Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği
 Bu sayfayı yazdır

Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği

Yazan  15 Mayıs 2015
“Aman Türkiye Kurtar Bizi Tahran Fillerinden”: Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği

İran’ın artan kapasite, aktivite, güç, etki ve prestijinden tedirgin olan ve ABD’den de istediği desteği bulamayan Riyad’ın Türkiye’ye yanaşması Ankara için bazı avantaj, fırsat, zorluk ve riskler yaratmaktadır. Bu yazıda Türkiye-Suudi Arabistan-İran üçgenindeki rekabet ve işbirliği imkanlarını Suriye’deki son askeri gelişmelerin neden, boyut ve muhtemel sonuçları ile beraber tartışmaya çalışacağız.

Bu ifade aslında gerekli gereksiz çok kullanılır ama belki bu sefer değil: Orta Doğu’da dengeler ve daha düşük ihtimal olmakla beraber belki de düzen gerçekten değişiyor olabilir. 1) ABD ile İran arasındaki hasımlık ilişkisinin renginin değişmesi ihtimalinin belirmesi, 2) muhafazakar Arap rejimlerinin İran’a karşı ABD’ye ne kadar bel bağlayabilecekleri konusunda belki temelsiz ve abartılı derecede ama samimi bir şekilde şüpheye düşmeleri, 3) İran’a karşı Sünni bloğun genişlemesi ve belki de güçlenmesi, 4) İsrail ile Suudiler arasındaki zımni taktik ittifakın giderek daha aleni ve derin hale gelmesi, 5) İsrail-ABD ilişkilerindeki önemli gerginlik, 6) Çin’in bölgeye giderek daha fazla yaklaşması ve son haftalarda bu listeye eklenen 7) Suriye’deki rejim aleyhine askeri gelişmeler bazı yeni dengelere yol açabilir. 8) Suudi Arabistan’daki lider ve beraberinde gelen tarz değişikliği de bu listeye eklenebilir. Bölgede etkinliği ciddi boyutlara ulaşan devlet 9) dışı aktörler, 10) düşük seyreden petrol fiyatları, 11) giderek derinleşen olumsuz siyasi, ekonomik ve demografik trendler de patlayıcı bir karışım yaratmaktadır. Ama bütün bunları saydıktan sonra ters açıdan bakarak şu da pekala iddia edilebilir: “Abartmayın, bunların hiçbiri o kadar büyük, önemli, yeni, net, kesin, kalıcı veya geri çevrilemez değil. ‘Korkmayın’, ABD buradan öyle kolay kolay çekilemez, Araplar onu bırakıp da başa birine sığınamaz, Tahran’la Washington’un kanka olmayı geçtim nükleer anlaşmaya varacakları bile daha tam belli değil ve ABD İsrail ile arayı falan bozamaz. Çocuk oyuncağı mı on yıllardır pek değişmeden süregelen bir düzeni öyle değiştirmek? Bölgede temel mobilya ve zihniyetlerin uzun süredir değişmemesi tesadüf değildi. ‘Burada’ temel şeyler pek değişmez. Hem niye değişsinler ki? Merak etmeyin yakında her şey yine mevsim normallerine ya da ona yakın bir şeye döner. Hem zaten düşündüğünüz kadar sapma olmuş da değil.”

SURİYE: “Yalancı Şafak,” “Tavadaki Alev” ya da Devran Dönüyor mu?

