PATRİOT FÜZELERİ VE TÜRKİYE
 Bu sayfayı yazdır

PATRİOT FÜZELERİ VE TÜRKİYE

Yazan  18 Eylül 2009
12 Eylül’ün yıldönümü tartışmaları yapılırken medya’ya düşen bir haber gündemi oldukça değiştirdi.

Gündeme düşen haber Türkiye'nin ABD'den Patriot füzeleri alacağı ve toplam maliyetinin7.8 milyar dolar olacağı, ABD hükümetinin satışın onaylanması için Amerikan Kongresine talepte bulunduğu şeklindeydi.

Genelde basınımızda zaman, zaman yapıldığı gibi haber, gerçekle gerçek dışını çorba yaparak vermişti. Ancak ana konumuz bu değildir bu teknik ayrıntı incelemenin içinde zaten ortaya konulacaktır. Bu inceleme'nin birkaç amacı vardır. Bu nedenle uzunca bir inceleme olacaktır. Tehdit nedir. İran Türkiye'ye bir tehdit midir? Mevcut tehditler kapsamında Türkiye'nin Patriot füzelerine ihtiyacı var mıdır? Silahlanma mekanizmaları nasıl çalışır, kararlar nasıl alınır. Olayın ekonomik ve siyasi yönleri nelerdir kısaca yaşadığım tarihsel iki olay da aktarılarak konu incelenecektir.

Anlaşılmayıkolaylaştırmak açısından konu:

Tehditler gözönünde bulundurularak teknik yönü ile Patriot Füzelerine ihtiyaç olup olmadığı,

Ortadoğu Coğrafyasıolayın siyasi boyutları olarak,

Ekonomik boyutları,

olmak üzere üç ana başlık altında incelenecektir.

Tehditler gözönünde bulundurularak teknik yönü ile Patriot Füzelerine ihtiyaç olup olmadığının incelenmesi.

Bir silah sistemine ihtiyaçolup olmadığınıbelirleyen birinci faktörülkeye yönelik tehdit ve bu tehdidin ortadan kaldırılması için alınacak tedbirlerdir. Doğal olarak bütün askerler savunma açısından tehdidi minimize etmek isterler, bu onların görevidir. Yani Ordu ülkeye yönelik olabilecek bütün tehdit ve risk ihtimallerini kısa orta ve uzun vadeli olarak değerlendirerek bu tehditleri ortadan kaldırarak ülkenin bekasını sağlayacak tedbirleri geliştirir.

Bu tedbirlerin içine savunma sanayinin gelişmişlik durumuna göre ihtiyaç olan sistemlerin milli olarak üretimi, ortak üretim veya satın alması şeklinde tecelli eder. Bu sadece olayın kamuoyunca görünen yüzüdür. Görünmeyen ve çok önemli diğer yüzü de bu planlamaya paralel sistemi kullanacak personelin yetiştirilmesi, sistemin idamesini sağlayacak lojistik sistemin kurulmasıdır ki bazen bu konu yıllar alır. Bu nedenle sistemlerin temini hakkında ilke kararı alındığında Silahlı Kuvvetler personel yetiştirmeye başlamalıdır. Aksi halde sistem envantere girdiğinde onu kullanacak personel bulunmaz.

NATO ve Dünyanın bütün gelişmişordularında hava savunma sistemleri üç kademelidir. Alçak irtifa hava savunma sistemleri, Orta irtifa hava savunma sistemleri, Yüksek İrtifa hava Savunma sistemleridir. Kısaca değinmek gerekirse alçak irtifa hava savunma sistemleri, klasik hava savunma silahları ile kısa menzilli füzelerden oluşan bir sistemdir. Orta irtifa hava savunma sistemleri ise menzili daha uzun bazı füzeler ile Hava Savunma uçaklarının oluşturduğu bir sistemdir. Yüksek irtifa hava savunmasını ise daha uzun menzilli (Patriot, S-300 benzeri) Füzeler sistemi ile hava savunma uçaklarından oluşur.Füze sistemleri genelde uzaydaki bilgi sağlayan uydularla desteklenir.

Şöyle bir açıklama yapalım eğer ciddi bir tehdit ile karşı karşıya iseniz, o tehdidin kullanılacağı ortam sizin göklerinizse, savunamadığınız gökleriniz sizin değildir ve hasmınız orayı size karşı kullanır. Bu açıkladığım yöntem klasik anlamda hava savunmasında planlamaya esas alınmak zorundadır.

