< < 17 Aralık Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri


17 Aralık Sonrasında Türkiye-AB İlişkileri

Yazan  01 Ocak 2007
17 Aralık 2004’de Türkiye ile AB arasında 40 yıldan bu yana süren ilişkiler tam üyelik sürecinde önemli bir dönemece girmiştir.

AB, Türkiye ile tam üyelik ile bitip bitmeyeceği ve ne zaman biteceği belli olmayan "tam üyelik müzakerelerini" başlatma kararı aldı.[1] 3 Ekim 2005'de Tarama Süreci başlayacak. Bu sürecin yaklaşık bir yıl süreceği ifade edilmekte ise de bu iyimser bir yaklaşımdır. 2006 Nisanında müzakerelerin başlaması bekleniyor.

17 Aralık kararlarının en önemli özelliklerinden birisi de 1999'da Helsinki'de Türkiye'ye verilen "diğer adaylarla eşit kriterler üzerinden muamele yapılacağı" sözünün AB tarafından ihlal edilerek müzakerelerin başlamasıdır. [2] Keza, şimdiye değin 31 ana başlıktan oluşan müzakere konuları Türkiye ile müzakereler başlayınca 38 konuya çıkarılacağı görülmektedir.

Diğer adaylarla eşit muamele gösterilmeyeceği daha başlangıçta ortaya konulan Türkiye'nin önündeki en önemli zorluklardan birisi de AB'nin Türkiye'nin önüne konjenktüre bağlı olarak koyduğu yeni koşullar olacaktır. 1987'de Türkiye'nin yaptığı başvuruya 1989'da red cevabı veren AT o gün Türkiye'nin üyelik için ehil olduğunu söylerken Türkiye'nin önüne koymadığı şartları daha sonra koyarak, müzakere sürecinde yeni şartlar koyabileceğini göstermiş oldu.

AB'nin şimdiye değin her hangi bir ülke ile tam üyelik görüşmelerine başlaması bu ülkenin tam üye olması konusunda kesin bir karar almış olduğu anlamına gelmekteydi. Oysa ayni AB, Türkiye'nin tam üye olup olamayacağına üyelik görüşmeleri sona erdikten sonra karar verecek. Zira, Türkiye'nin tam üyeliği ülkemizin yapacaklarına değil, AB'nin kendi geleceği ve bu kapsamda stratejik kurumsallaşma süreci ile ilgili alacağı karara bağlıdır.

AB'nin politik-kurumsal yapısının bir federasyona mı yoksa konfederasyona mı dönüşeceği hususuna ilişkin kararın ne yöne oluşacağı belli değildir. Hala hazırda AB'nin kurumsallaşma süreci "federalleşme" eğilimi gösterse dahi konfederalist politik güçlerin etkinliği devam ediyor.

AB'nin federal bir yapı kazananarak ekonomik bir güç olmasının yanında politik ve askeri bir güç olmasını özellikle Almanya ve Fransa arzu ediyorlar. Başını İngiltere'nin çektiği konfederalistler ise AB'nin milli devletlerin ekonomik refah alanı ortaklığını geçmesini arzu etmiyorlar. Türkiye'nin AB üyelik süreci ve bu süreçte oluşumu muhtemel gelişmeler. AB içinde gerçekleşen federalizm-konfederalizm çatışmasında belirleyici bir niteliğe sahip.

Türkiye'nin tam üyelik statüsü kazandığı bir AB federal bir devlete dönüşme şansını kaybedecek. Zira, Türkiye'nin AB üyesi olması, federal bir Avrupa'nın kurulması için vazgeçilmez olan "ortak Avrupa kimliğinin" inşasını engelleyecektir. [3]

Konfederalist İngiltere'nin Türkiye'nin tam üyeliğini desteklerken, federalist Fransa ve Almanya'nın iyi polis-kötü polisi oynaması ve dolaylı bir biçimde tam üyeliği engelleyici mekanizmaları teşvik etmesi tesadüf değildir.

Türkiye'nin tam üyeliği konusunda hala karar alamamış olan AB, 1999 Helsinki Zirvesi'ndeTürkiye'ye önerdiği ve Ankara'nın kabul ettiği aday adaylığı sürecinin başlamasından bu yana, Türk dış ve iç politikası üzerinde ABD'nin dahi kuramadığı ölçüde güçlü bir hegemonya oluşturduğunu görmüştür. Hem hegemonyayı devam ettirmek, hem 11 Eylül sonrasında ABD'nin yazdığı "Medeniyetler Çatışması" söylemine doğrudan cephe almama arzusu AB'nin Türkiye politikasını belirleyen temel faktör olmuştur.[4]

Önümüzde uzanan ve ucu açık olan tam üyelik görüşme sürecini, AB bir bütün olarak ve AB üyesi ülkeler teker teker kendi milli çıkarları doğrultusunda tam üyelik beklentisi içindeki Türkiye'denistediklerini elde edebilecekleri bir dönem olarak görmektedirler.

AB-Türkiye tam üyelik müzakerelerinin Türkiye'nin çifte standart uygulamasına maruz kaldığını gösteren temel göstergeleri şu şekilde özetlenebilir.

a) Görüşmelerin ucu açıktır,(open-ended) yani hem ne zaman biteceği belli değildir hemnasıl biteceği belli değildir.Keza, konuya ilişkin düzenlemeyi ihtiva eden bu cümleyi takip eden cümlede"müzakerelerin tam üyelikle sonuçlanmayacağı durumda" denilerek, "açık-uçluluğun çifte anlamına vurgu yapılmaktadır.[5] Bu durum kimilerince ileri sürüldüğü gibi görüşmelerin "doğası gereği" değildir. Çünkü ilk kez Türkiye'ye uygulanmaktadır.Milletler arası hukukta, yukarıda işaret olunan ve "doğası gereği" tümcesi ile ifade olunan bir yorum tarzının benimsenmesi için öncelikle bahse konu uygulamanın "teamül" olması gerekecektir. Oysa, mevcut uygulamada bu yolda bir "teamülden" bahsedebilmek mümkün olmadığı gibi, aksine yorum geliştirme girişimlerinin milletler arası hukukta makul ve makbul bir tarz olarak benimsenmeyen "zorlayıcı yorum" niteliğinde kalacağı tespiti gözardı edilmeyecek bir tespittir.

