< < Ağrı İsyanları ve Genç Cumhuriyetin Askerî – Siyâsî – Ruhî Başarıları
×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116



Ağrı İsyanları ve Genç Cumhuriyetin Askerî – Siyâsî – Ruhî Başarıları

Yazan  06 Temmuz 2009
Atılgan Ulutaş-Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, yaşam alanını ve mâlî ilkelerini belirleyen Lozan Barış Konferansı’na katılacak olan Türk heyeti bu konferans için yola koyulmadan önce, bakanlar kurulu tarafından 3 sayfa hâlinde ve 14 maddelik

Bu tâlimatın ilk 7 maddesi sınırlarla, bunu izleyen 5 maddesi de yeni devletin düzeniyle ilgili savunulacak görüşlerin bir özetidir. 14 maddenin 12 tanesini bu konuların oluşturması göstermektedir ki, Lozan'ın amacı sınırları çizmek ve içeride bağımsız bir devlet kurmaktır (Şimşir, 1994).

1. Dünyâ Savaşı'ndan yenik çıkan Türk – Osmanlı Devleti'nin "İslâm – Doğu Medeniyeti"ni tek başına temsil ettiği düşünülürse, Lozan, aynı zamanda bir Doğu – Batı hesaplaşması şeklinde vücut bulmuştur. Ancak bu antlaşma, tarafların birbirlerine kesin bir üstünlük sağlamaları yerine, bir "uzlaşma"ya varmaları şeklinde sonuçlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, hayâtî öneme sahip olarak addettiği konularda istediğini büyük ölçüde almış ve diğer sorunları da uluslararası şartların alacağı şekle göre çözümlenmek üzere ileri bir târihe ertelemiştir. Türkiye'nin bir an önce iç meselelerine ve reformlara yönelmek istemesi de bunda önemli rol oynamıştır.

Avrupa devletlerinin yeni bir savaşı göze alamayacak kadar iç meseleleriyle meşgul oldukları düşüncesi, savaşı yasaklayan antlaşmalara (Dawes Planı, Locarno Antlaşması, Kellogg – Briand Paktı) (Sander, 2007) ve Milletler Cemiyeti'ne karşı gösterilen abartılmış güven ve silâhsızlanma konferanslarının başarılı olacağına dâir kurulan ham hayâller, Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan'da sağlanan uzlaşmanın bir parçası olmasını sağlamıştır; ancak uluslararası câmiâda yaşanan gelişmeler, bu önlemlerin geçersizliğini gösterdiği gibi, Türkiye'yi de, güvenliği konusunda çevresindeki ülkelerle ikili antlaşmalar yapmaya yöneltmiştir.

SSCB, İran, Afganistan, Yunanistan (diğer Balkan ülkeleriyle birlikte), Suriye gibi ülkelerle ikili antlaşmalar yapan Türkiye'nin, bu antlaşmaların hemen hepsine eklediği şaşmaz madde, küçük kelime farklılıkları olmak üzere, şudur: "Bağıtlı taraflar, kendi ülkeleri içinde diğer bağıtlı tarafın kamu güvenliği ve düzenini bozmak veya hükümetini devirmek amacını güden kuruluş ve örgütlerin oluşturulmasını veya yerleşmesini (…) kabûl etmemeyi yükümlenirler" (Akdevelioğlu – Kürkçüoğlu, 2002).

Türkiye Cumhuriyeti, antlaşmaların hemen hepsine koyduğu bu maddeyle, çevresinde bulunan ülkelerden gelebilecek olası tehditlerin hâlâ var olduğunu îmâ etmekle birlikte, bu sâyede devletin yeni düzenini güvenlik altına almayı amaçlamıştır. Unutulmamalıdır ki, o sıralarda, karşılarında birkaç sene önce Kurtuluş Savaşı verdiğimiz İngiltere ve Fransa da, mandater ülke sıfatıyla Türkiye'nin komşularıdırlar. Ancak 22 Nisan 1926 yılında İran'la Tahran'da imza edilen Dostluk ve Güvenlik Antlaşması'nda ve 8 Temmuz 1937'de yine Tahran'da imza edilen Sâdâbad Paktı'nda yer alan yukarıdaki aynı madde, daha büyük anlam ve önem taşımaktadır. Zîra bu antlaşmalara ilk sıralarda eklenen bu madde, doğrudan genç cumhuriyetin ulusal güvenliğine tehdit oluşturan bir tehlikeye önlem olarak konulmuştur: "Ulus – devlet" karşıtı ayaklanmalar (Kürtçülük) ve bölücülük.

