AFAD’ın en başından beri işleri kolaylaştırmak bir yana zorlaştırdığını anlattı. Bu durumun bilinçli olup olmadığını sordum, ‘Tamamen beceriksizlik’ cevabını verdi. Gönüllüler gelmiş ama nereye gideceklerini söylememişler. Vinç ve kepçe gelmiş, hangi binaların yıkıldığını ve onlara nerelerde ihtiyaç olduğunu söylememişler. Araç işinden konaklamaya kadar her konuda eksiklikler olduğunu söyledi. Sonunda da tek cümleyle durumu özetledi: ‘Sınıfta kaldık.’

 İstanbul uçağıyla geri dönerken, Türkiye’nin hiç olmazsa bu deneyimi İstanbul depremine hazırlık için değerlendirmesini umdum. 20 milyon nüfuslu dev şehrimiz uzun süredir Marmara Denizi’nin altındaki dört parçalı fay sisteminin kırılmasını bekliyordu. Bunlardan birinin bile – sözgelimi Adalar Fayı’nın – kırılması durumunda 7’den büyük bir depreme yol açabileceği, bu durumda özellikle alüvyonal dere yataklarında bulunan eski binalar başta olmak üzere 30.000 kadar binanın çökeceği, yüz binlerce binanın da ağır hasar göreceği tahmin ediliyordu. Bütün uzmanlar, jeologlar, jeofizikçiler uyarıyordu. Prof.Dr.Ümit Özdağ hoca depremin sebep olabileceği güvenlik tehditlerini yıllardır her ortamda dile getiriyordu. Bu, ‘Don’t look up’ filmindeki gibi göz göre göre yaklaştığı halde gözlerimizi kapamayı tercih ettiğimiz bir felaketti. Ama böyle devam edemezdik. Kahramanmaraş depremleri, İstanbul depreminin fragmanı olmasın diye gece gündüz çalışmak zorundaydık. Zaman daralıyordu. Bu duygularla, İstanbul’a döner dönmez deprem üzerine çalışmaya başladım. Bu, vermemiz gereken en büyük savaştı, doğaya, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın acı gerçeklerine uyum sağlamak için verilecek savaş.

 

 

 

[1] İTÜ (2023). 6 Şubat 2023 04.17 Mw 7,8 Kahramanmaraş (Pazarcık, Türkoğlu), Hatay (Kırıkhan) ve 13.24 Mw 7,7 Kahramanmaraş (Elbistan/Nurhak-Çardak) Depremleri Ön İnceleme Raporu, s.7

[2] Tatar, O., Piper, J. D. ., Gürsoy, H., Heimann, A., & Koçbulut, F. (2004). Neotectonic deformation in the transition zone between the Dead Sea Transform and the East Anatolian Fault Zone, Southern Turkey: a palaeomagnetic study of the Karasu Rift Volcanism. Tectonophysics, 385(1-4), ss.17–43.

[3] Girdler, R. W. (1990). The Dead Sea transform fault system. Tectonophysics, 180(1), 1–13.; Mart, Y., Ryan, W. B. F., & Lunina, O. V. (2005). Review of the tectonics of the Levant Rift system: the structural significance of oblique continental breakup. Tectonophysics, 395(3-4), ss.209–232.

[4] Ketin, İ. (1968). Relations between general tectonic features and the main earthquake regions of Turkey. Bulletin of the Mineral Research and Exploration, 71(71), s.65; İzbırak, R. (1996). Türkiye. İstanbul: MEB Yayınları, s.32

[5] Downey, G. (1958). The Size of the Population of Antioch. Transactions and Proceedings of the American Philological Association, 89, s.84.

[6] Kesik, M. (2012). Maraş Depremi (1114) . Tarih Dergisi , 0 (42), ss.44-45

[7] https://tele1.com.tr/elazig-depremini-bilen-naci-gorurden-yeni-uyari-iste-kirilmanin-yasanacagi-sehirler-124109/

[8] https://www.veryansintv.com/turkiyenin-cernobili-orman-yanginlari/

[9] https://www.veryansintv.com/sel-sulari-bozkurtu-boyle-yuttu-adam-kaldi-orada-agabey-kac/

[10] Karancı, N. (2021). Deprem Psikolojisi. İstanbul’un Deprem Gerçeği. İstanbul: İBB Kültür AŞ Yayınları, s.305

[11] Bkz. Atalay, N. (2017). Deniz Kabuğundan Evler – 17 Ağustos 1999: İstatistiğe Dönüşen Hayatlar. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Coşkun Faik Kavala

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Enstitü Başkanı