Suriye’de askeri denge değişiyor mu? Neden ve ne kadar? Bunun sonuçları ne olabilir? Suriye rejimini destekleyen gruplarda yorgunluk, bıkkınlık, asker sıkıntısı, umutsuzluk, fikir ayrılığı ve birbirini suçlama işaretleri görülmeye başlandı. Askeri kaynakları Alevilerin çoğunlukta olduğu bölgeler dışında heba etmekten kaçınma isteği ve İranlıların müdahalesinin Suriye ordusunda neden olduğu rahatsızlıklar önemli olabilir. Rejime bağlı güçlerin genelde kısa süre direndikten sonra geri çekildikleri doğruysa bu sınırlı sayıda askerle çok cephede savaşmanın yorgunluğunun artık dayanılması güç boyutlara geldiğinin işareti olabilir. Bu yeni gelişme savaşların doğasında olan gelgitlerden biri olabilir ve arkası gelmeyebilir. Ama tersini düşünmek için de nedenler vardır. Sonuçta Nusayriler ve iç müttefikleri sayısal olarak böyle emek yoğun bir mücadeleyi uzun süre götürecek güç ve sayıda olmayabilirler. İran ve Hizbullah da ilelebet rejimi ayakta tutacak istek, kaynak, ihtiyaç ve dayanıklılığa sahip olmayabilirler. IŞİD’in Irak’ta yükselişiyle beraber Iraklı Şii milisler önemli ölçüde kendi ülkelerine gittiler. ABD ile nükleer anlaşmanın eşiğinde olan İran Suriye’de oyunu yükseltmeye istekli olmayabilir. Zaten İranlılar söylendiği gibi gerçekçi ve akıllılarsa Suriye’deki oyunu uzun vadede kazanamayacaklarını görüyor olmalılar. ABD (ve diğer aktörlerle) anlaşmış bir İran için İsrail tehdidi daha az gerçekçi, ivedi ve öncelikli hale gelebilir. Bu da –derecesini tam bilemesek de ve abartmamak gerekse de- Hizbullah ve Suriye’nin Tahran için önemini azaltabilir.

Suriye muhalefetin ülkenin kuzeyinde elde ettiği son askeri başarıların arkasında Ankara'nın Suudiler ile girdiği yeni işbirliğinin etkisini "çıplak gözle" ölçmek kolay değildir. Ama bu iki aktörün Suriye'de çabalarını arttıracakları ve uyumlaştıracakları haberi bile muhalefetin moral, irade, disiplin, koordinasyon ve planlarını etkilemiş olabilir. Suriyeli muhalif gruplar arasındaki işbirliği, koordinasyon, disiplin ve umudun arttığı yönünde işaretler vardır. Eğer olur da rejimin karşı hamleleri boş çıkar ve muhalefet coğrafi kazanımlarını kemikleştirip bunlara yenilerini ekleyebilirse rejimin içinde ve çevresindeki dinamikler, hesaplar ve hamleler değişebilir. Son dönemde üst düzey generaller arasında yaşanan ölümlerin bu kişilerin İran ve Hizbullah’ın artan etkisine tepki göstermeleri kadar güvenilirliliklerine duyulan şüphe sonucu olması da mümkündür. Önümüzdeki dönemde rejim yanlısı milislerde değilse bile orduda büyük kopuşlar yaşanması sürpriz olmayabilir. Rejime bağlı unsurlarda bile savunmayı ailelerinin yaşadıkları yerlerde kurma isteği baş gösterebilir. Suriye ekonomisinin yaşadığı yıkım rejimin ayakta kalması için dış destekçilerin ödemesi gereken bedelin de arttırmaktadır. İran yönetiminin eğer nükleer anlaşma sağlanmaz ve beklenen ekonomik rahatlama sağlanmazsa bu bedeli ödemeye devam etmesi zorlaşabilir. İran’ın içinde de Suriye gibi dış maceraların ekonomik bedeli daha fazla sorgulanmaya başlanabilir.