Tehdit nedir? Bu konuda çok değişik ve karmaşık tarifler yapılabilir. Askeri anlamda Ulusal menfaatlerimizin çatıştığıbir ülkenin elinde bulunan ve kullandığızaman bizim bekamızıtehlikeye sokan imkan kabiliyetleridir. Ordu açısından hasım devletin silahlı Kuvvetlerinin imkan ve kabiliyetleridir. İçinde bulunduğumuz çağda tehditler ve riskler sadece hasım ordular değildir. Tehdit nasıl belirlenir? Bu konu TSK tarafından sürekli yapılan bir değerlendirmedir. Türkiye'ye yönelik tehditler sürekli analiz edilerek ana değişiklikler varsa konuyu MGK'na getirerek karar alınmasını teklif eder. Yani şimdi Patriot Füzelerinin ihtiyaç olarak belirlenmesi için MGK'nın İran'ı Türkiye için tehdit olarak belirleyip buna yönelik tedbirlerin alınmasını hükümete tavsiye etmiş, hükümette bu konuda ki siyasi değerlendirmelerini de yaparak tedbirler geliştirmesini TSK'den talep etmesi gereklidir. Normal çark bu şekilde işler veya Silahlı Kuvvetler tehdidi ortaya koyarak alınması gerekli tedbirleri teklif eder. Bu teklifler doğrultusunda sistem üretilecek mi satın mı alınacak çalışmaları yapıldıktan sonra Savunma Sanayi Müsteşarlığı görevlendirilir. Böyle bir değerlendirme yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Ancak siyasi iktidarın özellikle Kıbrıs ve Ermenistan konusunda yanlış uygulamaları olsa da dış politikada ortaya koyduğu temel bir görüş vardır. Komşuları ile olan sorunları çözerek sıfır sorunlu komşular haline getirmek.

Bu konuya tekrar döneceğim ancak hemen şunu belirtmekte yarar var. Klasik anlamda ki bir savunma planlamasından hareket edersek Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunmasında zafiyet vardır. Ancak Varşova paktının yıkılmasından sonra artık dünyadaki tehdit algılamaları değişmişsalt komşularınsilahlanması bir tehdit olmaktan çıkarılmıştır. Bunun yerine ekonomik çıkarların korunması öncelikli hale gelmiştir. Bu nedenle ülkelere saldırı ya ekonomik olarak yapılır ya da Psikolojik harekatla desteklenmiş elitlerin beynine yapılan bilgi savaşıyla desteklenir. Günümüzde Ekonomik mücadele ve ekonominin can damarı olan ham madde kaynaklarına erişim daha öncelikli hale gelmiştir.

Yüksek irtifa hava savunmasında zafiyet olduğunu belirtmiştim. Bu zafiyet Varşova Paktıyıkılmadan çok ciddi olarak değerlendirilebilirdi. Zira Sovyetlerin Sıcak denizlere inmek perpektifinde geliştirdiği silah sistemleri ve füzeler ülkemiz açısında ciddi bir tehditti.

Şimdi kimse Sovyetlerin en azından orta vadede bu şekilde tekrar ortaya çıkacağınıiddia edemez. O halde haberlerde söz konusu olduğu gibi İran'ın Nükleer silahlanmasıve Füze sistemlerini geliştirmesi Türkiye için tehdit mi? sorusunu sormamız gerekir.

Bu soruya yalın olarak verilecek askeri güç mukayesesi projeksiyonunda verilebilecek cevap evet tehdittir. Ancak iki ülke arasındaki tarihi ilişkiler gelişimi, sosyal yapı, inanç anlayışı, ekonomik ve politik ilişkiler ile en önemlisi geleceğe ait ortak çıkarlar bir ülkenin tehdit kategorisine alınıp alınmamasına etki eder.

Orta Doğu coğrafyası ve olayın tarihi ve siyasi boyutu

Şimdi kısaca İran'la olan tarihi ilişkilere bakarsak İran'la 1639 yılında imzalanan Kasr-Şirin antlaşmasından bu yana toprak talepli bir çatışma olmamıştır.

Sosyal yapıya göz atarsak, İran Nüfusunun önemli bir bölümü Türk asıllı olup bunun dışında kalan Farslar'ın da halk olarak Türklere bakışının negatif olduğunu iddia etmek gibi bir iddiayı destekleyecek bilimsel veri elimizde yoktur.