b) Görüşmelerin "tam üyelik" ile biteceği kesin değildir. Gerçi, metne, "Özel Statü" kavramı girmemiştir ama görüşmelerin tam üyelik ile sonuçlanmaması durumunda Türkiye'nin isteği ile bir başka ilişki biçimi kurulacağı açıklanmıştır. Tam üye olmak isteyen bir ülkenin normal şartlarda tam üyelik dışında bir modeli talep edeceğini düşünmek akla aykırıdır. Bu maddede ilk kez Türkiye'ye uygulanmıştır.[6]

c) Müzakere sürecinde Türkiye'ye diğer aday ülkelere uygulanmayan farklı bir uygulama yoluna gidilmiştir. Şöyle ki diğer aday ülkelerle müzakerelere başlandığında bir kez "Hükümetlerarası Konferans" toplanmakta, daha sonra teknik görüşmeler Avrupa Komisyonu tarafından yürütülmektedir. Oysa Türkiye ile görüşmeler sırasında Hükümetlerarası Konferans her müzakere başlığı için ayrı ayrı toplanılacaktır. Bu aşamada AB üyesi her ülke Türkiye'nin görüşülen dosyanın gerçekleştirildiğine dair onay verecektir. Aksi takdirde görüşmeler kesilecektir. Bu süreç Türkiye'yi baskı altına almak ve şantaj uygulamak için dayatılmış özel bir uygulamadır.[7]

d) Diğer aday ülkeler sadece 31 müzakere başlığı çerçevesinde müzakereleri yürütürken Türkiye için sayının 38'e kadar yükseltilecebileceği 17 Aralıkta açıklanmıştır. Bunun gerekeçesi olarak Türkiye'nin çok büyük bir ülke olduğu ileri sürülmektedir. Bu çerçeveden bakılır ise Polonya'ya da ayni uygulamanın getirilmesi gerekirdi.

e) Tam üyelik ruhuna kesinlikle aykırı olarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının serbest dolaşım hakkına sürekli olarak kısıtlama getirilmiştir. Burada bir kelime oyunu yapılarak muğlak bir ifade ile "AB üyeleri gerekli gördüğü sürece" denilmiş, böylece kısıtlamanın daimi olduğu intibaı diplomatik bir makyaj yapılarak ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Öte yandan Birlik yurttaşları Türkiye'de serbest dolaşım hakkına sahip olacaklardır.[8]

f) Türkiye'ye diğer aday ülkelere yapılan yapısal fonlar ile ilgili mali yardımlar yapılmayacaktır. Türkiye'ye gelecek on yılda yapılacak olan toplam mali yardım 5.5 milyar Euro ile sınırlıdır. [9]

g) AB, 2004 İlerleme Raporu'nda ortaya koyduğu "Azınlıklar Meselesi"ni şimdi yeniden düzenlenecek olan "Katılım Ortaklığı Belgesi"ne (üçüncü belge) eklemek isteyecektir. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Lozan Anlaşması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasal yapısı ve milli devlet niteliğinin değişmesinin önü açıklanacaktır.

h) Fransa kendi iç siyasi sorunlarından ötürü sözde "Ermeni Soykırımının" kabulünü şart koşmaktadır. Bu sadece halen Başbakan olan Sarkozy'nin talebi değil, ayni zamanda Cumhurbaşkanı Chirac'ın da desteklediği bir dayatmadır.[10]

i) AB süreci ile hiçbir ilgisi olmayan Fener Rum Patrikhanesi'ne ekumenik statüsünün verilmesi ve Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılmasını talep edilmektedir.

j) Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde AB'nin denetim talep etmesinin izah edilebilir bir tarafı yoktur. 2004 İlerleme Raporu'nda yer alan şu ifadeler endişe verici olmanın ötesindedir:" Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak ve Türkiye'nin AB üyesi olması sonucu, su kaynaklarıyla Dicle ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslar arası yönetimi (sınırötesi suların İsrail ve onun komşusuolan ülkelerle) AB için çok önemli bir konu olacaktır."[11]

k) Suriye ile Hatay hususunda su bağlantılı bir çözüm önerilmesi de Türkiye'nin kabul edebileceği bir husus değildir.

l) Ege Denizinde Yunanistan'ı tatmin edecek düzenlemeler yapılması istenmektedir. Yunanistan Lahey'e gitmekten kaçınmıştır. Müzakareler devam ederken Atina bir emrivaki yaparak karasularını 12 mile çıkardığı takdirde Ankara AB sürecini tamamen yok etmek pahasına bir AB üyesi ülkeye savaş ilan edecek midir? Yoksa fiili durumu kabullenmek zorunda mı kalacaktır?[12]

m) AB, Türkiye'den Ermenistan ile ilişkilerini genel mahiyeti itibarı ile Türkiye'nin zararına olacak bir şekilde düzeltmesini talep etmektedir. Buna sözde Ermeni soykırımını kabul etmekte dahildir. Halen Türk halkına yönelik Ermeni meselesi ile ilgili yoğun bir propoganda sürdürülmektedir. Son birkaç sene içinde Türkçe olarak yayınlanan ve Ermeni tezini doğrudan veya dolaylı destekleyen kitap sayısı 70'i aşmıştır.

n) Türkiye, Kıbrıs'da AB'yi ve Kıbrıs Rum kesimini tatmin edecek bir çözümü istemese de kabul edecektir. Üstelik basında Kıbrıs AB yolunda en önemli sorun olarak ortaya konularak dikkatler sanki görüşmelerin gerçek doğasından kaçırılmak istenmektedir. Kıbrıs, sözde Ermeni soykırımı, Ege, Dicle ve Fırat'ın uluslar arası kontrolu gibi talepleri Türkiye kabul etse dahi tam üyelik "olağanüstü" zor görünmektedir.[13]

o) Fransa, Türkiye ile AB arasında görüşmeler tamamlandıktan sonra Türkiye'nin tam üyeliği konusunda referanduma gidecektir.

p) 6 Ekim 2004'de Başbakan Erdoğan'a AB tarafından sorulan "Ayasofya Müzesinin" statüsünün yeniden düzenlenmesinin mümkün olup olamayacağından devletin din tebliği olarak sayılan ezan okunmasının minarelerden camii içlerine alınmasına kadar uzanan bir dizi radikal talebin gündeme gelmesi hiç şaşırtıcı olmamalıdır. [14]

Türkiye'nin yukarıda sayılan ve ucu açık görüşme sürecinde yenilerinin ekleneceği anlaşılan şartları kabul edeceği anlaşılmaktadır. Zira, Türkiye'nin AB politikası akılcı bir tercihin ötesine geçerek,bir tutkuya dönüşmüştür. AB tam üyeliği, Ankara için sanki "tarihin sonu" haline gelmiş durumdadır. Bazı politikacılar AB üyesi olmayan bir Türkiye'nin "üçüncü sınıf bir diktatörlük olarak Orta Doğu'nun karanlıklarına gömüleceğini" ileri sürmüşlerdir: Bazı siyaset adamlarımızı için Cumhuriyetin 100. yılında en büyük hedef "AB tam üyeliği"dir.