Suriye’deki son askeri gelişmeler a) şu an bunu söylemek için erkense de, rejimin çöküşünü, b) müzakerelerde ülkeyi coğrafi olarak bölmeye veya gücü merkezde paylaşmaya daha açık hale olmasını, c) kaybeden ata oynamaya devam etmek istemeyen dış destekçilerin Şam’dan desteğini çekmelerini ya da azaltmalarını veya d) tam tersine yardımı arttırıp dinamikleri tersine çevirerek askeri pariteyi sağlamalarını ve böylelikle savaşın uzamasını beraberine getirebilir. Şu anda giderek askeri olarak birkaç yıl öncekine benzer bir duruma gelinse bile daha küçük bir nüfusa dayanan rejimin uzun vadede kondüsyon düşüklüğü göstermesi muhaliflerin pes etmesine göre daha yüksek ihtimaldir. Beşar’ın savaşı kendisinin kazanacağı imajını kaybetme lüksü yoktur. Kitlelerde ve savaşan unsurlarda “günlerinin sayılı olduğu” algısı yerleşmeye başlarsa olaylar hızla aleyhine gelişebilir ve bu sefer kontrolü tekrar ele geçirmesi çok daha zor olur. ABD ültimatomlarının ardında durmadığı, Türkiye-Katar-Suudiler birbirlerine girdiği ve buna karşılık Şam’ın destekçileri Beşar’ın ardında “kaya gibi durdukları” için bu kadar uzun ve kanlı hale gelen askeri mücadelenin tarafların dayandığı demografik unsurlar kıyaslandığında aslında bu kadar uzamaması beklenirdi. İş ilk yıl içinde bitirilebilse hem savaşan gruplar bu kadar radikalleşmez hem de IŞİD gibi gruplar kendilerine şimdiki kadar alan ve “oksijen” bulamazlardı. İşin şimdi normaline doğru dönmeye başladığı düşünsek bile elbette muhalifler için hala birçok şeyin kötü gitme ihtimali vardır. Mesela Irak’taki hava saldırılarından bunalan ve askeri olarak gerileyen IŞİD’in ağırlığını daha fazla Suriye’ye vererek muhaliflere saldırması, muhaliflerin veya destekçilerinin tekrar birbirlerine girmeleri her zaman mümkündür. Nükleer anlaşmanın gerçekleşmesi sonrasında ekonomik olarak rahatlayan İran’ın Şam’a maddi desteğini sürdürmesinden endişe edenler de vardır. Bir yandan IŞİD’le savaşan Kürtlerinse, muhaliflerin askeri başarılarının arkası gelirse bu sefer tarafsız kalmaya devam etmesi daha zor ve hata yapması halinde kaybedeceği şeyler daha çok olabilir. Gerçi aradaki bu zaman zarfında Suriyeli Kürtler derecesini ve kalıcılığını şimdiden söylemek kolay değilse de gösterdikleri yararlılıkla ABD’nin teveccühünü kazanmışlardır. Acaba ABD bu gruba muhalefetin geri kalanıyla uyumlu olmasını telkin eder mi?