Cumhuriyetin îlân edildiği 1923 yılından 2. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar geçen süre içerisinde Türkiye'nin en önemli sorunu, Doğu vilâyetlerinde ortaya çıkan Kürtçü – bölücü isyanlar olmuştur. Öyle ki, Atatürk hayata gözlerini kaparken, doğuda hâlâ silâhlar patlamaktaydı.

Kendilerine karşı yönelebilecek bir Ermeni tehdidinin ortadan kalkması ve güya hilâfetin de kaldırılmasıyla devletle olan bağlarının gevşediğini öne süren Kürt önderleri, Türk Devrimi'nin iki dünyâ savaşı arasındaki imkânsızlıklarla dolu döneme denk gelen ve bir ölüm – kalım meselesi haline gelmiş inkılâplarına karşı büyük tehdit oluşturmuşlardır. Nasıl ki dünyânın "ulus – devlet" yapılanmasına geçişinde, bu sistemin, ülkelerin ekonomi hesaplamalarına en uygun düşen sistem olduğunun farkına varmaları bir şekilde etkili olduysa; Türk Devrimi'nin gerektirdiği inkılâpların uygulanması için de en uygun sistem "ulus – devlet" idi. Bu sistem aynı zamanda muâsır medeniyetin yakalanması ve târihteki hiçbir devrimin kabul etmediği "çift başlılığı" önlemek için de en uygun ve geçerli düzenekti. Tüm bu sebeplerle Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünyâ Savaşı başlamadan önce, aslında kazanımlarını korumak isteyen statükocu devletler safında yer alsa da; bölücü, işbirlikçi ve irticâcı (hem dinî hem de 'yeni'ye tehdit oluşturan anlamında) Kürtçülüğe karşı mücâdele etmek için, bu statükocu tavırlarından vazgeçmeyi dahî göze almıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından sadece iki sene sonra patlayan ve Kürt önderlerinin çıkardığı Şeyh Sait isyânı bastırıldıktan sonra, bu isyânın artçı patlamaları 1938'e kadar sürdü. Şeyh Sait isyânı, patlak verdiği dönemin yetkililerinin öne sürdüğü gibi, din ağırlıklı bir isyan değil, Kürt milliyetçiliğini şiar edinen bir ayaklanmaydı. Din, bir burjuva ideolojisi olan milliyetçiliğin, henüz derebeylik düzeninden kurtulamayan Kürt halkına karşı kendisini takdim ettiği bir araçtı. Zîra bu isyanın yargılandığı mahkemenin duruşmaları sırasında, mahkeme başkanı da isyânın amacının "Kürt bağımsızlığı" olduğunu söylemiştir (Oran, 1999). Bu durum, tehlikenin derinliğini ifâde etmesi bakımından önemlidir.

Kürt önderlerinin başını çektiği bu isyan bastırılınca, aynı önderler bu kez de Ağrı İsyanları'nı desteklemişlerdir ve genç Türkiye Cumhuriyeti'nin bu isyanlar zincirine karşı aldığı önlemler, günümüz Türkiye'sine, teröre karşı verdiği mücâdelede örnek olacak türdendir.