İran'ın inanç yapısı ile Türkiye'nin ki oldukça farklıdır. Ancak bu farklı inançlar politik arenaya taşınmadığı sürece bir sorun yaratmamıştır. Sorun 1980 de İktidara gelen Humeyni ve onu takip eden yöneticilerin özellikle 20 yıl boyunca rejim ihracına yönelik politikalarından kaynaklanan bir anlaşmazlık olmuştur. Bu rejim ihracı en çok Türkiye'ye yönelik olmuş, en ziyade saldırılar Cumhuriyete ve onun kurucusuna yöneltilmiştir. Halen de bu saldırılar bazen yapılmakta şuur altlarından kolayca atılmamakta, Ülkemize gelen İranlı yetkililer Anıtkabire gitmemektedirler. Ancak kimse bunları önlemenin yolunun Patriot füzesi almak olduğunu söyleyemez.

Özetle İran bizim için silahlanmıyor, dünyanın ekonomik orjinli paylaşım savaşında zengin petrol yatakları nedeniyle hedef olduğunun farkındadır. Kendi başına Saddam'ın başına gelenlerin gelmesini istemediği için caydırıcı bir güç elde etmeye çalışıyor.Sanırım 1956 yılında petrol şirketlerini millileştiren Musaddık'a yapılanlarda hafızalarının derinliklerinde durmaktadır. Yoksa İran, Ortadoğu da diğer devletler gibi paylaşıma ve sömürüye açık olsa batının ve ABD'nin en büyük müttefiki olur. Tıpkı Şah döneminde olduğu gibi.

Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ilişkiler her geçen gün artarken, coğrafyası nedeniyle birçok konuda İran ülkemize bağımlıyken ve arada aramızda ciddi bir anlaşmazlık yokken İran neden ülkemizi karşısına alsın? İran'ı aptallar yönetmiyor ve onlarında köklü bir devlet gelenekleri var. İran açısından Türkiye'yi karşısına alacak, yani bizi tehdit görecek hiçbir politik ve askeri durum ortada yoktur. Şimdi şunu söyleyebiliriz. Politik olarak İran bölgede bir güç olmak istemektedir. Bu konuda da kendisine rakip olarak Türkiye'yi gördüğünden ekonomik ve siyasi anlamda belli bir çekişmeyi yürütmüştür ve halen de yürütmektedir. Ancak İran Silahlı Kuvvetleri ve İran ekonomisi Türkiye'ye karşı bir savaşı göze alacak ve sürdürecek imkan kabiliyette değilken neden birkaç füze ile ülkemizi tehdit etsin.

Geleceğe yönelik ortak çıkarlar açısından konuya baktığımız zaman Varşova Paktı'nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Avrasya Coğrafyasındaki politik durum ve ekonomik imkanlar bu bölgede iki ülkenin mümkün olduğu kadar çıkarlarını bir birine yaklaştırarak ortak hareket etmesini gerekmektedir. Kafkaslarda istikrar ancak böyle sağlanabileceği gibi BOP'un engellenmesi de ancak bu şekilde olur. Dışişleri Bakanlığı da İran'la ilişkileri geliştirmek için büyük çaba harcamakta olup yavaşta olsa yol alınmaktadır.

Yani hangi pencereden bakarsan bak, İran Türkiye için bir tehdit değil bölgede önemli bir ekonomik ve politik rakiptir. O zaman bu Patriot işi nereden çıktı işte şimdi 15 sene önce yaşanmış bir hatıramı nakletme zamanı geldi.

AMERİKA'NIN SAVAŞMANİPLASYONLARI

Anlatacağım olay Güney Kore'de bire bir yaşanmıştır. Ben 1993-1995 Yıllarında Güney Kore'de askeri ateşe olarak görevliydim.

Güney Kore de ilk defa demokratik diyebileceğimiz seçim 1993 yılında yapılmış ve Kim Yongsam Başkan seçilmiştir. Başkan seçim propagandasında iki sloganıöne çıkarır. Eğer seçilirse Güney Korelilerce kutsal dağolarak kabul edilen ve Seul'un ortasında bulunan Namsan dağındaki yabancılar buradan çıkarılıp evler yıkılacak ve burasıhalka açık yeşil alan yapılacak. İkincisi de Kore deki Amerika'nın askeri varlığına son verilecektir. Amerika'nın BM kapsamında 8 Ordusu Güney Kore de konuşludur. Güney Kore Silahlı Kuvvetleri Kore savaşından 1995 yılına kadar bu ordunun harekat komutasındadır.1995 yılında Milli Komutaya geçmiştir.

Kim Yongsam seçimi kazanır. Bende bütün diğer ülke diplomatları gibi Namsan Dağında ki bir Apartmanın 22. Katında oturuyordum. Bize evlerin boşaltılması için tebligat yapıldı ve belli bir süre verildi. Sonuçta Namsan Dağındaki bütün apartmanlar ve villalar yıkıldı. Bu arada Amerika ile askerlerin geri çekilmesi için yapılan görüşmelerde mutabakat sağlandı ve 44 bin olan Amerikan askerleri 38 bin civarına düşürüldü.