ABD ise, girildiği düşünülen ama biran görünüp “tavadaki alev gibi” sonra kayboluveren ve Suriye çölündeki bir serap da olabilecek bu yeni dönemde, a) Şam’ın düşmesinin yaratacağı olumsuzlukları düşünerek panikleyebilir, b) muhaliflere seçici ve sınırlı destek vermeye çalışabilir, c) Nusra gibi gruplara saldırılarını arttırmaya başlayabilir veya d) kazanacak gibi görünürlerse “muhalefete yardım edeyim ki sonra bana borçlu olsunlar” diye düşünebilir. Obama Suriye’de askeri ve sonrasında da siyasi dengeler gerçekten değişirse İran’ın buna hem burada, hem genel olarak bölgede ve belki de özellikle nükleer müzakerelerde nasıl karşılık vereceğini merakla bekleyecektir. Suriye’yi kaybedeceğini düşünmeye başlayan bir İran nükleer müzakerelerde daha zorlu ve hatta belki de uzlaşmaz bir çizgiye gelebilir mi? En azından bazı İranlı stratejik düşünürler “İsrail ve Araplara karşı ön savunma hattımızı kaybedeceksek o zaman, 1) Irak’a çok daha kesin bir şekilde hakim olmalıyız, ve/veya 2) nükleer teknolojiye tamamen hakim olmak için 10 küsur yıl bekleme lüksümüz yok” diye düşünmeye başlayabilirler. 3) Başka bazı İranlılarsa “zaferden zafere” koştuğu için imrenme, endişe ve korkuyla izlenen İran politikasının aslında çok maliyetli, geri tepen ve sürdürülemez olduğu sonucuna vararak daha da zayıflamadan nükleer anlaşmayı müspet bir şekilde nihayetlendirmek gerektiğini savunabilirler. İran’ın muhtemel stratejik tercihleri ile ilgili yapılan değerlendirmelerde adet olduğu üzere elbette bu önemli konuda esas karar verici Hamaney olacaktır. Ama onunda tamamen kendi keyfi veya içgüdüleriyle değil İran sisteminin içindeki oyuncuların telkinlerini de dikkate almak durumunda olduğu hatırlanmalıdır. İran halkında anlaşmanın olacağı, ambargoların ve diğer engellerin kalkacağı ve dünya ile entegrasyonun hızlanacağı ve ekonomik şartlarda ferahlanma yaşanacağı beklentisi bu kadar yükseldikten sonra haklı ve öyle olmayan nedenlerle bundan geri adım atmanın rejimin güvenliğini dahi etkileyebilecek boyutta sonuçları olabilir. Önlerinde ideal olmasa da makul bir anlaşma varken bunu reddetmenin büyük bir hata olduğunu düşünen Ruhani gibi liderler Hamaney’in anlaşmayı engellemesi halinde bu sefer dini lidere açık şekilde bayrak açabilir ve rejimin ana unsurları arasındaki çatlak iyice açılabilir. Öte yandan şunu da hatırlamak gerekir ki anlaşma müzakereler olmazsa bunun kimin sorumluluğu olduğunu tespit etmek aslında muhtemelen tartışmalı olacaktır. ABD’de Cumhuriyetçiler Netanyahu’dan aldıkları gazla anlaşmayı imkansız hale getirebilirler. Başarısızlıktan sorumlu görünen taraf ambargo rejiminin devamı ya da tasfiyesi konusunda istemediği sonuçlarla karşılaşabilir. Rusya, Çin ve hatta Avrupalılar esas müsebbibin ABD olduğunu düşünürlerse ambargoları en azından şimdiki haliyle sürdürmek mümkün olmaz. Sorumlu esas olarak Tahran görülürse de bu sefer büyük hayalkırıklığına uğrayacak halkta “sokağa da dökülebilecek” bir duygu patlaması yaşanabilir. Bu arada bir parantez açarak Moskova’nın da nükleer anlaşmayı engellemek için ciddi bazı nedenleri olabileceğini hatırlatmak gerekebilir: Nükleer anlaşmayla Rusya 1) İran meselesinde işbirliği yapma karşılığında ABD’den bir şeyler isteme/alma şansını kaybedebilir (füze savunmasından vazgeçme, ) 2) İran da diplomatik destek ve savunma füzelerine ihtiyacının azaldığını hesaplarsa Moskova’yı memnun etme ihtiyacını biraz daha az duyabilir, 3 ) ABD kendisine karşı başta Ukrayna olmak üzere daha fazla yoğunlaşabilir, 4) piyasaya yeni petrol girecek olmasının kendisi ve daha bu gerçekleşmeden beklentisi enerji fiyatları üzerinde aşağıya baskı yapabilir. 5) İran’la anlaşmayı aksatmasın diye Suriye’de Esad’a fazla ilişmeyen ABD bu politikasını değiştirebilir (yüksek ihtimal değil ama mümkün - %20?), 6) İran Avrupa’nın Rusya’ya alternatif gaz kaynağı bulma arayışlarında önemli bir yer tutabilir

TÜRKİYE: “Suudla Yatan Şaşı Kalkar”