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan îtibaren Batıcı inkılâpları kendi zeminiyle mütenâsip bir şekilde uygulamaya koysa da, üç İslâm ülkesiyle ortak bir sınıra sâhip olması dolayısıyla, doğu ülkelerine yüz çevirmemiş ve onlarla da aralarındaki sorunları (özellikle de sınır sorunlarını) kesin surette çözmek için çaba harcamıştır. Bu ülkeler içerisinde, 1919 yılında geçici süreliğine de olsa bağımsızlığını kazanan İran ayrı bir öneme sahip olmuştur. Çünkü İran'ın başındaki Rıza Han'ın, kendi ülkesinde uygulamaya çalıştığı reformlarda Kemalist devrimi örnek alıyor olması, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası câmiâda elini güçlendireceği ve ona daha fazla meşruiyet sağlayacağı gibi, Osmanlı – İran savaşlarının hâtıralarının silinmesi de, güvenlik açısından büyük öneme sahipti. İran üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen SSCB'ye karşı önlem alınmak istenmesi de, bunda etkili olmuş olmalıdır. Ancak İran'la sürdürülmek istenen ilişkilerin önündeki en büyük engel sınır sorunuydu. Her ne kadar İran'la olan sınırımız en eski târihli sınır olma özelliğini taşıyorsa da; bu sınır üzerinden Kürt isyanlarına destek veren aşiretlerin yaptıkları kaçma, kaçakçılık ve ihlâller, iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkiliyordu.

Kürt aşiretler, Osmanlı'nın onları Ermeniler'e karşı bir denge unsuru olarak kullanmak istemesinden gelen serbestliklerini, ulus – devlet yapılanması içerisinde sürdüremeyeceklerini idrak edemiyorlar ve göreli serbestliklerinin sınırlandırılmasına dâir her adıma tepki gösteriyorlardı. Bu durumlar karşısında zor kullanmak gereğine düşen kolluk kuvvetleri, aşiretlerin olağanüstü durumlarda İran'a kaçmaları dolayısıyla kesin sonuç alamıyordu. Üstüne üstlük bu çatışmalar sınırın diğer tarafında da devam ediyor ve bu sınır ihlâlleri, iki ülkenin taraflarını tehlikeli bir biçimde karşı karşıya getiriyordu. İşte ülke güvenliğini o an için çok büyük sıkıntıya uğratan bu durum, İran'la bir Dostluk ve Güvenlik Antlaşması yapılmasıyla bertaraf edilmeye çalışıldı. Antlaşmanın 6. maddesi, antlaşmanın öncelikli amacını vurguluyordu: "Bağıtlı taraflar (…) sınıra yakın kesimlerde bulunan aşiretlerin iki ülkenin güvenliğini bozucu şekilde yaratageldikleri suç niteliğindeki eylem ve hazırlıklara son vermek için gerekli tüm önlemleri alacaklardır (…)" (Akdevelioğlu – Kürkçüoğlu, 2002). Cumhuriyetin başlıca iç sorun olarak uğraşmak zorunda kaldığı Kürt isyanları, zamanın gereklerine ayak uyduramayan ve tüm bir ülke için zararlı hâle gelen aşiretlerin "tepki"lerini de içerdiği gibi, Kürt isyanları, aşiretlerin bu yapısından ayrı düşünülemez.

Günümüzde Kuzey Irak'la, PKK teröristlerini kapsayacak bu tarz bir mutâbakata varmanın örneğini teşkil edebilecek nitelikteki bu antlaşma, İran'ın gereken sert yaptırımları uygulamaması yüzünden yetersiz kaldı. 1923'te sınır çatışmalarıyla somutlaşan, daha sonradan Simko Ağa ve Şeyh Sait isyanlarıyla önemi artan, Ağrı isyanlarıyla iyiden iyiye bir buhrana dönüşen sınır güvenliği, ivedi bir çözüm yolu gerektirecek şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nin önünde duruyordu. Şeyh Sait isyânına katılanların bir kısmı, kolluk kuvvetlerinden kaçarak Ağrı Dağı'na sığınmışlar ve burada yeniden örgütlenmişlerdi. Çatışmalar burada da devam etmiş ve isyancılar her zor durumda kaldıklarında İran sınırları içerisindeki Küçük Ağrı'ya geçerek canlarını kurtarmışlar, yeniden toparlanmak için de zaman kazanmışlardı. Birinci ve ikinci Ağrı isyanları, isyancıların bu yöntemleri nedeniyle sonuç alınamadan sona ermişti. Lübnan'da kurulan Kürtçü "Hoybun" cemiyetinin de Ağrı dağındaki kamplara katılmaları üzerine daha da güçlenen isyancılar, 1930'da üçüncü Ağrı isyanını başlattılar ve Türkiye cumhuriyeti bu sefer "kesin çözüm" için harekete geçti.

