×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116

 Bu sayfayı yazdır

Müslüman’ı Türk’e Düşman Etmek

Yazan  02 Mayıs 2009
Atılgan Ulutaş-Türklük ve Müslümanlık, târih boyunca ve hattâ günümüze kadar, tüm dünyâda birbirlerine ikâme kavramlar olarak kullanılmışlardır.

Çünkü Müslümanlığı, Orta Asya ve Arap Yarımadası'nda sıkışıp kalmaktan kurtaran ve onun özündeki küreselliğin gerçekleşmesini sağlayan Türk Milleti olmuştur. Müslümanlığın, Batı Medeniyeti karşısında tam anlamıyla bir seçenek ve rakip şeklinde zuhur edişi, Türkler'in İslâm dînini kabûl edişinden sonra meydana gelmiştir. Doğu – İslâm medeniyeti içerisinde Müslümanlıkla kendini daha fazla özdeşleştiren bir başka millet yoktur. Bu sâyededir ki, Türk – Osmanlı Devleti, yıllar yılı Doğu medeniyetini tek başına temsil eder hâlde bulunmuştur. İslâm hakkında araştırmalar yapan ünlü İngiliz Profesör B. Lewis, Müslümanlığın Türkler'deki yeri için şöyle bir tespitte bulunmuştur: "...Abbâsî halifelerinin hangisi ilk Osmanlı sultanlarının sahip oldukları sadâkat duygusuna, dînî ve ahlâkî idealizmine kıyas edilebilir bir yücelik gösterebilmiştir?" Aynı bilimadamının şu tespitleri de, Türklük ve Müslümanlık arasındaki sarsılmaz ilişkiye ışık tutar: "Hıristiyan Araplar'dan bahsedilebilir, ama Hıristiyan bir Türk mantıken imkânsız bir şeydir. Bugün dâhi, lâik cumhuriyetin otuz beşinci yılında, Türkiye'deki bir gayrimüslüme Türk vatandaşı denebilir, ama asla Türk denemez." "Gariptir ki, Türkiye'de Türk isminin hemen hiç kullanılmadığı devirlerde, Batılılar bu ismi 'Müslüman' kelimesine eş mânâda kullanıyorlar ve Müslüman olan bir Batılı için, bu ihtida Fas'ta veya İsfahan'da dâhi olsa 'Türk oldu' diyorlardı."[1] 1. Dünyâ Savaşı'nda ve hattâ Türk orduları teslim olduktan sonra bile Fahreddin Paşa'nın, tüm dünyâ Müslümanları için ayrı bir öneme sahip bulunan kutsal toprak Medine'yi İngilizler'e ve "İngiliz altınlarına karşılık İslâm kanı dökmekten zevk alan düşmanlar"a[2] (İngiliz altınlarıyla, İslâm'ın kutsal topraklarını savunmak için çarpışan Türk Orduları'na kurşun sıkan Müslüman Araplar'a) karşı nasıl müdâfaa ettiği, târihimizin çarpıcı tablolarındandır.

Türklük ve Müslümanlık bu kadar iç içe geçmişken, bu birliktelik çeşitli yanlış yorumlar ve kasıtlı müdahalelerle bozulmaya çalışılmıştır. "İslâm mâni – i terakkidir" (İslâm gelişmeye engeldir) diyerek modernleşmeyi ve Atatürk'ü anlayamamış, bilim yobazlığı yapan çevreler ile "Fikr – i kavmiyeti tel'in ediyor Peygamber" (Kavmiyet fikrini lanetliyor Peygamber) mısraından yola çıkarak İslâm'ın millet ve milliyetçilik kavramlarını tasvip etmediğini öne süren ve dîni, mitolojik bir tek – dünyâ tasviriyle anlamaya çalışan çevreler yüzünden; Türk ve İslâm kavramları, günümüz Türkiye'sinde sanki ayrı istihkâmlarda kümelenmişlerdir. Bu ayrışma şimdilik, İslâm'ın tek değer olarak yüceltilip Türklüğün önemsizleştirilmesi şeklinde vücut bulmaktadır.

Soğuk Savaş döneminde, Sovyet Rusya'ya karşı din silâhını kullanmak adına ortaya atılan Yeşil Kuşak Projesi'nden sonra bilhassa hız kazanan bu durum; 1980 askerî darbesinden sonra köktenci İslâm ağırlıklı partilerin ve cemaatlerin siyâset ve toplum sahnesinde daha çok boy göstermeleriyle de etkisini göstermiş ve perçinleşmiştir. Bugün Türkiye'de, kimi zaman birbirlerine taban tabana zıt kuramlar ve yorumlar öne süren dînî cemaatlerin sayısındaki inanılmaz artış, çeşitli kavram ve eşyâlara topyekûn aynı mânâlar yüklemeyi gerektiren Türklük ve milliyetçilik zemininin göz ardı edilmesinden de kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan, 1980 öncesinde kendilerini de milliyetçi olarak tanımlayan bugünün İslâmcı çevreleri, artık milliyetçiliğin kafataşçılık olduğunu ve kendilerinin buna îtibar etmediklerini söyleyebilmektedirler.