Türkiye'nin AB üyesi olmasını isteyenler, üç temel nedene dayanırlar.Bunlar sırası ile,

a)AB tam üyeliğine destek verenlerin önemli bir bölümünün zihinlerinin arkasında hala Türklerin Anadoluya gelmesi ile başlayan ve 1922'ye kadar Birleşik Avrupa'ya karşı devam eden 851 sene süren sürekli savaşın birikimi vardır. Lozan Anlaşması nihai bir barış değil sadece bir ateşkesdir. Türkiye'nin AB üyesi olması durumundaAvrupa ile nihai barışa ulaşılmış olunacak ve Batı'nın düşmanlığı sona erecektir.

b)Türkiye'nin AB tam üyesi olunca ekonomik bir sıçramayı gerçekleştireceği inancı bir başka tam üyelik gerekçesi olarak ileri sürülmektedir.

c)Bazı aydınlarımız ise Türkiye'nin iç dinamikleri ile demokratikleşemeyeceğiinancı ile AB tam üyeliğini ülkemizin demokratikleşmesi ve modernleşmesinin ana dinamiği olarak görmektedirler.

Önümüzdeki süreçte AB ile başlayacak olan müzakereler Türkiye'de bazı politik ve sosyal dinamikleri kaçınılmaz olarak tetikleyecektir. Türk siyaseti "AB-eksenli sorunlar" çerçevesinde yeniden yapılanacaktır.Bu sorunların bir kısmı toplumsal travma yaratacak ölçüde ağır sorunlardır. Bu tarvmaların kaçınılmaz olarak Türk siyasal ve toplumsal yapısı üzerinde ağır etkileri olacaktır. Aşağıda Türk siyasetinin yeniden yapılanmasına neden olacaği öngörülen başlıca travma süreçleri incelenmiştir.

a)Kıbrıs Travması

Hükümet kendisini 3 Ekim 2005'e kadar Kıbrıs sorununa bir çözüm bulma konusunda yükümlülük altına sokan bir tavır almıştır.[15] Rum tarafı, mevcut Annan Planı'nı kabul etmediğine göre Rumlara yeni tavizler veren bir anlaşmanın oluşturulması gerek Türkiye'deki poilitik zemin gerek KKTC'deki politik zemin açısından çok zor olacaktır. Ankara'nın AB karşısında vereceği Kıbrıs gibi tavizler bugün beklendiğinden çok daha ağır sosyal travmaların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Kıbrıs, Türk devleti ve Türk halkı için Batı karşısında bir "psikolojik direnç noktası" oluşturmuştur.

Türk ordusunun Kıbrıs'dan çekilmesi, son üç nesilden buyana toprak kaybetmemiş bir halk olan Türk halkı üzerinde doğal olarak Alman halkında Birinci Dünya Savaşı sonunda ortayaçıkan "Versay komplosu" benzeri bir psikolojik duruma neden olacaktır. Türk halkının ve yönetici sınıfının Girit'in kaybını uzun süre unutmadığı akıllarda tutulmalıdır.

b) Kürt Travması

Türkiye'de önümüzdeki süreçte, Kürt travması, dış ve iç dinamikler tarafından tetiklenecektir. Dış dinamikler çerçevesinde ABD'nin Irak'ta izlediği politikaların Irak'ın bölünmesi ve bir bağımsız Kürt devletinin kurulması ile neticelenmesi ihtimali de çok yüksektir. Irak'ta gerçekleşecek olan bölünme Türk kamuoyunda güvenlik endişelerini büyük ölçüde yükseltecektir. Kuzey Irak'ta Kürtlerin Türkmenlere yapacağı baskılar ve Kürt-Türkmen çatışmaları Türk kamuoyunun son dönemde "dipten bir dalga" olarak gelen "Kürt hassasiyetini" yükseltecektir.

AB bürokrasisi, etnik grupların haklarını önplana çıkararak, milli kimliği zayıflatmanın Brüksel bürokrasisini güçlendirmek için bir yol olduğunu görmüştür. AB bürokrasisine göre, Avrupa kimliğinin güçlenmesi/AB Bürokrasisinin güçlenmesi için milli kimliklerin zayıflaması gerekmektedir. Özetle, AB bürokrasisi etnik, dini ve dilsel kimlikleri güçlendiremeyi ahlaki nedenlerle değil, Brüksel'in merkezi gücünü artırmak ve milli kimliklerin yerine bir üst Avrupa kimliği inşa etmek için seçmiştir. Bu AB içindeki ve AB tam üyesi olmak isteyen ülkelere yönelik "etnikleştirme" politikasının birinci dinamiğidir.

AB içindeki ikinci etnikleştirme dinamiği eski Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin AB tam üyesi olmaları sürecinde gelişmiştir ve Kopenhag Kriterleri şeklinde ifade edilmektedir. SSCB'nin çökmesi ile birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Londra'nın kurmuş olduğu yapay bir devlet olan Yugoslavya etnik bir savaşa sürüklenmiştir. Yugoslavya'da başlayan savaş AB üyesi ülkelerin başkentlerini benzer etnik merkezli bir savaşın Doğu Avrupa'da da çıkacağı konusunda çok endişelendirmiştir. Doğu Avrupa'da çıkacak bir etnik savaşın AB'ye insan göçü ile sonuçlanacağını düşünen Brüksel çözümü jeopolitik bir genişleme yaparak Doğu Avrupa'yı içine almakta bulmuştur. Doğu Avrupa'nın AB ile bütünleştirilmesi sürecinde Doğu Avrupa'da yaşayan azınlıkların haklarının güvence altına alınması süreci ikinci etnikleşme dinamiğini oluşturmuştur.

AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikalarında bu iki dinamiğin büyük etkisi olduğu şüphe götürmez. Nitekim Türkiye'den de Doğu Avrupa ülkeleri için ortaya atılan "Kopenhag Kriterlerini" uygulamasını istenmesi bu etkinin somut bir göstergesidir. Ancak AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikasının başka dinamiklerinin de olduğu görülmektedir. Bu hususta AB'nin Türkiye'ye yöenlik politikalarının nihai hedefinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Vermemiz gereken ilk cevap AB'nin Türkiye etnik merkezli Türkiye algılamasının ne olduğudur.