1994 yılında tampon bölge de sürdürülen barış görüşmeleri çıkmaza girdi ve arkasından hafiften Amerikan gazetelerinde, Kuzey Kore'nin nükleer kabiliyet kazandığıve Güneye saldırabileceğine dair yayınlar başladı. Daha sonra bu yayınlar hızla artarak Güney Kore'de önce İngilizce yayın yapan daha sonra da Korece yayın yapan gazetelere sıçradı.

Olayın ciddiyetine inandırmak maksadıyla ABD tarafından Amerikan üslerini hava ve füze saldırılarına karşı korumak maksadıyla Patriot bataryaları yerleştirildi. Amerikan Büyükelçiliği NATO ülke Büyükelçiliklerine savaş çıkması halinde hava alanlarının kapatılacağı, dost ve müttefik ülke diplomatlarının Amerikan üslerine tahliye edilebileceğini, gibi söylemler geliştirildi. Hatta gayri resmi olarak böyle bir savaş çıkarsa Türkiye'nin 1950 de olduğu gibi Kore'ye yardıma gelip gelmeyeceği soruldu. Bende kendilerine bu konuların ateşe'nin karar vereceği bir konu olmadığını, Türk Devleti'nin karar mekanizmaları olduğunu belirtince şahsi görüşün ne diye sordular. Resmi görevli olarak şahsi görüşlerimi değil TSK'nın görüşlerini yansıtabileceğimi belirttim. Böylece yükselen tansiyona diğer kordiplomatiği de dahil etmek istiyorlardı. Türk Büyükelçisi de bunun bir provokasyon olduğunun bilincinde idi. Teşekkür ederek tahliye isteğimiz olmadığını belirttik.

Ancak her gün haberlerle tansiyon yükseliyor televizyonlarda düzenlenen açık oturumlar Korelileri iyice endişelendiriyordu. Aslında Televizyonlar kontrol altındaydıancak İngilizce yayın yapan Amerikan ordu kanalı olan AFKN olayı sürekli gündemde tutarak körüklüyordu.

Güney Kore gazeteleri endişe içinde Kuzeye çok yakın olan sanayinin nasıl saldırılardan korunacağını işlemeye başladı. Heyecan yavaş, yavaş halka mal ediliyordu. Nihayet Güney Kore Amerika'dan sanayi tesislerinin hava savunmasını sağlamak maksadıyla bir batarya Patriot füze savunma sistemi satın almak istedi.

Ancak Amerikalılar buna yanaşmadısizin ihtiyacınız altıtabur dediler. Halk savaşpsikozuna girince Başkan Kim Yongsam ABD ziyaret etti. ABD bir açıklama yaptı " dostlarımız istediği sürece biz onları terk etmeyiz" diye. Böylece askerlerin çekilmesi bir lütuf olarak durduruldu ve 6 Tabur Patriot Füzesavar sistemi Güney Kore'ye satıldı. Yaklaşık maliyetinin altı milyar dolar olduğu o zamanki gazetelerde yer almıştı. Yine belirtildiğine göre bu sipariş sayesinde sistemi üreten firma ayakta kaldı.

Başkan Amerika'dan döndükten sonra savaştamtamlarıyavaşladı. Bir ay sonra da unutuldu. Ne zaman İran ve ya Kuzey Kore'nin nükleer faaliyeti söz konusu olsa bu olayıhatırlarım. Aynıoyun Irak işgali öncede Irakta kimyasal ve biyolojik silahların tespit edildiği yalanıBM de dillendirildi. Savaştan sonra da bir şey bulunamadı. Olmayan şey bulunamaz. Şimdi ister istemez ülkemizde de aynı manipülasyonlar yapılıyor mu diye düşünmeden yapamıyorum.

Konu incelenirken ülkelerin jeostratejik konumun milli politikaları yönlendirmesi büyük önem arz etmekte olup kısaca bu konuya göz atalım.

Dünyada bütün ülkelerin milli politikalarının ana eksenini onun coğrafyası belirlemektedir. Yeryüzünde işgal ettiği coğrafya her ülkenin uluslararası ilişkilerdeki politik davranışlarını ve hareket tarzlarını direkt olarak etkiler. Hiç bir ülke coğrafyasının ona yüklediği sorumluluklardan kaçınamaz. Çünkü devletler coğrafyaları ile bir bütündür. Ülkelerin coğrafi konumları uygulanacak ulusal, bölgesel ve evrensel politikaların ana belirleyicilerinden biridir.

