2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol


2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol

Yazan  02 Ocak 2015

2015 senesi Türkiye tarihinin en önemli senelerinden birisi olabilir. Bu sene, yıllardan bu yana biriken birçok sorunun radikal bir şekilde çözüme doğru ilerlediğini görebiliriz. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi ile “Fetret Devrinden geçerken”, Erdoğan’ı iktidara gelme sürecinde destekleyen Batı Dünyası ile ilişkilerinde büyük bir bozulma görünmektedir. Bu bozulmanın zaman içinde biriken ana nedenleri, İsrail ile gerilim politikası, ABD’nin AKP Hükümetini eleştirdiği 20 açıklama yaptığı Gezi Olayları, Suriye’de AKP’nin Selefi güçleri destekleme stratejisi, Mısır’da askeri darbe sonrasında netleşen genel Ortadoğu stratejisi konusunda yolların ayrılması ve nihayet Kobani çatışmaları sonrasında ayrılan yollar başlıkları altında toplanabilir. Bu gerilim yüklü ilişkinin çok uzun bir süre devam edemeyeceği görülmektedir. ABD ve AB, Erdoğan’ın “hesap edilemez ve öngörülemez” bir lider olduğundan hareket ile Erdoğan’ın siyasi yaşamını sonlandırmayı hedefleyen bir politika izleyebilir.

ABD ve AB’nin bu tasfiyeci politikasına karşı, Erdoğan’ın önünde iki seçenek görünmektedir. Bunlardan birisi Batı Dünyasının uzun süreden beri Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı talepleri kabul ederek, siyasal yaşamını uzatma seçeneğidir. Diğer seçenek ise, ABD ve AB ile ilişkileri sert bir şekilde koparma niteliği taşıyacak bir politik çizgiyi izlemektir. Erdoğan’ın her iki politikayı da izleyebileceğine dair emareler vardır. Aşağıda bu iki seçeneği destekleyen emareler ile izah edilmiştir.   

         Batı’ya Teslim Olma Seçeneği

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra parti içindeki gerilimleri de göz önünde tutarak, dışarıda ABD ve AB ile, içerde cemaat ve büyük sermaye grupları ile eşzamanlı olarak çatışarak iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünebilir. Bu noktada ABD ve AB’nin kendisine yönelik politikalarını yumuşatmak amacı ile bazı stratejik adımlar atabilir.

Bunlardan birisi Kıbrıs’ta Annan Planı’nı da aşan ölçüler içinde taviz veren bir Kıbrıs planını kabul etmektir. Bu aynı zamanda bir Amerikan talebidir. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı V. Nuland’ın Kıbrıs’ta çözümü öncelikli paket olarak gördüğü anlaşılmaktadır.(Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) Bu süreç,  2014’ün büyük bir bölümünde ABD’nin denetiminde hızla yürümüştür. Washington, AKP Hükümetinin tutumundan çok memnun görünmüştür. Bu memnunluğunu ilişkilerdeki büyük gerilime rağmen AKP’ye teşekkür ederek ortaya koymuştur. KKTC’nin tasfiyesinin Türk halkına anlatılabilmesi için ise Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesinin hazırlandığı görünmüştür. Haziran 2014’de Washington’da “son birkaç ayda mükemmel bir iletişim kuruldu” ifadesi ile Ankara için çok olumlu rüzgarlar esmektedir. Olumlu rüzgarları estiren, Kıbrıs’ta içine ilerleyen süreçtir.(Hürriyet, 1 Haziran 2014,  Tolga Tanış, Gezi’nin Yıldönümünde Amerikan İki Yüzlülüğü) ABD Başkan yardımcısı Biden’ın 11 Temmuz 2014’de yaptığı konuşma ABD’nin Kıbrıs konusundaki proje ve beklentilerini ortaya koymuştur.  Ancak Kıbrıs’ta başlayan ve Amerikalıları memnun eden süreç, 2014’ün ikinci yarısından itibaren ilk hızı ile ilerlememiştir.

5-7 Aralık 2014’de yapılan 3. Türk-Yunan İşbirliği Konseyi görüşmelerinde Davutoğlu ve Yunan Başbakanı Samaras’ın Kıbrıs görüşmelerine ivme kazandırma kararı almaları ve daha önemlisi Türkiye’nin sismik araştırma gemisi Barbaros Hayrettin Paşa’yı Rum kesiminin münhasır ekonomik bölge ilan ettiği bölgeden çekme kararı aldığının açıklanmış olması geri adım şüphesi yaratmıştır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Aralık 2014’de yapmış olduğu konuşmada Rum Kesimi’nin münhasır ekonomik bölgesinin tanınmadığını vurgulaması, KKTC konusunda direnç olduğunun göstergesi kabul edilebilir.(Yeniçağ, 31 Aralık 2014, Hüseyin Macit Yusuf, Navtex Kaldırılıyor mu?) 

