KIBRIS MÜZAKERELERİNDE SIRA GÜVENLİK VE GARANTİLER BAŞLIĞINDA: Bundan sonra ne olacak?


KIBRIS MÜZAKERELERİNDE SIRA GÜVENLİK VE GARANTİLER BAŞLIĞINDA: Bundan sonra ne olacak?

Yazan  24 Temmuz 2009

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı’nın 35. yıldönümü kutlamaları yapılırken Kıbrıs Ada’sındaki fiili bölünmüşlüğü sona erdirme hedefiyle yürütülen müzakerelerde görüşülmekte olan başlık “Güvenlik ve Garantiler”di.

Kıbrıs’ı Yunanistan’ın bir parçası yapmak (Enosis) ve bunun ön adımı olarak da Ada’daki Türklerden kurtulmak hedefiyle, 2 Haziran 1952’de Makarios liderliğinde kurulan terör örgütü EOKA,[1] ırkçı-etnik milliyetçi politikalarının 1963’de Yunanistan’dan aldığı destekle Türk etnik soykırımına girişmişti. BM çatışmaları engellemek ve düzenin normal şartlarda devam etmesini sağlamak amacıyla oluşturduğu çok uluslu bir askeri birliği 17 Mart 1964’te Ada’ya konuşlandırmışsa da, Rum katliamlarını engellemeyi başaramamıştır. Kuşkusuz ki, dönemin fotoğrafını çekmek bakımından şu ifadeler önemli olacaktır: “Etraf bomboştu. Ortalıkta Kıbrıs’a, güya görev yapmak ve iki halk arasındaki çatışmaları önlemek için gönderilmiş olan ama gerçekte Kıbrıs’ın altın kumlu sahillerinde güzel bir tatil geçiren Barış Gücü askerleri de yoktu.”[2] Türklere yönelik fiziki soykırım, etnik temizlik ve planlı saldırılar 11 yıl sürdü. BM Barış Gücü, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta Türklere Rumlar tarafından uygulanan insanlık dışı katliamların, evlerin ve köylerin zorla boşaltılmasının, izolasyonların, dolaşım özgürlüğü kısıtlamasının önüne geçemedi. Yunan Cuntası’nın bundan 35 yıl önce, 15 Temmuz 1974’te Enosis amaçlı bir darbe yapması ise artık Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanma zorunluluğunu dayatmıştı. Türkiye, 1959–60 yıllarında imzalanan Zürih, Londra ve Lefkoşa Antlaşmaları’nın Kıbrıs’ta hukuki statünün korunması amacıyla Türkiye’ye verdiği “harekete geçme hakkı”nı kullanarak 20 Temmuz 1974’te askeri müdahale yapmış ve Ada’da akan kanı durdurmuştur.

Bugün Kıbrıs Türkü için 20 Temmuz, “Mutlu Barış Harekatı”nın yıldönümü, Türk askerinin gelişi ise Rum mezaliminin sona erdirilmesi anlamına gelir. Kıbrıs Rumları için ise 20 Temmuz’lar, işgalin başlaması anlamına geldiği için trajik bir gündür. Böylesi bir algılamanın, halkı kendi yarattığı gerçeklere inandırma çabasındaki bir rejimin ürünü olduğu da kesin. Dünyayı Rum tezlerine inandırabilmek için önce kendi halkını inandırması gerektiğine inanan Rum Yönetimi, hala daha 1974 öncesi döneme ait olayların basın önünde konuşulması konusunda sansür uyguluyor. Tarihi farklı yorumlayan iki halkın bulunduğu bir Ada’da, biri için kutlu diğeri içinse trajik olarak anılan “bir günde”, “iki halkın tek devlet çatısı altında birleştirilmesini” hedefleyen “barış” görüşmelerinde fiili bölünmeyi doğuran olaylarla doğrudan ilgili konularından birisinin masada olması, ilginç bir tesadüftü. Kıbrıs Türkü, Türkiye’nin uluslararası hukuka dayanan garantörlük ve garantilerini kullanmasını kutlarken görüşme masasında Güvenlik ve Garantiler başlığı tartışılıyordu.