Coğrafi konumun politikayıetkileri konusunda en yetkin çalışmaları yapan E.Korg. Suat İlhan "Coğrafyalar jeopolitiğe, jeopolitik politikaya kaynak olur, yol gösterirler. Bu sebeple jeopolitik, coğrafyanın, politikaya verdiği yön olarak tanımlanır" şeklinde açıklamaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin işgal ettiği coğrafyanın yerini dünya üzerinde gözönüne getirdiğimiz zaman, bu konum yüzyıllardır emperyal güçlerin mücadelesinin merkez noktasında kalmakta olduğunu görürüz. Bu nedenle coğrafyamız fırsatlarıve tehditleri aynı anda ortaya çıkarmaktadır. Devleti yönetenlere düşen sorumluluk ortaya çıkan tehditleri fırsatlara dönüştürebilmektir.

Eğer tehditler fırsatlara dönüştürülebilirse Ülkemiz bölgesel bir güç olarak Cumhuriyetin 100. yılınıkutlayacak, aksi takdirde sürekli beka sorunlarıile karşı karşıya kalacaktır.

Türkiye yine coğrafyasının ona yüklediği zorunluluk nedeniyle coğrafi olarak konumlandırmaya uygun olan bir kıta ve ada devleti değildir. Ancak kolayca bir kıta içi devleti veya kenar devleti de diyemiyoruz. Bu tanımlama baktığımız pencereye göre değişmektedir. Eğer Türk jeopolitiğine bir Türk gözü ile bakarsak; Afrika, Avrupa ve Asya'nın kesişme noktasındaki bir kıta içi devlet olarak görülür. Ancak Soğuk savaş döneminde komünizmin sıcak denizlere inmesine mani olacak stratejiler açısından bakıldığında bir kenar devletidir.

Doğaldır ki ülkelerin politikalarınıbelirlemede coğrafyalarının yanında tarihleri ve kültürleri de çok önemli rol oynamaktadır. Gurur duyduğumuz tarihimizin yüklediği sorumluluklar aynı zamanda coğrafyanın ortaya koyduğu zorluklarla doludur. Bunu kısaca açıklamak gerekirse Türkiye kendi Milli çıkarlarını koruyabilmek için batıda Balkanlar, Güneyde Akdeniz ve Ortadoğu, Doğu da Kafkaslar bölgesi doğrudan ilgi alanındadır. Ancak bu bölgeler aynı zamanda dünya çıkarlarının çatışma noktaları olup politik istikrara da sahip değildir.

Türkiye Soğuk Savaş döneminde NATO'nun güney kanadında bir kenar kuşak görevi icra etse de 1990'lar da Varşova Paktı yıkıldıktan sonra tam bir merkez ülke özelliği kazanmıştır. Özellikle Kafkaslar da hem kıtaları birbirine bağlayan bir menteşe hem de Kafkasların kapısını açan bir kilit durumundadır.

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Avrasya enerji kaynaklarına yönelen ABD için Türkiye Coğrafyasıayrıbir önem kazanmış durumdadır. Bu bölgenin önemi en iyi şekilde Büyük Satranç Tahtasında Briziniski değerlendirmiştir. Bu değerlendirme özetle aşağıya çıkarılmıştır.

Büyük satranç tahtasına göre Kafkaslar:

Bugünün Avrasya Balkanlarındaki(Kafkaslar anlamında) rekabet direkt olarak üç komşu gücün arasındadır. Rusya, Türkiye ve İran. Bu rekabetin içinde uzaktan uzağa Çin, Ukrayna, Pakistan, Hindistan ve Amerika da vardır.

Üç ana rakip yalnızca jeopolitik ve ekonomik çıkarlarla hareket etmezler; tarihi dürtüler de işin içindedir. Her biri bir zamanlar bölgede siyasi veya kültürel açıdan egemendiler. Her biri diğerine kuşkuyla bakar. Aralarında kafa kafaya bir savaşpek olası değilse de rekabetin kümülatif etkisi bölgesel kaosa yol açabilir.

Türkler ve İranlılar da bölgenin tarihi rakibidirler. Son yıllarda bu rekabet canlanmıştır. İran'ın İslam toplumu kavramına karşı Türkiye modern ve laik bir alternatif olma imajınısunmaktadır.