Avrupa oriyantalizminde (Doğu Bilimi) bir süreden bu yana Alman oriyantalizmin kaynaklanan bir yaklaşım hakim olmaktadır. Bu yaklaşımın temelinde Türkiye'nin "Yugoslavya gibi sunni bir ülke olduğu", "Türk milleti diye bir milletin olmadığı" tezi bulunmaktadır. Orient Enstitüsü Müdürü Prof.Dr. Udo Steinbach'ın ifadesi ile ise "sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla kurduğu yarattığı yapay ürün olan Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk milletidir. Böyle bir millet yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk milleti Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları."

2002 senesinde İsveç devleti tarafından eski bir İsveçli diplomata yazdırılan bir kitapda da "Araştırmacılar, Türk sözcüğünün bir halk grubu veya milletin değil de bir dil grubunun adı olduğunu ileri sürmektedirler. Atatürk milli bir devlet olan Türkiye'nin sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğunu kararlaştırmıştır"denmektedir.

AB'nin 2004 Yılı İlerleme Raporunda yer alan ifadeler ise yukarıda ifade edilen hususların teknikifadesidir. Raporda, azınlıklar kavramından israrla bahsedilmektedir. Her ne kadar bazı çevreler Raporda yer alan azınlık kavramının çok önemli olmadığını, Avrupalılar ile bizim azınlık anlayışlarımızın ayrı olduğunu ileri sürselerde bu yapılan açık bir yanlış bilgilendirmedir.

Rapor, bir uluslar arası ilişkiler belgesidir ve içinde bulunan tanımlar devletler hukuku tanımlarıdır. Bu çerçevede, Raporda kullanılan azınlık kavramı Birleşmiş Milletlerin temel aldığı tanımdır. Bu tanıma göre, "azınlık, sayısal olarak bir devletin nüfusunun geri kalanına göre az olan, egemen olmayan konumda bulunan, üyeleri etnik, dinsel ya da dilsel açıdan nüfusun geri kalanından ayrılan özellikler taşıyan ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ya da dillerini korumak amacıyla üstü örtülü bir dayanışma duygusu gösteren bir gruptur."

AB bu çerçevede Türkiye'de azınlık olarak nitelediği Kürtlerin sayısının 15 ile 20 milyon arasında olduğunu, Alevilerin ise 12 ile 20 milyon arasında olduğunu ileri sürmektedir. Bu açıdan azınlıkların toplamı 27 ile 40 milyon arasında değişmektedir.Çerkezler 3 milyon, Boşnaklar 1 milyon, Romanlar 500 bin olarak nitelendirilmektedir. Diğer azınlıklar ise Ermeni Ortadoks (60 bin), Yahudi (20 bin), Süryan Ortadoks (20 bin), Rum Ortadoks (3 bin), Protestan (2.5bin), Süryani Katolik (2 bin) Ermeni Katolik (2 bin), Ermeni Protestan (500), Keldani Katolik (300) olarak verilmektedir.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de "sunni Türkler", haksız yere devleti elinde tutan azınlık konumundadırlar. Çünkü azınlık tanımında en önemli saymamız gereken husus "egemen olmayan konumda bulunan" nitelendirmesidir. Sunni Türkler, ezici bir çoğunluk oluşturmamalarına hatta belki de azınlıkta bulunmalarına rağmen devleti kontrolunda tutarak haksız yere egemenliği gasp etmiş olarak gösterilmektedirler. Bu bakış açısı, sunni Türkleri "Yugoslavya'nın Sırpları" veya "Irak'ın sunni Araplar" konumuna itmektedir.

AB, azınlık olarak tanımladığı gruplarla ilgili olarak bazı haklar talep etmektedir. Hangi grupların azınlık olarak tanınacağı konusu tamamen AGİT'in 1975 tarihli Helsinki Bildirisine göre devletlerin karar alanına bırakılmasına rağmen AB Türkiye'ye bu hakkın tanınmasına karşıdır. Kopenhag Kriterlerinin kabul edilmesinin grup hakları değil, bireysel haklar doğuracağını ileri süren ve Türkiye'den bunun dışında bir şey talep etmeyen AB şimdi devletler ve anayasa hukuku tarafından tanınan azınlık gruplarının kabul edilmesini talep etmektedir. Bu çereçvede bireysel hak ve özgürlükler alanı aşılarak azınlıkların grup hakları alanına girilmiştir.

Bu çerçevede AB Türkiye Raportörü M. Oostlander'in hazırladığı ve Mart 2004'de kabul edilen raporda Türkiye'nin yeni bir anayasayı yürürlüğe sokması ile Lozan Anlaşmasında tanınan azınlıklarla ilgili düzenlenmenin değişeceğini ve Ankara'nın Lozan'ın ilgili maddelerinin minimalist yorumundan vazgeçeceğini kaydetmiştir. Keza AB daha önce hiçbir ülkeden talep etmediği "BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi"ne Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. Bazı AB üyelerinin imzalamayı reddettiği "Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesini" Türkiye'nin kabul etmesi talep edilmektedir.

AB'nin Türkiye'den azınlık olarak kabul etmesini istediği grupların çoğunluğu oluşturması gibi sakat bir yaklaşımın yanında Türkiye'de azınlık olarak kabul ettiği Kürtlerin "kendi kaderini tayin hakkını" Avrupa Parlamentosunun kabul etmiş olması bir başka tehdit ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki, BM 2625 sayılı kararı ile Kendi kaderini tayin hakkı,"Hükümeti, halkının tümünü temsil eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozucu hiçbir eylem yapılamaz" denilerek sınırlandırılmıştır. Ancak Avrupa Parlamentosu, 15 Aralık 1994 tarihli kararında "Türk hükümetinin ülkenin tamamını temsil etmediği kararını alarak Kürt halkınınkendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul" etmiştir.

Avrupa Parlamentosu, 2004 senesi içinde ise A.Öcalan'ın tekrar yargılanmasını, azınlık partilerinin %10'luk seçim barajından muaf tutulmalarını ve Kürtçenin Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde ikinci resmi dil olmasını talep etmiştir. Azınlık partileri için barajın düşürülmesi talebi Avrupa Komisyonu İlerleme Raporunda da tekrar edilmiştir.

AB'nin Türkiye'ye önümüzdeki dönemde İngiltere, Belçika ve İspanya'yı çözüm örneği olarak göstermesi bugün ki gelişmeler ışığında hiç te şaşırtıcı kabul edilmemelidir.