  Eylül 2008’de başlayan kapsamlı müzakereler, sorunsuz ve kesintiye uğramaksızın devam ediyor. Ne var ki, daha çok ayrıntı olarak kabul edebilecek türden maddelerin bir kısmı üzerinde uzlaşı sağlanabilmişse de temel sorun alanlarında hiçbir ilerleme katedilmiş değil. Bunlar da zaten Kıbrıs Sorunu’nun özünü oluşturuyor. Nasıl bir birleşmenin gerçekleşeceği; ne tür bir devletin yönetim mekanizmalarının tartışıldığı belli değil. Talat-Hristofyas mutabakatında iki kurucu devletin mi, yoksa iki oluşturucu eyaletin mi söz konusu olduğu tam bir netliğe kavuşturulmadan başlanan kapsamlı müzakerelerin bir ortaklık devleti kurulmasını mı yoksa ortaklığın yenilenmesini mi hedeflediği üzerinde de aynı türden bir sis bulutu var.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın en geç 2010 başında referanduma gitme hedefini ortaya koymasına rağmen, birleşmenin Talat’ın vurguladığı gibi yeni bir devlet çatısı altında mı olacağı, yoksa Rum tarafının ısrar ettiği gibi “Kıbrıs Cumhuriyeti”’nin devamı ile mi sağlanacağı konusu çözülebilmiş değil. Türk tarafının “siyasal eşitlik” vurgusunun, güneyde “sayısal eşitlik” olarak yankılanması da müzakere sürecini sonuçsuzluğa götüren konulardan birisidir. Kesin olan ise, ilk okumalar bittiğinde, elde anlaşma vadeden bir metnin olmayacağıdır. Muhtemelen tıpkı “Mülkiyet” ve “Toprak” başlıkları gibi “Güvenlik ve Garantiler” de, tek bir maddesinde dahi uzlaşı sağlanamadan kapatılacak ve ikinci okuma sürecine bırakılacaktır. 17 Temmuz’da görüşülmeye başlanılan Güvenlik ve Garantiler konusu, müzakere sürecindeki ilerlemenin gerçek mahiyetini de ortaya koymaktadır.  

Rum tarafı için Garanti Anlaşması’nın iptal edilmesi ve Ada’nın askersizleştirilmesi bir barış anlaşmasının olmazsa olmazı yani çözümün ön şartı. Ancak tam da bu noktada, GKRY Devlet Başkanı Dimitris Hristofyas’ın 5 Temmuz 2008’de İngiltere ile imzaladığı memorandum hatırlanmalı. Çünkü Hristofyas, İngiltere’nin garantörlüğünün bir kez daha vurgulandığı bir anlaşmayı tam da garantörlük müessesinin çağdışı olduğu tezini savunmaktayken imzalamıştı. Ada’daki askeri üsleri nedeniyle İngiltere’den kira talep edilmesine dönük protestolar da sessizce sona erdirildi. O halde, yabancı askerle kastedilenin sadece Türk askeri, garantörlüğü rahatsızlık yaratanın da Türkiye’ninki olduğu açıktır. 1963’te başlayan son seri “Türk katliamı”na garantör ülkelerden İngiltere’nin sessiz kalması, Yunanistan’ın ise destek vermesi Rum yönetiminin söz konusu yaklaşımını makul ve anlaşılır kılan bir ayrıntı olsa gerek.

Kıbrıs Türk tarafı için ise katliamlara son veren Türkiye’nin garantörlüğünden ve garantilerinden, sağladığı “yaşamsal” güven nedeniyle vazgeçilemez. Türk tarafı, Garanti Anlaşmaları’nın devamından yana ve askersizleştirmeyi ise, 1960 Anlaşmaları’nın öngördüğü kontenjanlar dâhilinde kabul ediyor. Yani Kıbrıs Türkü, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin sürmesinden vazgeçemeyeceği ve Türk askeri varlığının, asker sayısı çok azaltılarak olsa dahi devam etmesi gerektiği ilkeleriyle masada oturuyor.

