×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116

 Bu sayfayı yazdır

‘AK’ Devrim

Yazan  28 Mart 2009
Atılgan ULUTAŞ -Târihin bu zamana kadar gördüğü en büyük yıkımlardan olan 2. Dünyâ Savaşı sona erdiğinde, bu felâketin sorumluluğu, demokratik olmayan yönetimlere yüklenmişti.

Savaşın gâliplerinden Sovyet Rusya'nın ne kadar demokratik bir yönetime sahip olduğu tartışmaya açıksa da; gâlibiyet hâlesini başlarının üzerinde gezdiren müttefikler, demokrasi kavramını bundan böyle bir yaptırım aracı olarak kullanabileceklerini tüm dünyâya îlân ediyorlardı. Savaş sırasında çetin bir denge siyâseti izleyen İsmet İnönü, savaştan sonra Sovyet Rusya'nın Saldırmazlık Antlaşması'nı tek taraflı olarak bozmasından endişe duyup artık Batı medeniyetini tek başına temsil etmeye başlayan A.B.D.'ye daha da yaklaşmayı öncelikli hedefi hâline getirdi. Bunun için de, Türkiye'nin, A.B.D.'nin koruyuculuğunu (!) üstlendiği değerlere sahip çıkıyormuş gibi görünmesi gerekmekteydi. Hem dış ülkelerde diktatörlük olarak algılanabilecek Millî Şef unvânını üzerinden atmak hem de demokratik bir ülkenin başı olarak görünebilmek için Demokrat Parti'nin kurulmasına önayak oldu. Tıpkı Osmanlı Devleti'nin kağşama sürecine girdikten sonra yürürlüğe koyduğu anayasal belgelerle tek amacının Avrupalılar tarafından Avrupalı bir devlet olarak görülmek olması gibi; İnönü de, aynı şekilde Batılılar'ın ve özellikle de A.B.D.'nin Türkiye'yi bir Avrupalı olarak görmesini arzu ediyordu. Bunu, Stalin'in savaş tehditlerinden korunmanın en iyi yöntemi olarak görüyordu. Bir ara başarılı şekilde uyguladığı denge siyâsetini artık bir tarafa bırakmıştı. Kısacası Demokrat Parti, o zamanın deyimiyle bir muvâzaa (danışıklı dövüş) partisi olarak kurulmuştu. İsmindeki demokrat kelimesi bile, çağın getirdiği ve başat güçler tarafından belirlenen yeni anlayışa işâret etmekteydi.[1]

Demokrat Parti, bu iddiayı hiçbir zaman kabûl etmedi ve bunun aksini ispatlamak için hırçınca bir muhalefete geçti. İsmet İnönü'nün, Demokrat Parti'nin lehine olacak şekilde yürürlüğe geçirdiği yeni seçim kânununun nîmetleriyle ezici bir sayıyla meclise giren Demokrat Parti, muvâzaa partisi iddialarını boşa çıkartmak için bir sâbık devir yaratma telâşına düştü. Örneğin Adnan Menderes'in ilk defa okuduğu hükümet proğramında Atatürk'ün adı bir kez dahî geçmemişti[2]. Ünlü edebiyatçımız Yakup Kadri'nin aktardığına göre, yine Menderes'in şöyle bir konuşması olmuştu: "İstiklâl Savaşı diyorsunuz. Pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasında Mustafa Kemâl'in yerleşme ihtirâsı…"[3] Yine aynı hükümet proğramının okunması esnasında Menderes şu açıklamalarda bulunmuştu: "14 Mayıs seçimleriyle memlekette, şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette mühim bir inkılâbın, en büyük merhâlesi aşılmıştır."[4] Demokrat Parti Reisi Adnan Menderes, iktidara geldiği 14 Mayıs seçimlerini, şimdiye kadar yapılanlarla ölçülemeyecek ehemmiyette bir inkılâp olduğunu söylerken; bir yandan Atatürk'ün başını çektiği Türk İnkılâbı'nı reddediyor, bir yandan da şimdiki durumu silâhsız bir devrime benzetip adına "Ak devrim" diyordu. Esasen Türk İnkılâbı, dünya çapında etkiler yaratan diğer inkılâplarla kıyaslandığında en az aşırıya kaçan inkılâptı ve Atatürk, bir inkılâp yönetiminin tüm gereklerini yerine getirirken, bir yandan da, aradan bir asra yakın süre geçmesine rağmen hâlâ kullandığımız demokratik kurumların açılışını kendi elleriyle sağlıyordu. Hiçbir gerekçe, iki dünyâ savaşı arasına denk düşme tâlihsizliğini yaşayan Atatürk devri uygulamalarının Türk Milleti'nde haklı olarak uyandırdığı ve asla uzun sürmeyen ruhî tepkileri bahane edip bu devirle olan tüm târihî bağları koparmayı ve hattâ bunu bir siyâset aracı hâline getirmeyi haklı kılamazdı. Adnan Menderes, kimi yanlışlara imzâ atan ve Atatürk devrinin kimi uygulamalarını, savaşın da etkisiyle, aşırıya kaçıran İnönü vesilesiyle, Atatürk'ü de hedefe koyuyordu. Menderes'in, adına 'Ak' dediği devrim, aslında kökü İnönü devrine kadar uzanan 'Karşı devrim'di.