Erdoğan’ın İran’ın bölge politikalarını eleştirip Yemen’de Suudlara lojistik destek verebileceklerini söylemesinden kısa bir süre sonra İran’da daha yumuşak bir görüntü vermesi esneklik olarak mı yoksa dengesizlik, istikrasızlık ve güvenilmezlik olarak mı görülmüştür? Yoksa “İran’a bir mesaj vermek gerekiyordu ama bu ülkeyle ikili ekonomik ilişkiler başta olmak üzere fazla gerilim içinde olmanın da faydası yok” denerek bu politika rasyonelleştirilebilir mi? Ayrıca Erdoğan Suudlara pratikte çok fazla destek vermeden ama İran’a karşı görünür bir tavır alarak bu ülkeyi Suriye konusunda kendisinin istediğine yakın bir noktaya çekmiş olabilir mi? ABD’ye karşı güven sorunu yaşayan ve Pakistan’dan da istediğini alamayan Riyad’ın önümüzdeki dönemde Türkiye’yi küstürme lüksünün çok olmadığını varsayabiliriz.

Türkiye Orta Doğu’da Suudilerle ortaklık yapabilir mi? Hangi konularda yapmalı ve nelerden kaçınmalı? Burada hangi zorluklar ve risklerden bahsedilebilir? Bu sorulara cevap ararken Pakistan’ın Riyad’ın benzer uvertürlerine verdiği cevap öğretici olabilir. Pakistan'ın Suudilerin Yemen’de askeri yardım talebini mecliste kibarca ama net bir şekilde reddetmesine neden olan argümanlar aslında şaşırtıcı bir oranda Türkiye için de geçerlidir: Pakistan'ın 1) eli mevcut anti-terör ve anti-gerilla mücadeleleri nedeniyle dolu, 2) kendi Şii vatandaşları var ve bir Sünni-Şii savaşının parçası olmak iç huzur açısından ilave sakıncalar yaratabilir, 3) iç kamuoyu ikna olmadı, 4) ordu uzak ve bilinmeyen bir diyarda, anlamadıkları bir kavgada maceraya atılmak istemiyor, 5) “kimsenin paralı askeri değiliz” diye düşünülüyor, 6) İran'la önemli petrol ve boru hatları anlaşması yapacakken bunları kaybetmek istemiyorlar, 7) savaşın Suudiler için bile gerekli ve akıllıca olduğuna ikna olmadılar, 8) İslam dünyası için de Şii-Sünni ayrımının derinleşmesi felaket olur, 9) Husilerin İran’dan bir parça destek aldıkları doğruysa bile tamamen Tahran’ın güdümünde olmadığını ve kavganın esas olarak yerel nedenleri olduğunu gördüler, 10) ayrıca Türkiye ve ABD ile yaptıkları temaslarda da Suudilerin peşine takılmak için yeterince teşvik, onay ve destek almadılar. Bu nedenlerin çoğu farklı şekil ve derecede de olsa Türkiye için de geçerli. Türkiye de bölgede bir Şii-Sünni savaşı istemez, Türkiye de İran’la ticaret yapmak ve ondan makul fiyata gaz alarak kaynaklarını çeşitlendirmek ve onun gazının üzerinden geçerek büyük pazarlara ulaşmasını ister, Türkiye’nin de içinde İran’ın kaşıyabileceği unsurlar var, Türkiye de paralı asker olarak görülmek ve olmak istemez, Türkiye de Yemen de İran’ın parmağının ne derece olduğundan emin değil. Ayrıca Pakistan’dan farklı olarak nükleer silahı olmayan Türkiye, bu silaha ulaşmayacaksa bile bu kapasiteye çok yakın olacak bir İran ile bozuşmaktan kaçınmak için ilave nedenlere sahiptir. Ama tabii tüm bunlar Ankara’nın İran’ın bölgedeki aşırılıklarından rahatsız olmadığı ve buna karşı yapacağı bir şey olmadığı anlamına gelmiyor.