“Güvenlik ve Garantiler” başlığında BM’nin bir oldu-bitti müdahalesine kadar hiçbir ilerleme sağlanamayacak olmasının temel nedeni, tarafların “kırmızı çizgiler” olarak tabir edilen vazgeçilmez ve tartışılamaz kabul ettikleri ilkelerinin bir orta noktasının olmamasıdır. Aslında 20 Temmuz’un Kıbrıs’ın bir tarafında katliamların sona erişini temsil etmesi nedeniyle “kurtuluş” bayramı olarak kutlanırken diğer tarafında “işgal”i başlatması nedeniyle “trajedi” günü olarak acıyla anılması, müzakere sürecinin bundan öncekilerden daha ileriye götürülemeyeceği izlenimini tazeledi. Söz konusu tezatlık, her 1 Nisan’da Rum tarafının EOKA’nın tedhiş hareketlerine[3] başlama gününü, ulusal bayram olarak kutlaması nedeniyle de yaşanıyor. Rumlar için “kurtuluş”u simgeleyen gün, Türkler için ölümün, yok edilişin, yerlerinden sürülüşün, gettolara hapsedilişin simgesi ve Rumlar’ın bir kez daha “katliam” başlattığı gündür. Buna bir de, Kıbrıs Rum halkı ve hükümetler üzerindeki etkisi tartışılmaz olan Rum Ortodoks Kilisesi’nden yapılan “halkın 1955-1959 mücadelesinin mantığı içerisinde yıkanması” ve mücadeleye devam edilmesi çağrısı eklendiğinde, durum daha da karmaşıklaşıyor. Ada’daki bir halkın sevinç gününün, diğerinin keder günü olması, iki halkın bir arada yaşamasını güçleştiren en önemli nedendir. Zaten müzakere sürecinin en çetrefilli konusunu, 2G olarak da anılan Güvenlik ve Garantiler başlığının oluşturması da bu yüzdendir. 

Rumlar açısından “adil ve kalıcı barış”, Ada’dan Türklerin arındırılması, ardından nüfus oranlı temsilin söz konusu olacağı üniter bir devlet anlamına geliyor. İşin aslı, Rumlarla uzlaşının mümkün olmamasının nedeni, 10 aydır müzakerelerde ilerleme sağlanamaması değil yarım yüzyıldır Rum bakış açısının değişmemiş olmasıdır. Kıbrıs Sorunu’nu başlatan, Rumların 1964’te, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’ni sona erdirerek, devlete el koymasıydı. Temel gaye Enosis idiyse de öncelikli hedef 1959-60 Antlaşmalarını geçersiz kılarak Türkiye’nin garantörlüğünü sona erdirmek ve 1960 Anayasası’nın Türklere “siyasal eşitlik” sağlayan maddelerini değiştirmekti.

Rum liderlerince neredeyse her gün 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na dönüşün olmayacağının söylenmesi, Türklerin “adil” bir çözüm için şart koştuğu “siyasal eşitlik”, “egemenliğin paylaşımı”, “iki kesimlilik”, “iki kurucu halk” gibi temel konuların Rum çözüm anlayışında paylaşılmadığını vurgulamak içindir. Rum yetkililerce müzakerelerin Annan Planı temelinde olmayacağının sürekli tekrarlanmasının nedeni de öncelikle planın ortaya koyduğu “bakir devlet” kavramını reddetmek ve aynı zamanda plandaki “iki kesimliliğikısmen koruyan maddeleri geçersiz kılmaktır. Ancak en önemlisi de 1964’te kendilerini harekete geçiren Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılması hedefine bu kez ulaşmaktır.