Türkiye yıllar sonra 'AK' sözcüğüne, AKP iktidârıyla çok âşikâr olacaktı. Yıllar sonra bile hakkında çok şey yazılıp çizilecek olan bu parti, buhranlı bir zamanda halkın son çâre olarak sarılacağı bir tomruk gibi ortaya çıktı. Cumhuriyet târihinde, başbakan adayı kesin olmamasına rağmen iktidar olan ilk partiydi. Bu bile, AKP'nin büyük bir sayıyla iktidara geleceğinin ve bir müddet bu mevkide kalacağının çok önceden bilindiğini gösteriyordu. Böyle bir partiye verilecek ismin, kurucularının ideolojisini yansıtması beklenir. Bu durum kimi örgütlerin, gizli olsalar bile, isimlerinin basın – yayında ve kendi istedikleri şekilde geçmesinden hoşnut olmaları gibi psikolojik bir durumdur. Ya da seri kâtillerin, polislerin eline geçmemek için uğraşmalarına rağmen, öldürdükleri kurbanların üzerine, kendilerinden bir mesaj bırakmaları gibi… Târihte bir iz bırakmadan silinip gitmek duygusunun verdiği kaygıyla, kimi gizli istihbarat görevlilerinin kitap yazması da buna örnek olarak düşünülebilir. Simge ve mahlaslar, onları kullananların inançlarını özetleyeceği için, bu unsurların içerisine kendilerinden bir şeyler eklemek, engellenmesi zor olan psikolojik bir durumdur.

Bilindiği gibi, AKP'nin açılımı 'Adâlet ve Kalkınma' Partisi olmasına rağmen, Adâlet ve Kalkınma kelimelerine, parti kurucuları tarafından bile neredeyse hiç atıfta bulunulmamaktadır. Buna rağmen, Tayyip Erdoğan ve kurmayları, sık sık sâbık devir olarak gördükleri geçmişi hor görme peşindedirler ve tüm cumhuriyet târihi içerisinde en sevdikleri dönemler muhtemelen Turgut Özal ve özellikle de Adnan Menderes dönemleridir. Basın – yayına yansıyan demeçlerinin satır araları incelendiğinde; Başbakanın, partisini Adnan Menderes'in partisinin halefi olarak gördüğü ortaya çıkar. Meseleye bu yönden bakınca, AKP'nin kısaltması olan 'AK' sözcüğü daha mânidar bir hâle gelmektedir. Nasıl ki Adnan Menderes, iktidara gelme başarısını, o zamana kadar yapılan inkılâpların en büyüğü olarak görüp adına Ak Devrim dediyse; AKP'nin de, kendi isminde buna bir gönderme yaptığı olasılığı yüksektir. Demokrat Parti zamanında gerçekleşen ve "Bir avuç kan verdik ama, büyük devletler arasına katıldık"[5] sözüyle açıklanan NATO üyeliği, AKP'nin Avrupa Birliği için vermeye hazır olduğu tâvizlere benzemektedir. Her fırsatta millet irâdesine vurgu yapması; gayet yerinde ve anlamlı olan bu sözü, Demokrat Parti'nin aslında kendi meşruiyetini abartılı bir biçimde perçinlemek adına kullanmasına benzemektedir. Menderes'in de Orta Doğu'nun liderliğine soyunması, aşırı dış borçlanma ve yandaş medya kavramının ortaya çıkması gibi benzerliklerin yanı sıra, Demokrat Parti'nin kurduğu Tahkikat Komisyonu ile AKP'nin yönettiği Ergenekon Operasyonları arasındaki benzerlikler, şu anda iktidarda bulunan partinin isminin nereden geldiğine dâir fikirleri daha belli bir mecrâya oturtabilmektedir. 'Adâlet' ve 'Kalkınma' kelimeleri ise, böyle bir partinin ismi olamayacak kadar sönük ve ilişkisizdirler.



[1] Prof. Dr. Çetin Yetkin, Karşıdevrim 1945 – 1950, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa – i Hukuk Yayınları, Eylül 2006.

[2] Şevket Süreyya Aydemir, Menderes'in Dramı?, Remzi Kitabevi, İstanbul 1976, s. 215.

[3] Şevket Süreyya… s. 228.

[4] Şevket Süreyya… s. 214.

[5] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam 3. Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 318.