İran'ın cari jeopolitik hırsları Türkiye kadar geniş kapsamlı olmamakla birlikte (daha ziyade Azerbaycan ve Afganistan'a yöneliktir), bölgedeki tüm Müslüman nüfusu (Rusya'nın kendisi bile) İran'ın dini çıkarlarının hedefidir. Gerçekten de Orta Asya'da İslam'ı canlandırmak İran'ın başlıca hedefleri arasındadır.

Öte yandaki Çin'in genel jeopolitik menfaati Rusya'nın egemen rol arayışıyla çatışma halinde, Türkiye ve İran'ın tamamlayıcısı niteliğindedir.

Görüldüğü gibi bu cadıkazanında kaynayanlar jeopolitik güç, muazzam potansiyel zenginlik, milliyetçi/dinci misyonların tatmini ve güvenliktir. Ancak bu yarışın odak noktası erişimdir. Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar bölgeye erişim Moskova'nın tekelindeydi. Bütün demiryolları, gaz ve petrol boru hatları, hatta hava ulaşımı merkezden geçiyordu. Rus jeopolitikçileri bunun böyle kalmasını tercih ederler, zira bilmektedirler ki bölgeye erişimi kontrolü altında tutan jeopolitik ve ekonomik ödülü de kazanma şansına sahiptir.

Amerika'nın bölgedeki jeostratejik konumu çok açıktır: Amerika Avrasya'nın bu kısmında egemen olamayacak kadar uzak fakat olaylardan uzak duramayacak kadar güçlüdür. Bölgedeki bütün devletler yaşamlarını sürdürmek için Amerikan varlığınıgerekli görmektedirler. Rusya, bölgedeki tek egemen devlet olamayacak kadar zayıf, fakat büsbütün dışlanamayacak kadar yakın ve güçlüdür.

Türkiye ve İran etkili olacak kadar güçlüdürler fakat kendi sorunları dolayısıyla kuzeyin kafa tutmasını veya bölgenin iççatışmalarını önleyemeyebilirler.(Öyleyse ABD'NİN ekonomik ve politik çıkarları açısından bu iki ülkenin güçlü olmaması gereklidir)

Sonuçta Amerika'nın birincil menfaati, bu jeopolitik alanda tek başına hiçbir gücün hakim olmamasını sağlamak ve global toplumun buraya finansal ve ekonomik erişimini temin etmektir.

Amerika'nın en kuvvetli jeopolitik desteğine layıkülkeler Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna'dır. Bölgede Amerika, istikrarlı ve batıya dönük bir Türkiye ile aynı ortak çıkarları paylaşmaktadır. Türkiye'nin gidişatı ve yönelimi Kafkas ülkelerinin geleceği için özellikle belirleyici faktör olacaktır.

Bölgesel dengenin kurulmasıve sürdürülmesi, Amerika'nın Avrasya jeostratejisinin temel hedefi olmak zorundadır.

Yukarda ki değerlendirme her ne kadar ABD'nin çıkarlarıaçısından konuya bakıyor olsa da bölgenin ve iki ülkenin önemini doğru şekilde ortaya koymaktadır.

Ekonomik boyutlar açısından konunun incelenmesi

Konunun ekonomik boyutunu incelediğimiz zaman ortaya atılan rakamlar oldukça yüksek olup Türk Ekonomisinin kaldıracağı bir yük değildir. Ancak şunu da belirtelim Milli Savunma Bakanı'nın açıkladığı gibi olay ihale safhasına geldiği zaman katılan ülkelere göre bu rakamlar çok değişecek ve belki de %50 oranında düşebilecektir. Ancak bu rakamlar bile işsizliğin zirve yaptığı, eğitim ve sağlık sorunlarının her gün derinleştiği bir Türkiye'de tehditle orantılı olarak göze alınabilecek rakamlar değildir. Herhalde ekonomistler yarıya inse bile dört milyar dolar ile neler yapılabilir ortaya koymalıdır. Mesela bu kaynakla kaç tam donanımlı üniversite kurulabilir veya hastane yapılabilir veya kaç yurt öğrencileri tarikatların tasallutundan kurtarmak için inşa edilebilir?

Hafızalarımızı biraz yoklarsak bu silahların Polonya ve Çekoslovakya'da konuşlanmasını Rusya kendisine tehdit olarak ilan ettiği için ABD füzesavar kalkanını buralarda kurmaktan vaz geçti. Üstelik bu sistemi kurmak için bu ülkelere hatırı sayılır ekonomik yardımla birlikte sistemlerin maliyetini de kendi bütçesinden karşılayacaktı. İkinci olasılıkta Avrupa kamuoyundaki tepkileri azaltmak için muhtemelen NATO kapsamında konuşlandırılacaktı. Bir an şöyle düşünelim bu füze kalkanı söz konusu ülkelerde kurulsaydı İran'ın füzeleri Türkiye için tehdit olmayacak mıydı? Eğer tehditse oralardan Türkiye'yi korumak mümkün değildir. Öyleyse sorun Türkiye'nin korunması değildir. Problem ABD'nin problemidir. Eğer sorun bizim değilse biz niye İran'ın tepkisini çekecek projeye imza atalım, göze alınamayacak ekonomik harcamaları yapalım. Biz Amerika'nın muhafızı mıyız. Üstelik te muhafızlık yaparken harcamaları da kendi cebimizden yapacağız.