AKP iktidarının gittikçe daha fazlave kendi milletvekilleri arasında dahi bir "Kürt partisi" görünümü vermesi anti-etnik tepkiyi yükseltecektir. Halen, AKP "etnik merkezli" bir ekonomik güç, politik güç, bürokratik güç ve hatta "mafya gücü" transferi gerçekleştirdiği ifade edilmektedir. AB'nin azınlık hakları talep etmesi ve AKP'nin Başkanlık sistemi-eyalet modeline sıcak baktığını söylemesi Kürt travmasını artırıcı bir süreci tetikleyecektir.

c)Serbest Dolaşım Travması

AB kuruluş anlaşması, "Dört Özgürlük" diye anılan "Kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin" serbest dolaşımına dayanır. 6 Ekim 2004 İlerleme Raporu'nda Türkiye vatandaşı "işçilerin" (worker) serbest dolaşımının kısıtlanması talep edilmişti. 17 Aralık'da işçi kavramının yerini "birey" aldı. Böylece 28 AB üyesi ülkenin yurttaşları Türkiye içinde istedikleri gibi iş kurar, iş bulur, yerleşirken, Türk vatandaşları turizm amacı ile bile AB ülkelerine giderken vize almaya devam edecekler.[16]

17 Aralık 2004'ün en önemli sonucu, "AB üyeleri gerekli gördükleri sürece" kavramsallaştırması ile Türk vatandaşlarına "sürekli olarak" serbest dolaşımın yasaklandığı gerçeğinin gittikçe halk katında daha fazla duyulmaya başlanmasıdır. 17 Aralık sonrasında AKP hükümeti halka bu konuda doğruyu söylemekmiştir. Ancak daha sonra bu konuda hükümetin AB'ye verdiği nota serbest dolaşımın tamamen engellendiğini ortaya çıkarmıştır.

Türk kamuoyunda AB'ye verilen desteğin en önemli nedeni vizesiz AB ülkelerinde dolaşabileceği, iş bulabileceği ve yerleşeceğidir. Bunun mümkün olmadığının kitleler tarafından öğrenilmesi ile birlikte AB'ye olan destek diğer travmalarında etkisi ile azalacaktır.

d) AB Ülkelerinde Siyasal İktidar Değişiklikleri ve anti-Türk Tepkiler

Fransa ve Almanya'da önümüzdeki yıl yapılacak olan seçimleri Türkiye'nin tam üyeliğine karşı olan partilerin seçimleri kazanması Türkiye-AB ilişkilerinde bir duraklamaya neden olacaktır. Kendisini AB'ye kurgulamış olan Türk siyaseti AB içinden gelen muhafazakar direniş ile sarsıntı geçirecektir. Ancak sarsıntı sadece Türkiç siyasetinde olmayacaktır.

Türkiye'nin AB tam üyeliğinin bazı Arap ülkelerinde ve bazı Arap aydınları arasında sevinç uyandırdığı görülüyor. Ancak, Türkiye'ye yönelik çifte standarta dayanan uygulamalar görüldükçe ve üyelik aday süreci uzadıkça Avrupa ve Batıya karşı duyulan kızgınlık, geleneksel Arap anti-emperyalist düşüncesi zemininde hızla gelişecektir.

İki soru ile bu noktayı açalım. Çok küçük bir ihtimal olmak ile birlikte, diyelim ki, on beş sene sonra AB ile Türkiye arasındaki görüşmeler başarı ile sonlandıktan sonra yapılacak referandumda Fransa ve bazı diğer Avrupa halkları Türkiye'nin tam üyeliğine "hayır" derlerse İslam dünyasındaki tepki nasıl olacaktır? Veya 2006'da Almanya'da Hristiyan Demokratlar iktidara gelir ve tam üyelik görüşmelerini özel statülü bir görüşme sürecine dönüştürürlerse ortaya çıkacak tepki, İslam dünyası ile Batı dünyasının barışmasına ne ölçüde katkı da bulunacaktır?

Böyle bir risk var mıdır? Türkiye'nin AB tam üyeliği konusunda en iyimser olanlar bile bu ihtimalin hiçte küçük olmadığını bilmektedirler. Üstelik AB içinde zaman zaman duyulan aksi retoriklere rağmen federalizm hızla gelişmektedir. AB Anayasasının oluşması, 2.5 sene için seçilecek olan bir AB Devlet Başkanı, Amerikan Anayasa Mahkemesine benzeyen bir AİHM'si, Avrupa Parlamentosunun sürekli artan işlevi, ortak para ve para politikalarının güçlenmesi federalist eğilimin geliştiğinin ilk göstergeleridir.

2004 senesinde Türkiye ile müzakereleri başlatarak zaman kazanan AB federalizm sürecinin gelişmesine koşut olarak Türkiye üzerine düşen bütün yükümlülükleri yerine getirmesine rağmen Türkiye'ye "hayır" der veya bunu bir referandum ile kendi halklarına dedirtir ise ortaya çok büyük sorunlar çıkacaktır. AB tam üyesi olma umudu ile bir çok taahhüt altına giren ancak AB tam üyesi olamayınca ortaya çıkacak olan sosyal kaosu göğüslemekte zorlanacak olan Türkiye haklı bir Avrupa düşmanlığına çok kolay sürüklenecektir.

Öte yandan göz önünde tutulması gereken bir hususda AB içinde konjenktüre bağlı olarak artan-azalan yabancı düşmanlığıdır. Bunun nedeni AB'nin "çok kültürcülüğe" yaptığı bütün vurguya rağmen aslında hiçbir zaman gerçekten çok kültürcü bir karaktere sahip olamamasıdır. Kısa bir süre önce Hollanda'da yaşanan bir cinayetten sonra Hollanda'nın "uyumu güçleştiriyor" gerekçesi ile Türklerin de içinde bulunduğu azınlıkların eğitim ve yayın haklarını kısıtlaması bunun en açık örneğidir. Türkiye'nin tam üyelik sürecinin AB içinde çıkaracağı ırkçı tepkiler üyelik sürecinde aksamalara neden olacağı gibi Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıkan siyasi partilerin önünü açacaktır.

d)Tarım Sektöründe Bunalım

Türk tarımı AB sürecinde ağır bir tasfiye sürecinden geçmektedir. Tarım sektörünün yeniden yapılandırılması gereği ortadadır. Mevcut politikalar Türk tarım sektörünün ağır bir tasfiye süreci içinde olduğunu göstermektedir. Tarımda her geçen yıl tarım ile uğraşan 20 milyon kişiye daha ağır koşullar getirmektedir.Türk tarımının bazı yapısal sorunları olmakla birlikte AB politikaları bu yapısal sorunları aşmaya yönelik değil, Türk köylüsünü ve tarımı tasfiyeye yöenlik bir nitelik taşımaktadır. Tarımda yoksullaşma ve tasfiye süreci Türk köylüsünün radikalleşmesine neden olacaktır.