Türkiye Suudilerin katarına “cumburlop atlamamalı,” onların lider olduğu veya göründüğü İran karşıtı yarı askeri ve siyasi bir ittifakın parçası olmamalı ama bir yandan Suudilerin İran ile ilgili heyecan, endişe ve ihtiyacını kendi amaçları için kullanmaya çalışmalıdır. Ayrıca Ankara’nın kendini İran karşıtlığıyla tanımlamaktan kaçınmanın yanında Suudların da sonu gelmez bir Şii-Sünni savaşının fitilini yakmasının önünü almalıdır. Bu yapılabilir mi? Suudların içinde olduğu “çaresizlik” ve hipekaktiflik Türkiye için bazı fırsatlar, seçenekler ve manevra alanları yaramaktadır. Türkiye’nin Suudlarla işbirliğinde esas olarak isteyip ısrar etmesi gereken şeyler direk, hızlı ve somut olarak kendisine avantajlar verecek konular olmalıdır. Türkiye bilmediği, anlamadığı ve zaten pratikte pek etki de edemeyeceği Yemen meselesine bulaşmamalı ve işbirliğini esas olarak kendisine daha yakın olan ve daha çok etkileyen Suriye gibi somut konulara odaklamalıdır.

Türkiye ile Suudilerin Suriye’de etkin, istikrarlı, ABD’den bağımsız ve desteksiz ve son kertede başarılı şekilde ortaklık edebilmeleri mümkün olabilir. Ama burada şu zorluklardan bahsedilebilir: 1) İran Suriye’deki Türk-Suudi işbirliğini kendisine karşı bir Sünni ittifakı olarak algılayacaktır. Tahran’a bunun “seküler” ve konu bazlı bir işbirliği olduğu söylenmeli ve Suriye’deki rekabet ve görüş ayrılığının ikili ilişkinin diğer kalemlerini sarmasının gerekmediği anlatılmalıdır. Tahran’a ayrıca Suriye’de İran’ın bu ülkenin nüfusunun çok büyük bir kısmını karşısına alarak ve hatta onların katledilmesine katkıda bulunarak kalıcı bir başarı elde edemeyeceğini görmesi istenmelidir. Ayrıca İran’a "Şam'daki rejime desteğini kesersen yeni dönemde bu ülkedeki çıkarlarını gözetmek mümkün olabilir ama destek vermekte ısrar edersen buradaki her şeyini kaybedebilirsin" mesajını vermek de gerekebilir. Türkiye İran ve Suudilere aralarındaki esas itibariyle bir güç ve güvenlik rekabeti olan mücadeleyi “sekülerleştirmeleri” gerektiğini, kavgalarını “mezhep sosuna bandırmanın” ikisini de aşan boyutta ve kalıcılıkta mahsurlar yarattığını anlatmalıdır. 2) Bölgedeki Türk –Suudi işbirliğinin önündeki diğer engel Mısır meselesindeki bakış farklılıklarıdır. Yeni Suud liderlerin Türkiye ile girdiği diyaloğu torpillemek isteyen Sisi onları Müslüman Kardeşler liderliğine verilen cezaları desteklemek zorunda bırakarak bu yeni beraberliği daha başlangıcında zayıflatmaya çalışabilir. Ankara Mısır’daki durumun bugünden yarına değişmesinin zorluğunu görüp bu ülkeyle yaşanan kopukluğun ekonomik bedellerini de dikkate alarak Mursi ve arkadaşlarının koşullarının düzeltilmesi türünden adımlar karşılığında Sisi’ye karşı yürüttüğü menfi propagandayı sınırlayacağı mesajı verebilir. Mısır meselesi Suriye’deki Türk-Suudi işbirliğini etkilememeli ve taraflar bu konuyu izole ederek kompartımantelize etmelidir. Ancak bunun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da mesaj disiplinine riayet etmesi gerekecektir. Erdoğan mevcut koşullarda siyasi mahkumların durumu, ceza süreleri gibi konularda iyileşme sağlanması ve transit ulaşım ve ticaret gibi konularda yumuşama sağlanmasının elde edilebileceklerin sınırı olduğunu görebilmelidir. Bu arada İran’a karşı mücadelede bulabildiği her yerden destek arayan Suudilerin Müslüman Kardeşler’e yöneklik pozisyonunu bir derece yumuşattığı görülmektedir. 3) Suudlarla işbirliğinin diğer bir zorluğu da ABD’nin Suriye’de bu ikiliye ne kadar destek vereceği veya onların hamlelerini riskli görüp görmeyeceği ile ilgilidir. Washington’un Beşar’ın devrilmesine karşı çıkması mümkündür. 4) Son olarak Suudların da işbirliğinin esas alanı olarak seçilmesi gerektiğini düşündüğümüz Suriye konusunda ne kadar güvenilir oldukları ve bir süre sonra isteklerinin kaybolup kaybolmayacağı açık değildir. Bu nedenle bu ülkede Batı’nın desteği olmadan tek taraflı doğrudan askeri maceralara atılmaktan –PKK’ya karşı olanlar hariç- kaçınmak gerekir.