Kürtçü isyancıların, Ağrı Dağı tümüyle Türkler'in hâkimiyetine geçmeden yakalanamayacakları fikrine varmalarıyla, Türk hükümeti, bölgeyi (Küçük Ağrı) işgâl etmeye karar verdi. Kürtçülere karşı mücâdele veren Türk ordusu, harekâtını bu sefer İran içlerine kaydırdı ve Küçük Ağrı dağı tamamiyle kuşatıldı. Böylece İran'a gerisin geri kaçamayan isyancılar, kısa süre içinde yenildiler.

Türk ordusunun eylemi, "düşük yoğunluklu savaş" (DYS) kavramına uyan bir mâhiyet kazandı. Ordunun fiilen işgâl altına aldığı ve isyancıların "cephe gerisi" olarak düşündükleri alan temizlenmiş oldu. Ancak bundan sonraki girişimler, tamamen Türk hükümeti elinde toplandı ve Türkiye'nin hakkını savunmak için bir dizi siyâsî girişimler gerçekleştirildi.

Öncelikle, ılımlı tutumuyla bilinen Tahran Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal geri çağrılıp yerine dış siyâsetteki sert tavrıyla bilinen Hüsrev Gerede atandı. Gerede'yi göreve atayan İsmet İnönü, onun Tahran'da üstleneceği sorumluluğu şu sözlerle özetledi: "Senin durumun tıpkı, filolarını Çanakkale'ye dayayarak sefâret tercümanlarını Babıâli'ye gönderen ve sadrazama arzularını dikte ettiren Batılı devletlerin sefirlerine benzemektedir. Arkanda seferber olunmuş bir ordu bulunmaktadır" (Şimşir, 1996). İsmet İnönü, son cümlesiyle düşük yoğunluklu savaşın gerekliliklerinden birini ifade etmiş olmakla birlikte, genç cumhuriyetin kendine olan güvenini de göstermiş olmaktadır.

Hüsrev Gerede, Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili bu konudaki sert ve kararlı tutumunu İran'da müdâfâ etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın da Tahran'a gelmesiyle birlikte, İran söz konusu değişikliği kabul etti. Bu değişiklik, Türkiye'nin Küçük Ağrı bölgesini (yâni Ağrı Dağı'nın tümünü) sınırlarına katmasına karşılık, Van'ın Kotur bölgesinden verimli, ancak stratejik önemi bulunmayan bir toprak parçasının İran'a verilmesiydi. Böylelikle, 10 yıldan uzun bir süre Türkiye'nin başını ağrıtan sınır – güvenlik sorunu, 27 Mayıs 1937 târihli bir antlaşmayla kesin çözüme bağlandı. Ayrıca bu çözüm, İran'la olan ilişkilerin kötülemesine de vesile olmayıp yeni dostluk ve ticâret antlaşmalarının yapılmasını da beraberinde getirdi. Öyle ki, bu değişiklikten sonra, Türkiye – İran ilişkileri, daha olumlu bir havada gelişti ve Sâdâbad Paktı'na giden yolu açtı. Sâdâbad Paktı da, esas îtibâriyle, yine Türkiye'nin güvenliğini tehdit edecek bölücü ve etnikçi kimi girişimlerin engellenmesi amacının ağırlık kazanarak imzalandığı bir antlaşma oldu. Bu paktın temel nedeni olan Kürt aşiretleri sorunu, paktın 7. maddesinde şu şekilde çözüme kavuşturuluyordu: "Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir" (Akdevelioğlu – Kürkçüoğlu, 2002).