e)Otomotiv ve Enerji

AB ile müzakere sürecinde AB üyesi ülkeler Türkiye'de sivil havacılık, denizcilik, radyo ve televizyonculuk, madencilik, enerji gibi sektörlerde ayrımsız engelsiz yatırıma başlayacaklardır. Tarımın dışında özellikle enerji ve otomotiv sektörlerinde uyum sağlamak çok zor olacaktır. Hem sektörel bazda yaşanacak oaln sorunlar hem AB'nin Türkiye'ye yönelik bitmez tükenmez bilmeyen isteklerinin Türk siyasetinde ve kamuoyunda "AB yorgunluğuna" neden olacağı belirtilmektedir.[17]AKP iktidarının da Türkiye'de AB yorgunluğunun artması üzerine AB'nin Türkiye'yi erken tarihte tam üye yapmak için harekete geçeceğine dair temeli olmayan bir inanç içinde olduğu görülmektedir.[18]

Yukarıda izah edilen süreçler, sadece AB'nin Türkiye'nin iç ve dış politikasını mümkün olan en uç noktaya kadar kullanıp Ankara'yı bıktırarak geri çekilmeye zorlama isteğinden veya Türkiye üzerinde tam bir AB hegemonyası kurma hedefinden değil, Türkiye'nin çılgınca bir tutkuya dönüşmüş olan "Hayali bir Avrupa" peşindeli tutukusundan da kaynaklanmaktadır.

Türkiye'nin yaklaşımı ne kadar yanlış ise AB'nin mevcut samimiyetten uzak yaklaşımıda o kadar tehlikelidir. Kıbrıs, Ege, devletin yeniden tanımlanması gibi bir devletin yaşamsal ve geri dönülemez menfaatleri ile ilgili tavizler vermesine rağmen AB tam üyesi olamayan bir Türkiye kendisini ihanete uğramış hissederek sadece Avrupa Birliği'nin değil AB'nin temsil ettiği herşeyin düşmanı olacaktır. Bu Türkiye ile Avrupa arasında Lozan ile gerçekleşen barışın veya ateşkesin zihinlerde sona ermesi anlamına gelecektir. Bütün bunların olmaması ancak AB-Türkiye ilişkilerinin karşılıklı iyiniyet ve gerçekçilik zemininde ilişkilerin yeni ve yaratıcı bir model ile geliştirilmesine bağlıdır.

AB İle İlişkiler İçin Yeni Bir Eksen:Geliştirilmiş STB

AB-Türkiye ilişkilerinin tam üyelik dışında bir zeminde yeniden tanımlanmalıdır. Her iki tarafında şimdiye kadar olduğundan akıllı ve dürüst bir ilişki modeli üzerinde çalışmaya başlamaları gerekmektedir. Türkiye'nin kabul etmesi gereken bazı gerçekler vardır. AB jeoekonomik ve jeopolitik olduğu kadar jeokültürel bir yapıdır. Türkiye'nin Birliği üyeliğine AB jeopolitik ve jeokültürel nedenlerle hazır değildir. AB içinde gelişen federasyonist eğilimden dolayı AB 10 yıl sonra Türkiye'nin tam üyeliğine daha az hazır olacaktır.

AB-Türkiye ilişkilerinin sadece tam üyelik modeli çerçevesinde oluşabileceğini düşünmek büyük bir hatadır. Aksine böyle bir modelin sadece Türkiye ve AB üzerinde değil, bütün bir Orta Doğu ve Avrasya üzerinde olumsuz etkileri olacaktır. Türkiye'nin AB üyeliği kaçınılmaz olarak Türkiye'nin komşularından başlayarak büyük bir coğrafyada ergeç AB tam üyeliği arzusunu uyandıracaktır. AB yanlış bir algılama ile "demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" dörtlüsünü gerçekleştirmenin tek aracı olarak görünecektir. Oysa bu doğru değildir.

Türkiye'de modernleşme Avrupa Birliği sürecinden bağımsızdır ve AB tam üyeliği dışında da gerçekleşen bir projedir. Türkiye'nin AB tam üyeliği dışında "demokrasi-insan hakları-serbest piyasa ekonomisi ve modernleşme" süreçlerini gerçekleştirmesi, AB ve Batı'nın geri kalan kısmı ile sağlıklı ilişkiler içinde olması Orta Doğu ve Avrasya'da önemli bir doğru örnek oluşturacaktır.

Böyle bir örnek, Büyük Orta Doğu Projesi gibi anılan bölgelere dışarıdan dayatılmaya çalışılan demokratikleşme projelerini dahi gereksiz kılabilir. Modernleşmenin AB tam üyeliği dışında da gerçekleştiğinin görülmesi ile uygarlıklar arası iletişim ve etkileşim çok daha etkili bir temel üzerine oturacaktır.

Tam üyelik hedefi ortadan kalktığı zaman ilişkileri Gümrük Birliği çerçevesinde yürümesi de mümkün değildir. Esasen Gümrük Birliği Türk ekonomisine sanıldığı gibi olumlu katkı yapmamıştır. Türkiye, AB için 6. büyük Pazar haline gelirken, 1996'dan bu yana Türkiye AB ile ilişkilerinde 67.8 milyar dolar ticaret açığı vermiştir. Ayrıca, Gümrük Birliğinin eşit ilişkiyi mümkün kılmayan doğası da Gümrük Birliğinin devam etmesini mümkün olmaktan çıkarmaktadır.

Tam üyelik dışında, Türkiye ile AB arasında sağlıklı bir ilişki modelini geliştirilmiş geliştirilmiş serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde oluşturmak mümkündür. Türkiye, AB ile ilişkilerini, Norveç, İzlanda ve Lichtenstein'ın halen AB ile ilişkilerini düzenleyen European Economic Area'nın (EEA) sağladığı ilişki çerçevesinden daha ileri bir ekonomik bütünleşme modeli üzerine oturtmalıdır. Geliştirilmiş STB ile kastedilen EEA'nın oluşturduğu ilişki modelinden daha yoğun bir bütünleşme ve Türkiye-Birlik dayanışmasıdır.

Böylece, kendi geleceği hakkında bir karar verememiş olan AB'nin üzerinden Türkiye'nin manevi ağırlığı kalkmış olacaktır. Brüksel, bugün izlediği yanlış politikalar ile Türkiye'yi bıktırma ve vazgeçirme adına Türkiye'de kendisine düşman bir halk ve devlet oluşturmaktan sürecini durdurur.