Ne var ki, Kıbrıs Türkleri de Kanlı Noel’i unutmadı. Aralık 1963’te Kanlı Noel’le başlayan ve 1974’e dek süren, 500 Türk kurşuna dizilmesine, yüzlercesinin canlı canlı gömülmesine, yakılmasına ya da kuyulara atılmasına, 30 bin insanın evlerini terk etmesine ve 103 Türk köyünün tamamen yok edilmesine sebep olan ağır katliam Kıbrıs’ta yaşanmıştı. Rum hükümetinin aldığı bir kararla Türkler, Ada’nın yüzde 3’lük kısmında yaşamaya mahkûm edilmiş, temel yiyecek ve ilaç temininden dahi yoksun bırakan ağır bir ambargoya tabi tutulmuşlardı. 1964’de BM Güvenlik Konseyi’nden acilen Barış Gücü isteyen Makarios’un amacının Türkiye’nin müdahalesini engellemek ve “Rumların Türk kıyımına rahatça devam etmesini sağlamak” olduğu da dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı George W. Ball’un raporlarıyla kayıtlara geçmiştir.[4] Dolayısıyla Kıbrıs Türkü bugün Türkiye’den başka güvenebileceği gücün olmadığına inanıyor. Yani Rumlar için çözümün ön şartı olan Türkiye’nin garantörlüğüne son verilmesi, Türkler için vazgeçilmesi mümkün olmayan yaşamsal güvencedir.

İşte bu nedenle müzakere süreci, bir kez daha başarısızlığa uğramıştır; bu yüzden ortaya, üzerinde uzlaşı sağlanmış bir antlaşma çıkamayacaktır. Rumlar, katliamlar nedeniyle özür dilemedikçe ve verdikleri zararı telafi etmedikçe; Türkler 1974 Barış Harekatı ile Ada’da akan kanın durduğunu unutmadıkça tarafların birleşik bir devletin koşullarını oluşturması mümkün olamayacaktır. Sınırlarını Rum beklentilerinin oluşturduğu müzakereler, sadece Rumların Türkleri tamamen ve koşulsuz teslim alana dek mevcut pozisyonu koruma hedefine hizmet etmektedir. Müzakereler sadece Kosova’nın BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen tanınmasının uluslararası hukukta yarattığı kırılma nedeniyle KKTC’nin tanınması önündeki tek engel olan BMGK 541 ve 550 sayılı kararların etkisini yitirmesini engellemek amacındaki Rum tarafına zaman kazandırmıştır. Müzakereler sadece dünya genelinde hız kazanan mikro milliyetçilik ve etnik ayrımcılık rüzgârlarının Kıbrıslı Türkler üzerinde dolaşmasından derin endişe duyan Rum yönetiminin işini kolaylaştırmıştır. Müzakereler sadece Ada’nın bölünmüşlüğünün kesinleşmesini engelleme vaadiyle iktidara gelen Hristofyas’ı hedefine ulaştırmıştır. 2004’teki “evet”i için vaat edilen iyileştirmelerin hiç birinin gerçekleşmediğini unutmayan Kıbrıs Türkü için şimdiki müzakere süreci de hayal kırıklığından başka bir anlam ifade etmiyor. O halde, Kıbrıs Türkleri için yeni bir gelecek planlaması kaçınılmaz biçimde şart olmuştur. Hele ki KKTC’de “iki ayrı devlet” temelli çözüm taraftarları hızla artıyorsa başka bir yolun izlenmesinde direnmek de anlamsızlaşır. Kıbrıs Türkleri adına karar verenler için altlarından kayan zemine tutunma çabasından vazgeçerek yeni bir zemine sıçrama zamanı gelmiştir.

 

[1] “Ethniki Organososis Kyprion Aganositon” (Kıbrıs Ulusal Mücadele Örgütü)

[2] Ata Atun, İki Çipil Gözden Anılarımdan Kalan, 20 Temmuz 2008, http://www.kibrispostasi.com

[3] "1955-59 EOKA Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Başlama Yıldönümü"

[4] George W. Ball, The Past Has Another Pattern, Memoirs, Norton & Co, New York 1982

Gözde Kılıç Yaşın

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display