Türk ordusu üzerine düşen vazifeyi yaptıktan, Türk hükümeti de gerekli kararları alıp uyguladıktan sonra, sıra propaganda (yaymaca) faaliyetlerindeydi. Bu faaliyetler, çok yönlü olarak uygulanmıştır. Tahran'da Hüsrev Gerede'nin yayına giden Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü'ye, Atatürk tarafından "Aras" soyadı verilmesi bunlardan yalnızca biridir. Aras Nehri'nden gelen bu soyadı, bu nehrin sınırda bulunmasından dolayı ve Tevfik Rüştü'nün de, her seferinde daha fazla bağımsızlık ve güvenlik vurgusu yapmak zorunda olan genç cumhuriyet için çok önemli olan bu uluslararası atılımda gösterdiği başarı neticesinde kendisine lâyık görülmüştür. Bu durum, Türkiye'nin güvenlik konusuna verdiği önemi dolaylı yollardan açığa çıkarır. Nasıl ki, bir ülkede doğan bebeklere, o ülkenin târihinde şanlı bir yeri olan savaşçı kahramanların isimleri verilirse, genç cumhuriyetin bu uluslararası kazanımı da hâfızalarda dâimî kılınmak istenmiş olmalıdır. Atatürk'ün, Sancak'ın (Hatay) Türkiye sınırlarına katılması çalışmalarını sürdürdüğü sıralarda, bu vilâyete "Hatay" ismini vermesi de, aynı amaca hizmet eden psikolojik bir tedbirdir. Hatay ismi, Güneş Dil Teorisi'nin en gözde olduğu dönemde, Eti – Ata – Hata – Hatay kelimeleri üzerinde yapılan çalışmalarla ortaya çıkmıştı ve bununla Hititler'in Türklüğü hususundaki iddialar güçlendirilmeye çalışılırken, Hatay'ın da Türklüğü kesinleştiriliyordu (Melek Fırat – Ömer Kürkçüoğlu, 2002). Küçük Ağrı bölgesinin, karşılığında küçük bir ferâgatta bulunarak, ordu – siyâset elbirliğiyle Türk topraklarına katılması, sonradan Hatay konusunda gösterilen kararlılığa ilham vermiş olmalıdır.

Sınır konusundaki tartışmaların yoğun olduğu bir dönemde, Tahran büyükelçiliğine, Memduh Şevket Esendal'dan (Ayaş ve Kiracıları'nın yazarı) daha sert tavırlı olan Hüseyin Gerede'nin getirilmesi ve ona, yukarıda bahsedilen tâlimâtın verilmesi de, Türkiye'nin konuya verdiği ehemmiyetin bir timsâlidir. Yeni düzenin zeminini oturtacak içteki çalışmalara ağırlık verildiği ve bazı Avrupa ülkelerinin hala Ankara'ya elçilik açmayı kabul etmedikleri bir dönemde (Karaosmanoğlu, 2008), Türkiye, çokça yankı bulacak bu tür bir eylemi başarıyla tamamlamıştır. Bu dönem aynı zamanda, SSCB'nin, İran'ı da kapsayan kimi ticâret yolları hususundaki endişelerle, Kürt aşiretlerini isyâna tahrik ettiği söylentilerinin yaygınlık kazandığı bir dönemdir ve Türkiye'nin dostluğuna çok önem verdiği bu ülkenin olayda koyabileceği çekince geri plânda bırakılmıştır.