Düşünülmelidir ki, Batı Trakya'da birçok kötü muameleye mâruz kalmış ve hâlen de bunları yaşamakta olan soydaşlarımıza, gizli ve açık kimi siyâsetler sonucunda Türk kelimesinin kullanımı yasaklanmış ve kendilerini yalnızca Müslüman olarak nitelendirmeleri düşüncesi dayatılmıştır. Sovyet Rusya'nın tahakkümü altında bulunan Türkistan Türkleri'ne de, tüm bu işgâl yılları boyunca zaman zaman dînî özgürlüklerini yaşamaları konusunda çeşitli müsâmahalar gösterilmiş olmasına rağmen, bu soydaşlarımızın Türklük temelli kimi hak taleplerine ve eylemlerine asla göz yumulmamıştır. Lozan'daki azınlık kavramının sâdece dînî farklılıklar üzerine şekillendirilmesini de göz önünde bulundurmak gerekir.

Bu örneklerden yola çıkarak düşünülmelidir ki, dünyâda Türk ve Müslümanlık eş anlamlı kelimeler olarak kullanılırken; Türkler'i de kapsayacak yayılmacı (emperyalist) politikalar izleyen devletler, bilhassa 19. yüzyıldan itibaren salt İslâm'ı; Müslümanlıktan zaten ayrı düşünülemeyecek bir fikir sistemi olan Türk Milliyetçiliği kadar tehlike addetmemişlerdir. Bunda İslâm'ın, ilerleyen yıllara uyarlanması hususundaki yorum farklılıklarının, tam bir toplumsal birleşmenin sağlanmasına engel olmasının da etkisi vardır. Oysa "gerçek toplumlar, ancak milletlerdir." Diğer bir değişle, gerçek toplumlar, ancak millî bilince sahip toplumlardır. Osmanlı Devleti'nden bağımsızlıklarını kazanan Suriye, Irak, Filistin gibi ülkelerin bir zaman daha tam olarak istiklâllerine ulaşamamaları da, kendi milliyetlerinin gerçek şuuruna geç varmalarındandır. Dinlerinin esas mânâsı yanında millî kimliklerinin de ayırdına varmış bulunan Batı ülkelerinin, Doğu medeniyeti karşısında geçmiş yüzyıllarda sağladıkları ayrıcalık hâlâ hatırlardadır. Aynı zamanda siyâsal İslâmcılık, ülkelerin bünyesinde, başka dinlere mensup birçok kişinin bulunduğu dönemlerin etkili bir siyâsetidir. Ancak bu durum, günümüzde büyük değişimler göstermiştir. Bu düşünce 20. yüzyılın başlarında dahî hâlâ uygulanmaya çalışılmış; ancak daha sonra, kendilerinin farkına henüz varabilmiş aydınların telaşla Türklüğe sarılmak zorunda kalmalarıyla sonuçlanmıştır. Gerçek bir bilince ulaşılması, İslâm şemsiyesi altında müşterek bir târih ve kültür anlayışından ziyâde, hususî bir târih ve kültür anlayışına ulaşılmasıyla mümkün olur. Böyle bir anlayış, yerinden sökülmesi daha kolay olan bir fidanı, sağlam bir çınar hâline getirmektir. Nasıl ki Türk Birliği idealine ulaşılması için, örneğin Kazak ve Özbekler'in önce kendilerine has şartlarından kaynaklanan kendi milliyetçiliklerinin gerekliliklerini yerine getirmeleri gerekiyorsa; her zaman bir temenni hâlinde kalmış ümmetçilik anlayışı için de, İslâm ülkelerinin öncelikle kendi öz hüviyetlerinin farkına varmaları gerekmektedir. Aksi takdirde, her Müslüman cemiyet, İslâm'ı, kendi kimliğini bulmak için bir vasıta olarak görecek ve ona farklı yorumlar getirerek, ümmet anlayışına tamamen ters bir eylem gerçekleştirmiş olacaktır. Oysa her toplum, öncelikle kendi millet zeminini oluşturursa, İslâm'a yüklenen anlamlar ziyâdesiyle benzer bir şekil kazanacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam bir temel kurması konusunda elinde bulundurduğu bir şans da; Türkler'in inandıkları dîni, kendileri için millî din hâline getirmiş olmalarıdır. İslâm dînine geçiş, örneğin Pers medeniyetinin dağılmasına yol açarken, Türkler'i daha da birleştirmiştir ve İslâm'ı kabûl edip de târih sahasından silinen bir Türk devleti yoktur. Oysa Bulgarlar, köken itibariyle Türk oldukları hâlde, dinlerini değiştirdikten sonra Türklüklerini de kaybetmişlerdir. Öyleyse millî bir bilince ulaşmak yolunda, Türkler'in İslâm ve Türklük arasında tercih yapmak gibi bir duruma sürüklenmelerine gerek yoktur. Bu bağlamda Türkçülük ve Türk milliyetçiliği, İslâmiyet'e ve ümmetçilik anlayışına ters düşmediği gibi, bunları kendisine şiar edinir; ancak kendi hususiyetlerine karşı da körleşmez. İslâm Türklüğe, Türklük de İslâm'a çok katkıda bulunmuştur ve ikisi de, Fırat ve Dicle gibi kardeş nehirlerdir. Sonunda aynı vücutta kavuşurlar.

Derkenar: Fikr – i kavmiyeti tel'in ediyor Peygamber mısraı, millî şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy'a aittir; ancak merhum Ersoy'un şu mısrâlarla bezediği bir başka şiiri daha vardır: Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyâya milliyet nedir öğretmişiz! Şu hâlde, Mehmet Âkif'in, 'kavmiyet' ve 'milliyet' kelimeleri arasında fark gözettiği bilinmelidir.



[1] Prof. Dr. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, 2007 İstanbul, s. 94.

[2] Aylık Târih, İlim ve Kültür Dergisi Yedikıta, Medine Müdafaası ve Fahreddin Paşa, Ahmet Temiz, sayı 8 – Nisan 2009.