Beşar'ın zayıflaması “iyi bir şey”dir ama hayatta iyi şeyler beraberinde zararlı, riskli, maliyetli, problemli veya en azından hazırlıklı olunması gereken şeyler de getirebilir. "Kötü şeylerin" ise yanlarında iyi şeyler getirme gibi bir “zorunluluğu” yoktur. Suriye'de rejimin askeri olarak ciddi olarak gerileme, masada önemli ödünler vermek zorunda kalma ve hatta devrilme ihtimalinin belirmesi üzerine Türkiye'nin aşağıdakiler dahil bir dizi gelişmeye karşı hazırlıklı olması gerekebilir: a) Başta Nusayriler olmak üzere azınlıklara belki Türkiye'nin verdiği silahlarla katliam yapılması, b) kanun disiplini, temel hizmetler ve ihtiyaçlarda şimdikinin de ötesinde bir çöküş yaşanması, c) Esat sonrası dönemde Ankara'nın IŞİD ve El Kaide karşıtı gruplara destek vermesi üzerine bu iki örgütün Türkiye karşıtı eylemlere girişmesi, d) radikal grupların Türkiye sınırı ve hatta ülkenin tamamına bu sefer kalıcı ve Beşar ile savaşmak zorunda kalmadan hakim olmaları, e) ülkenin kaynaklarına hakim olduktan sonra Ankara'ya olan ihtiyaç ve saygısı azalan grupların Türkiye’ye yönelik eylemlere girişmesi. f) ülkede doğacak kaos ortamı, merkezi otoritenin kaybolması ve radikal grupların hakimiyeti üzerine Suriyeli Kürtlerin tek taraflı otonomi veya bağımsızlık ilan etmeleri, g) radikal grupların Türkiye'nin yardımıyla kontrolü ele geçirmelerinden sonra buradan Batı'ya yönelik terör eylemlerine girişmeleri sonrasında bu ülkelerle ilişkilerin gerilmesi, h) Suriye'de rejim devrildikten sonra da Türkiye'deki mültecilerin ülkelerine dönmek istememeleri, i) Suriye'de radikal İslamcı grupların güçlenmesi üzerine ABD'nin bundan Türkiye'yi sorumlu tutarak cezalandırmak için ya da can havliyle ya da bunu bahane ederek PKK dahil Kürtlere verdiği desteği arttırması. Bu olumsuzlukların hiçbiri de gerçekleşemeyebilir. Ama bu ve benzeri ihtimallere karşı hem zihinsel hem de operasyonel olarak hazırlık yapmamak sorumsuzluk olur.

Şanlı Bahadır Koç

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Amerika Araştırmaları Uzmanı