Tam üyelik sürecinin durması ve serbest ticaret anlaşmasına geçilmesi ile birlikte AB'nin Kıbrıs ve Ege gibi şartlar öne sürmek hakkı kalmayacağı gibi Türkiye'nin AB tam üyeliği için AB'ye Ulusal Program'da taahhüt ettiği yükümlülüklerden arınmış olacaktır. Ancak, Ankara'nın Ulusal Programı tekrar gözden geçirerek, ve gereken tadilatı yaparak gerçekten milli dinamiklerden kaynaklanan bir yeniden yapılanma süreci içinyaşama geçirilmelidir.

Geliştirilmiş serbest ticaret bölgesi anlaşmasının gerçekleştirilmesi için mevcut Gümrük Birliği anlaşmasının tam üyelik sürecinin iptal edilmesi gerekmektedir. Türkiye, AB ilegeliştirilmiş serbest ticaret bölgesi modeli çerçevesinde ilişkilerini yeniden şekillendirilirken Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkilerin özel niteliği gözönüne alınarak Türkiye'ye bazı ayrıcalıklar sağlanması gerekmektedir.

AB-Türkiye ilişkileri Geliştirilmiş STB eksenli olarak 2008'den itibaren yeniden şekillenmiş olmalıdır. Türkiye, 2004 ve 2008'de tam üye olacak olan ülkelerin faydalandığı mali katkıların ciddi bir bölümünden faydalanmalıdır. Türkiye, Birliğin Komisyonlarında temsil edilmelidir. Türkiye ile AB arasında özel bir komisyon kurulmalı ve Birliğin Dış İlişkiler ve Savunma konularındaki çalışmalarını Türkiye ile koordine etmesi sağlanmalıdır.

İlişkilerde mal, sermaye, hizmet ve kişilerin serbest dolaşımı esas olmalıdır.Türk vatandaşları AB ülkelerinde AB vatandaşları Türkiye'de karşılıklı olarak iş kurma ve yatırım yapma hakkına sahip olmalıdır. 2015'den itibaren bütün Türk vatandaşlarının vizesiz dolaşımı gerçekleşmelidir. Geliştirilmiş STB Türkiye'nin başka ülke veya ülke toplulukları ile serbest ticaret bölgeleri oluşturmasını engellememelidir.

AB, ekonomik fonları, Türkiye'deki ekonomik gelişmenin istikrar içinde devam etmesi için Türkiye'yi özel bir program çerçevesinde desteklemelidir. Türkiye, AB fonların tam üyeler ile parallel bir boyutta faydalanmalıdır. Türkiye, AB Komisyonlarında temsil edilmelidir. Bu yenimodelin detayları üzerinde taraflar hızla görüşmeleri sonuçlandırıcı bir tavır içinde olmalıdırlar.

Türkiye'nin bölgesel ve kültürel barışa AB tam üyesi olarak sağlayacağı katkı, AB tam üyesi olarak değil de AB ile sağlıklı bir ilişki geliştirmiş ancak sanayileşme, modernleşme ve demokratikleşmeyi "AB dışında özgün bir model" olarak gerçekleştirmiş bir ülke olarak çok daha fazla olacaktır.

Orta Doğu, Kafkas ve Orta Asya pazarları ile Türkiye arasında kurulacak sağlıklı bütünleşme modelleri Türkiye-AB ekonomik ilişkilerinin bölgesel zemini aşan ölçüde bir zeminde istikrar sağlamasına katkıda bulunacaktır. Öte yandan Türkiye, Batı dünyası ile güvenlik ilişkilerini NATO çerçevesinde sürdürmeye devam edecektir.

Böylece, bütün bir Orta Doğu ve Kafkasya/Orta Asya, kendi modernizasyon ve demokratikleşme dinamiklerine daha fazla güven duyar hale gelecektir. AB ile Türkiye arasında küresel ve bölgesel barışa katkıda bulunacak bir ilişki modeli aranmalıdır.

Brüksel ve Ankara'da "Türkiye'nin AB tutukusunu" değişik amaçlarla istismar edenler, halen izledikleri politikalarla günü idare etmekle beraber gelecekte çok derin bir düşmanlık alanının alt yapısını hazırlamaktadırlar.

Kıbrıs'tan çıkarılan, Ege'de boğulan, sunni Azınlıklar Meselesinin deşilmesi ile sosyal ve siyasal bütünlüğü zayıflatılan, Ermeni meselesi ile tarihine saldırılan ancak "sen herşeye rağmen Avrupalı olamazsın" denilecek bir Türkiye zeminin Avrupa Birliği için ortaya çıkaracağı tehdit uzayda bir kara deliğin gezegenler için oluşturduğu tehdide benzeyebilir.

Anadolu'da istikrarın bozulması 1000 senelik bir jeopolitik dengenin bozulmasıdır.Yugoslavya'da kurulan 50 yıllık jeopolitik dengenin bozulmasının dahi nelere mal olduğu hatırlanmalıdır.



[1] Diğer aday ülkeler Kopenhag Kriterlerini karşılamadan müzakere tarihi verilmiş, müzakeler sürerken üyelik tarihleri belirlenmiştir.

[2]AB tam üyeliği için bir sene önce müracaat eden Hırvatistan ile müzakerelerin bu ülke siyasi kriterleri karşılanması istemeden başlaması kararının 17 Aralık'ta alınmış olması bile ikili standartın bir göstergesidir.

[3] Ortak Avrupa kimliği inşası AB için stratejik bir hedeftir.AB bu konuda büyük kaynaklar ayırarak sürekli yeni politikalar geliştirmektedir. AB içinde serbestdolşaım ve yerleşme, yerel seçimlerde oy kullanma, bir başka AB üyesi ülkenin diplomatic temsilciliğine başvurarak yardım isteme Avrupa Parlamentosu seçimleri hem ortak kimliğin inşası çalışmalarının parçalarıdır.