Dönemin basın – yayınının, Ağrı İsyanları'na karşı takındığı tavır da, hükümetin görüşlerinden farklılık göstermiyordu. Ağrı İsyânı'nın bastırılmasıyla ilgili o târihteki Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan bir manşet "Şakiler (haydutlar) ihâta ediliyor (kuşatılıyor)! Alınan tedâbir (tedbir) tam ve mükemmeldir. İran hudut âmirleri eşkıyaya her türlü yardımı göstermekte devam ediyorlar" (Türk Dış Politikası, Ed: B. Oran) şeklindeydi. Bu manşet, İran hududunun yanı başında, süngüsünün ucuna Kürt bir eşkiyâyı geçiren Türk askerinin vakur bakışlı resmiyle süsleniyordu. Gazete başlıklarında çıkacak olan haberlerin çoğu zaman terör eylemlerine yön verecek nitelikte olduğu, basın – yayının "terör örgütünün oksijeni" (Özdağ, 2008) durumunda bulunduğu günümüzden bakınca, bu tür neşriyatların önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Türkiye'nin kendi güvenliği için takındığı bu çok yönlü kararlı tutum, kendisini daha çok "siyâset"in ön plâna çıkarılmasıyla gösterir. Görüldüğü gibi, ordu ancak siyâsetin bir uzvu olarak kullanılmış ve asıl görüşmeler, bakanlıklar nezdinde gerçekleştirilmiştir. İsmet İnönü, Hüsrev Gerede'ye "Arkanda seferber olunmuş bir ordu bulunmaktadır" diyerek siyâsî kişiliklerin çabalarına, askerin çabalarından daha çok önem verildiğini göstermiştir. Türk ordusunun 1990'larda PKK terörünün "cephe gerisi" olarak gördüğü Kuzey Irak'ı da kapsayacak şekilde gerçekleştirdikleri operasyonlar, bu operasyonların ardından gelecek siyâsî erkin bulunmaması yüzünden devamlılık sağlayamamış ve bugünkü vahim duruma gelinmiştir (Özdağ, 2008). Türkiye Cumhuriyeti'nin, henüz yeni kurulmuş bir yapılanmanın ilk evrelerindeyken ve uluslararası câmiânın ağır topları tarafından hâlâ hazmedilememişken dahî, böyle kararlı bir tutum izleyebilmesi; 2009 yılında gündem yaratmaya devam eden "Kuzey Irak'a müdaha"e" ve "Musul – Kerkük" meselelerinde bize yol gösterici olmalıdır. Her zeminin ve zamanın kendine özgü şartları olduğu gerçeği bir yana, sınır ihlâllerine göz yumulduğu ve mütemâdiyen şehit verdiğimiz bu dönemde, genç cumhuriyetin temsilcilerinin ilkeli tavır ve davranışları hiç olmazsa göz önüne getirilmelidir. Şu anda Kuzey Irak'ta hâkim konumda bulunanların A.B.D.'nin iz düşümünü oluşturmaları, Türkiye'nin Hatay'ı, aslında Suriye yerine, dünyâ hâlâ etkinlik gösterebilen Fransa'dan ve yine zor şartlar eşliğinde aldığı gerçeğinin yanında geçerli bir bahane oluşturmamaktadır. Diğer taraftan Türkiye, İran'la olan sınırını kendi lehine değiştirmeyi, İran'ın başında bulunan Rıza Han'la ilişkilerin çok iyi olduğu bir dönemde gündeme getirmiştir ve bu durum, şâhın, Atatürk'ün ölümü üzerine sarayında bir ay yas îlân etmesine engel olmamıştır. Değiş tokuş edilen toprak parçalarının küçüklüğü/büyüklüğü, hangisinin daha verimli olduğu/olmadığı ise, Türkiye'nin kazanımı olan güvenlik, bekâ, îtibar ve can kazanımları yanında tartışma konusu dahî olamaz.

PKK teröristlerinin "güvenli bölge"si olan Kuzey Irak'ın bu "güvenli" konumu devam ettiği, "Bize hedef gösterin" diyen Türk ordusunun arkasında, fedâkârca yapılan mücâdele bayrağını teslim alacak kararlı bir hükümet bulunmadığı ve bir aydınımızın tâbiriyle "Türkiye'de basın Türk değildir" (Attilâ İlhan) ilkesi geçerli olduğu müddetçe; Türk Milleti'nin topyekûn verdiği savaş nihâyete eremeyeceği gibi, cumhuriyetin kuruluş felsefesine ve ruhuna sadıkâne davranılmamış olacaktır.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display