ABD Ermeni sözde soykırımı iddialarının kabul edilmesini talep etmektedir. V. Nuland’dan önce görev yapan P. Gordon’ın öncelikli dosyasının bu olduğu bilinmektedir. (Hürriyet, 16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?)  2015 yaklaşırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni propaganda ve saldırılarına karşı mücadele etmek için hiçbir hazırlığı yoktur. Çünkü bu aşamada Ermeni tezleri ile mücadele etmek değil, Ermenistan ve Ermeni diasporasını tatmin edecek bir çözümün fikri alt yapısının hazırlanması ön plana çıkıyor görünmektedir. Davutoğlu’nun 2013’de Ermenistan ziyareti sırasında tehciri “gayri insani” diyerek eleştirmesi, 15 Nisan 2014’de Başbakan Erdoğan’ın yayınladığı bildiride tehcir için gayri insani nitelemesini kullanması, bir taviz politikasının girişini oluşturuyor olabilir.

Üçüncü geri çekilme alanı PKK ile sürdürülen müzakere görüşmelerinin sonlandırılması ve 2015 içinde PKK’nın otonomi talebinin kabul edilmesidir. Ve bunu Suriye’de PKK kontrolündeki kantonların meşruluğunu kabul ederek genişletmesidir. Bununla bağlantılı olarak, 2015 içinde Barzani’nin Irak’tan bağımsızlığını ilan etmesi durumunda Barzani’yi Bağdat’a karşı korumaya almak, Türkiye’nin Batı’yı yatıştırmak amacı ile izleyebileceği bir strateji olabilir.

          Batı İle Çatışma ve Kopma Seçeneği

Erdoğan’ın önündeki ikinci seçeneğin ABD ve AB ile kopma/ilişkileri zayıflatma seçeneği olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD-AB bloğunun ne yaparsa yapsın, uzlaşmak için hangi geri adımı atar ise atsın kendisini tasfiye etmede kararlı olduğuna inanabilir. Erdoğan’ın bu şekilde bir inanca sahip olması için güçlü gerekçeleri olabilir. Bu noktada Erdoğan çıkışı Batı Dünyası ile ilişkileri zayıflatma seçeneğinde görebilir. Bu çerçevede Türkiye, AB ile tam üyelik sürecini askıya alabilir ve Gümrük Birliği’nden çıkabilir. Türkiye’nin NATO içinde geri adım atan bir sürece girdiği görülebilir. Birinci seçeneğin gerçekleşeceğini gösteren belirtiler olduğu gibi, ikinci seçeneğin gerçekleşebileceğini gösteren gelişmeler de özellikle Ayn El Arap yani Arap Pınarı çatışmalarından sonra gözlenmeye başlamıştır.

Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden ABD’nin onayı ile geçirileceğine inanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru açarak, Kerkük petrollerini Akdeniz’e ulaştırma projesine ABD’nin destek vermesi üzerinde sert bir dönüş yapmıştır. Erdoğan, “üst akıl” diye nitelendirdiği ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç defa açıklamıştır. Erdoğan alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur: “Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK/HDP’yi ve cemaati kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.”(Yeni Akit, 4 Kasım 2014)

Bu arada Kırım ve Ukrayna’da izlediği politikalardan dolayı arası ABD ve AB ile olağanüstü gerilen ve yalnızlaşan Putin ile yalnızlaşan Erdoğan arasında ciddi bir yakınlaşma olduğu görülmektedir. Putin, Erdoğan’ın ikili görüşmelerinde “AB’yi ürkütmeyelim” şeklindeki uyarısına “boş ver önemli değil” diye cevap verdiğini açıklayıp, Erdoğan’dan delikanlı adam diye bahsetmiştir.

Putin Yönetiminin önemli isimlerinden olan Evgeniy Fydorov, (Aydınlık, 29 Aralık 2014) verdiği bir demeçte şöyle demektedir: “Putin’in Türkiye ziyareti çok olumlu geçmiştir. Bu ziyaret insanlığın geleceğini etkileyecek kimi girişimleri başlatmıştır. Amerikan sömürgecilik sistemi sorgulanmaya başlanmıştır….Putin-Erdoğan buluşması, Çin ve Hindistan’ın bu sürece verdiği destekle birlikte Amerikan sömürgecilik sisteminden kurtuluş sürecini başlatmış oluyor.Yani özgür ülkelerden oluşan çok kutuplu bir dünya düzenini..Putin ve Erdoğan bu düzenin  ilk tuğlasını koymuş oldular…. Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmesi için elinden gelen desteği verecektir.”