Bura da kısaca bir anımıdaha nakledeceğim. 1984-1985 Yıllarıydı ve henüz Varşova Paktı bütün haşmetiyle ortadaydı. ABD bazı Türk uçaklarının NATO kapsamında nükleer yetenek kazandırılmasının gerekli olduğunu belirtmiş ve bu NATO'da kabul görmüştü. Ancak yeteneğin kazandırılması için gerekli parayı uçaklar Türk Uçağı olduğu için Türkiye'nin karşılaması talep edilmişti. Konu zamanın Genelkurmaya Başkanı Orgeneral Necdet ÜRUĞ'a arz edildiğinde, Nükleer savaş bizim sorunumuz değildir, kimin sorunu ise parayı da o ödesin diyerek red etmişti.

Bütün bu açıklamalardan sonra kısaca şunu belirtelim. Türkiye'nin resmi devlet dokümanlarına göre birinci tehdit iç tehdit olup bu da bölücü terör örgütüdür. Eğer birinci tehdit buysa –Devlet böyle söylüyor- askeri planlamalar kısa ve orta vadede buna yönelik olarak yapılmak zorundadır. Ülkemizin yüksek irtifa hava savunmasındaki zafiyet uzun vadeli planlamalarda göz önüne alınması gerekli bir durum olduğunu değerlendiriyorum.

O zaman terörle mücadelede zayiatıazaltmak için bu konuda daha çok teknoloji kullanımına yönelik projelere yönelelim. Bu konuda en önemli hususlardan birisi havadan ateşedebilecek silah sistemlerine sahip insansız hava araçlarıdır. ABD Afganistan da yoğun şekilde kullanmaktadır. Böylece sınırdan sızmalar ve dağlarda gizlenmeler anında hem tespit edilecek hem de imha edilebilecektir. İnsansız hava araçları sadece bu gün değil gelecek açısından da çok önemlidir. Bu nedenle şu anda acil ihtiyaçlar satın alınarak temin edilse de geleceğe yönelik üretim planlaması yapılmalıdır. Bu gün ülkemize bu sistemleri satmak isteyen Güney Kore bu sistem için araştırmaya 1995 yılında başlamıştır.

İkinci konu bölgede silahlıhelikopterlerin etkinliği bilinmektedir. Bu sistemlere yönelelim. Burada önemli konu bu helikopterlerin uzun süre mücadele bölgesinde kalmasıdır. Bunun önlemi de en kısa mesafelerde en kısa zamanda akaryakıt ve mühimmat ikmalinin yapılması ile sağlanmaktadır. Öyleyse bu ikmalleri sağlayacak hava platformlarını devreye sokacak sistemleri alalım.

Anlaşılıyor ki Hükümet ABD tarafından İran'a izlenecek politikalar bakımından baskı altında olup hayır diyememektedir. O zaman önüne şöyle bir teklif koyabilir. Sistemler NATO kararı ile konuşlansın. Maliyetini ABD veya NATO karşılasın, bunlar tamamen Türk personeli tarafından kullanılsın. İşletme ve idame masraflarına NATO katkıda bulunsun birlikte NATO'ya tahsisli olsun.

Bir diğer alternatif uzun vadeli Yüksek İrtifa Hava Savunma zafiyetini gidermek için ya AR-GE faaliyetlerine kaynak ayırarak gelecek 15 yıl içinde kendi Füzesavar sistemlerimizi kuralım. Ya da siyasi olarak ABD ile mutlaka bir şeyler yapılacaksa ortak üretim teklifini götürelim.

Bazı çevrelerde aslıne kadar var bilemiyorum ancak ABD'nin bu konuda Türkiye'yi ikna etmek için NATO konusunda baskı yaptığı dillendirilmektedir. Bunun bir şehir efsanesi olduğuna inanmakla birlikte Orta Doğunun şu politik ortamında NATO'nun, Irak Afganistan savaşı, Avrasya Coğrafyasına erişim ve son olarak ilan edilmese de Irak Kuzeyinde kurdurduğu kukla devletin bekası için ABD bize bizim ona olduğumuzdan 10 kat daha fazla muhtaçtır. Yeter ki ülkemizin coğrafyasının bize sağladığı avantajları bilip ona uygun politikalar geliştirelim.