[4] Nitekim Alman Dış İşleri Bakanı J.Fischer, Alman Parlamentosunda 16 Aralık 2004'de yaptığı konuşmada Hristiyan Demokratları eleştirirken, "Şimdi söz konusu olan üyelik değil, Türkiye'nin modernleştirilmesidir diyerel meselenin hegemonya boyutunun altını çizmiş ve müzakerelere karşı çıkmanın terörizm ile savaş sırasında yapılabilecek en kötü hata olduğunu ileri sürmüştür. (Milliyet, 17 Aralık 2004) Özden Sanberk'e göre 17 Aralık Belgesinin anlamı, Türkiye'nin "bir tampon bölge" olarak görülmesidir. "AB'nin" demektedir Sanberk " başından beri Türkiye'yi getirip koymak istediği yer tampon bölgeydi. Çünkü, Gümrük Birliği'ni yaptıktan sonra tam üye olmamız kendi içindeki dengeleri değiştirecek bir durum. Türkiye kendi sorunlarını bize sirayet ettirmesin, bir tampon bölge olsun stratejisi" izlenmiştir. (milliyet, 19 Aralık 2004)Sanberk'in tespitleri, Erol Manisalı'nın tespitleri ile parallellik göstermektedir. Manisalı'da AB'nin 12 Mayıs 2004'de yayınladığı "Strategy Paper" ile Türkiye'yi dış halka da konumlandırdığını belirtmektedir.(Cumhuriyet, 25 Aralık 2004)

[5] Çağrı Erhan:"AB, 17 Aralık'ta Türkiye'ye Ne dedi?", Cumhuriyet Strateji 27 Aralık 2004, Sayı 26, s.6-7;23. maddenin son paragrafı şöyledir:" The shared objective of the negotiations is accession. The negations are an open-ended process, the outcome of which can not be guaranteed beforehand. While taking account of all Copenhagen criteria, if the candidate state is not in a position to assume in full all the obligations of membership it must be ensured that the candidate State concerned is fuuly anchored in the European structures through the strongest possible bond." (Türkçesi için bkz. Dipnot 8)

[6] Madde şöyle demektedir:"Müzakerelerin ortak hedefi katılımdır. Bu müzakereler sonucu önceden garanti edilemeyen açık uçlu bir süreçtir. Bütün Kopenhag Kriterlerini göz önünden bulundurarak, şayet bir aday üye, üyelik yükümlülüklerinin tümünü yüklenecek konumda değilse, ilgili aday üyenin Avrupa yapısına tam olarak mümkün olan en güçlü bağla demirlenmesi sağlanmalıdır."

[7] Hasan Ünal, age,s.4-5 ve Çağrı Erhan age, s.6

[8] Kısılamalarla ilgili anlaşma maddesi şu şekilde ifade edilmiştir: "Uzun geçiş süreleri, derogasyonlar ve özgün düzenlemeler ile daimi korunma tedbirlerine temel teşvik etmek üzere daimi olarak elde tutulan hükümler düşünülebilir. Komisyon, bu tedbirleri uygun bir şekilde kişilerin serbest dolaşımı, yapısal politikalar veya tarım gibi alanlarda her bir çerçeve için yapacağı önerilere dahil edebilir."

[9] Polonya'nın sadece2000-2006 arasında aldığı yardım 15.3 milyar Euro'dur. Cumhuriyet, 26 Aralık 2004

[10] Fransa Cumhurbaşkanı Chirac'ın TF-1 Haber Müdürü Patrick Poivre ile yaptığı mülakat, Zaman, 17 Aralık 2004

[11] AB 2004 İlerleme Raporu

[12] Gündüz Aktan, "İcmal", Radikal, 16 Aralık 2004

[13] Hasan Ünal, "Mars'tan Toprak Satın Almak Ya Da AB'ye Girmek", s.2-3

[14] Nuray Mert, "AB Yolları taşlı", Radikal, 7 Ekim 2004

[15] Anlaşmada şöyle denmektedir:"Türk hükümeti, mevcut katılım müzakereleri öncesinde, AB'ye üye olmak için gerekli uyarlamalar üzerinde anlaştıktan ve bunları sonuçlandırdıktan sonra Ankara Anlaşması'nın uyum protokolunu imzalamaya hazır olduğunu teyit eder."

[16] Burada Bulgaristan ve Romanya vatandaşlarının üç seneden beri AB üyesi ülkelerde vizesiz girdiğinin altını çizelim.

[17] Sağlam, Erdal, "AB'ye halk desteği azalabilir", Hürriyet, 28 Aralık 2004

[18] VahapMunyar, "AB Türkiye'yi tam üyeliğe erken çağıracak" Hürriyet, 19 Aralık 2004

Alaettin Parmaksız

1951 yılında Karaman Ermenek kazasında doğdu. İlk ve orta öğrenimi orada tamamladıktan sonra o dönemde Ermenek kazasında lise olmadığı için Liseyi EDİRNE'de okudu. 1970 ylında Kara Harp Okulu'na girerek, 1973 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1974 yılında Piyade Okulu'ndan mezun oldu. 1975 yılında Komando İhtisas Kursu'nu bitirdikten sonra tayin olduğu Erzurum'da 1980 yılında Kara Harp Akademisi'ni kazanarak, 1982 yılında Kara Harp Akademisi'ni bitirdi. 1992–1993 yılında NATO Savunma Koleji'ni, 1996 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi.

Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra1982–1984 yıllarında KIBRIS'ta, 1984–1990 yıllarında Genelkurmay Karargâhı Harekât Başkanlığı'nda görev yaptı 1990–1992 Yıllarında HAKKARİ'de Dağ ve Komando Tabur Komutanlığı, 1992–1993 Yıllarında Genelkurmay Karargâhı Anlaşmaları İzleme Şubesi'nde proje subaylığı, 1993–1995 yıllarında Güney Kore Askeri ataşeliği, 1995–1996 Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı Kurmay Başkanı ve AZERBAYCAN 887 Tugay Eğitim Komutanlığı, 1996–1997 Kara Kuvvetleri Psikolojik Harekat Şube Müdürlüğü, 1997–1999 Gökçeada 5. Komando Alay Komutanlığı görevlerinde bulundu.

1999'da Tuğgeneralliğe terfi ederek Dağ ve Komanda Tugay Komutanlığına atandı. Hakkâri'de iki yıl tugay komutanlığını müteakip, 2001 yılında Edremit'te bulunan 19. Piyade Tugay Komutanlığı'na atanarak, iki yıl bu görevi yaptı. 2003'te Tümgeneralliğe terfi eden ve Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanlığı görevine atanan Emekli Tümgeneral Parmaksız, 2004 yılında Tümgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli oldu. 

4 yıl boyunca görev yaptığı Hakkari anıları ile bitirilemeyen terörün nedenleri, çözüm için uygulama modelleri ve terörle mücadelenin analizinin yapıldığı “BURASI HAKKARİ ANKARADAN GöRüNDüĞü GİBİ DEĞİL” adlı kitabı yayınlanmıştır. Parmaksız, evli ve iki erkek çocuk babasıdır.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display