Bu açıklama, uluslararası ilişkiler alanında büyük bir yeniden yapılanmanın habercisi görünmektedir. Eğer Rus milletvekilinin söyledikleri doğru ise, Putin-Erdoğan görüşmesinde İsmet İnönü’nün 1964’deki ifadesi ile “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır” içerikli görüşmeler yapılmıştır.  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Teşkilatı Genel Müdürlüğü kurulması için emir vermiş olduğu bilgisi eğer doğru ise,   Evgeniy Fydorov’un söylediklerini doğrulamaktadır. İlk aşamada Türkiye, AB ile ilerlemeyen müzakereleri fiilen askıya alıp, Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olabilir. Doğrusu böyle bir adım, Şangay İşbirliği Teşkilatı içinde büyük bir propaganda başarısı olacaktır. Keza Putin, Erdoğan’ın önünü Avrasya Ekonomik Birliği-Türkiye ilişkilerini bir şekilde kurumsallaştırma süreci başlatarak Orta Asya’da da açabilir.

Türkiye-Rusya yakınlaşmasının bir başka boyutuna ise 30 yıl Dünya Bankası’nda çalışan Peter Koenig dikkat çekmektedir. Koenig, Rusya ve Çin’in aralarındaki enerji ticaretini dolardan milli paraya çevirme kararı aldıklarını ve Brezilya, Hindistan, Güney Afrika ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan ile Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran, Moğolistan ile Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yaklaşan Türkiye’nin de dolardan ayrılarak milli para ile ticaret için hazırlandıklarını ileri sürmektedir. (http://www.globalresearch.ca/free-fall-of-the-ruble-whos-behind-it-a-ploy-of-russias-economic-wizards-whose-chess-game/5420796)

Özgür Suriye Ordusu ile Esad’ın arasını bulmak için Moskova’nın başlatmış olduğu görüşmelerin Ankara’nın örtülü desteğini alıyor görünmesi ilginçtir. ABD’nin PYD/PKK’yı desteklemesine, Erdoğan Şam ile Rusya üzerinden uzlaşma perspektifini koyarak cevap vermiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 31 Aralık 2014’de; “Rusya ve İran, Suriye’nin politik dönüşümüne dahil olmalıdırlar” açıklaması, bu yeni politikanın bir parçası olarak yorumlanabilir.

ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargonun kapsamını genişlettiği 2014 sonunda Türkiye ise, İran ile 1 Ocak 2015’den itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar Dolar’dan 30 milyar Dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. Bu adım da Washington’da yüzlerin ekşimesine neden olacak bir adımdır.   

Batı ile ilişkilerin kopma süreci içinde olup olmadığını gösterecek en önemli göstergelerden birisi Ankara’nin Çin’den alınmasına karar verilen füze sistemleri kararında ısrarcı olup olmayacağıdır. ABD ve NATO’nun bütün muhalefetine rağmen, Ankara Çin füzelerinde ısrarcı olur ise ABD/NATO-Ankara krizi derinleşecektir.  

Özetle, Erdoğan’ın Batıya teslim olması bir seçenek iken, diğer seçenek de ABD’nin kendisini gözden çıkardığı inancı ile Batı ilişkileri kopararak Avrasyacı bir eksene kaymasıdır. Bu iki seçenekten birisinin seçilmesi durumunda Erdoğan’ın başta PKK ile müzakereler olmak üzere iç politikada da müttefik ve düşman şekillenmesi yeniden olacaktır. Erdoğan’ın bu seçeneği istese de gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği iç dinamikler değerlendirildiğinde ayrı bir sorudur.

Yukarıda emarelerini anlattığımız iki seçeneğe eklememiz gereken bir başka seçenek de Erdoğan’ın Batı’yı Rusya-İran-Çin seçeneği ile tehdit edip, vereceği tavizleri iç politik olarak hafifletip, Batı ile uzlaşma seçeneği olabilir. Ancak bu seçenek, Erdoğan’ın 12 yıl boyunca yapmış olduğu politik manevralara artık alışmış olan Batı’nın ulaşılan aşamada tahammülsüz tavrından dolayı oldukça zayıflamış görünmektedir. 2015 bu seçeneklerden hangisinin öne çıkacağının belirginleştiği sene olacaktır. 

Prof. Dr. Ümit Özdağ

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Yönetim Kurulu Başkanı

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display