Orta Doğuda bize karşı yapılan pazarlıklarda ihtimal vermemekle PKK'nın Irak'ta varlığını sonlandırmak gibi bir taahhüt sonucu Patriot füzelerinin satın alınması ve konuşlandırılması isteniyorsa bırakın insanlık suçu olan terörizmi desteklemek ve müttefikine karşı kullanmak onuru onlarda kalsın.

Sonuç:

Ülkemizin Yüksek İrtifa Hava savunmasında zafiyet vardır. Bu zafiyeti istismar edebilecek bölge ülkeleri İran, İsrail ve Rusya bölge dışı ülkeleri ise Çin ve ABD'dir. İsrail, Çin, ABD, Rusya ne kadar tehditse İran'da o kadar tehdittir.

İran askeri açıdan Türkiye'ye bir tehdit değil bölgede siyasi bir rakiptir. Nükleer silahlanması uzun vadede başta Türkiye olmak üzere bazı ülkeleri bu yarışa sokabilir

İran ABD veya İsrail'den gelecek saldırılara karşı kendisini savunmak maksadıyla Füze savunma sistemlerini geliştirmeye çalışmakta olduğunu, Saldırıya uğramadığı sürece bu füzeleri kullanamayacağını, bu alımlarda askeri gerekçelerin yeterli olmadığını başka faktörlerin de devrede olduğunu değerlendiriyorum.

ABD'nin Israrla Karadeniz de yüzer platformlar bulundurmaya çalışması Trabzon Limanınıısrarla istemesi ile birlikte Türkiye'de Patriot Füze sistemlerini ister bizim paramızla ister ABD parasıyla konuşlandırmaya çalışmasıkısa vadede olmasa da orta vade de İran'a yapılacak bir askeri operasyonun ayak sesleri olarak algılanabilir.

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Milli Güvenlik Araştırmaları Bölüm Başkanı

Alaettin Parmaksız

1951 yılında Karaman Ermenek kazasında doğdu. İlk ve orta öğrenimi orada tamamladıktan sonra o dönemde Ermenek kazasında lise olmadığı için Liseyi EDİRNE'de okudu. 1970 ylında Kara Harp Okulu'na girerek, 1973 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1974 yılında Piyade Okulu'ndan mezun oldu. 1975 yılında Komando İhtisas Kursu'nu bitirdikten sonra tayin olduğu Erzurum'da 1980 yılında Kara Harp Akademisi'ni kazanarak, 1982 yılında Kara Harp Akademisi'ni bitirdi. 1992–1993 yılında NATO Savunma Koleji'ni, 1996 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi.

Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra1982–1984 yıllarında KIBRIS'ta, 1984–1990 yıllarında Genelkurmay Karargâhı Harekât Başkanlığı'nda görev yaptı 1990–1992 Yıllarında HAKKARİ'de Dağ ve Komando Tabur Komutanlığı, 1992–1993 Yıllarında Genelkurmay Karargâhı Anlaşmaları İzleme Şubesi'nde proje subaylığı, 1993–1995 yıllarında Güney Kore Askeri ataşeliği, 1995–1996 Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı Kurmay Başkanı ve AZERBAYCAN 887 Tugay Eğitim Komutanlığı, 1996–1997 Kara Kuvvetleri Psikolojik Harekat Şube Müdürlüğü, 1997–1999 Gökçeada 5. Komando Alay Komutanlığı görevlerinde bulundu.

1999'da Tuğgeneralliğe terfi ederek Dağ ve Komanda Tugay Komutanlığına atandı. Hakkâri'de iki yıl tugay komutanlığını müteakip, 2001 yılında Edremit'te bulunan 19. Piyade Tugay Komutanlığı'na atanarak, iki yıl bu görevi yaptı. 2003'te Tümgeneralliğe terfi eden ve Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanlığı görevine atanan Emekli Tümgeneral Parmaksız, 2004 yılında Tümgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli oldu. 

4 yıl boyunca görev yaptığı Hakkari anıları ile bitirilemeyen terörün nedenleri, çözüm için uygulama modelleri ve terörle mücadelenin analizinin yapıldığı “BURASI HAKKARİ ANKARADAN GöRüNDüĞü GİBİ DEĞİL” adlı kitabı yayınlanmıştır. Parmaksız, evli ve iki erkek çocuk babasıdır.