< < Çin'in Uzun Yürüyüşü: İzlenimler, Düşünceler


Çin'in Uzun Yürüyüşü: İzlenimler, Düşünceler

Bu makale 8 sene önce 6-15 Aralık 2003 tarihleri arasında bir Çin gezisi sonrasında kaleme alınmıştır.

ABD-Çin ilişkilerinin tekrar önemli bir şekilde gündeme oturduğu günlerde, arşivden çıkardığımız bu makaleyi tekrar okuyucunun gündemine taşıyoruz.

 

Dünyada dolaşan heyula

Marx, 'Komünist Manifesto'ya Avrupa'da dolaşan bir komünizm heyulası olduğu saptamasıyla başlar. Modern zamanlarda zihinlerimizden heyulalar eksik olmuyor. Kendimizi ayağımızın altından kayıp giden dünya karşısında "sağlamda" hissedebilmek için, doğru ya da yanlış oluşunu fazla irdelemeksizin heyulalar üretmek zorunda kalıyoruz. 11 Eylül Miladı'ndan beri hepimiz, uluslar arası terörizmin ve ABD'nin sahip bulunduğu güçlerle ilgili bir enformatik bombardıman altındayız. Bir yandan medyanın gerçekliği neredeyse "mikroskobik" denilebilecek boyutta, en ince ayrıntısına kadar görme alanımıza taşımasının rehavetini yaşarken bir yandan da maruz kaldığımız bombardımanın zihinlerimize boca ettiği veri yığını karşısında çaresiz, ne yapacağını bilemez bir halde kala kalıyoruz. Herkes, birçok şey söylüyor; bir yerlerde savaş oluyor, bazısı uzaklarda ama çoğu kapımızın önünde, evimizin içinde bombalar patlıyor…

 

Tüm bu kargaşanın içinde arada bir herkesin üzerinde anlaştığı ve hep bir ağızdan tek bir şey söylediği ifadeler duyuluyor. Bu ifadeler, Doğu'dan bir devin, "Çin devi"nin uyandığını anlatmaya çalışıyor. SSCB'nin bir anda paldır küldür devrilmesinin ardından bir süre nasıl olsa Çin de aynı akıbete uğrar diye bekleyen ve Tian Anmen Meydanı'nda meydana gelen bir dizi olayın ardından Çin'in meşum akıbetinden emin olan dünya kamuoyu, birden bire ters bir rüzgarın etkisine kapıldı. Şimdi hepimiz, içten içe dünyada dolaşan gerçek heyulanın Çin olduğunu düşünüyoruz. Ama özellikle 11 Eylül'ün ardından Müttefiklerin Afganistan'ayaptığı harekattan kaçan Taliban ve El-Kaide militanlarının Çin tarafından desteklendiği söylentileriyle birlikte, heyulası giderek yoğunlaşan bu Çin'in in mi cin mi olduğu konusunda bir fikir yürütemiyoruz. Hatta sosyalist mi kapitalist mi olduğu hakkında bile bir çoğu zaman berrak bir fikir sahibi olamıyoruz.

 

Heyulası zihinlerimizde dolaşıp duran Çin'i yakından görmek amacıyla, bir süreden beri aramızda sürmekte olan karşılıklı bilgi alışverişi toplantılarından birini daha gerçekleştirmek üzere Çin silahlı kuvvetlerinin resmi stratejik araştırmalar merkezi olan CIISS'ın (Çin Uluslar arası Stratejik İncelemeler Enstitüsü) davetlisi olarak, 6 ve 15 Aralık 2003 tarihleri arasında, bir ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) heyetinin içinde, Çin'deydik. Gezimiz Başkent Beijing (Pekin), tarihte birçok yanıyla ama şimdi New York'a meydan okuyan gökdelenleriyle ünlü Şanghay ve Güney Batı Çin'deki büyük bir sanayi ve ticaret merkezi olan Goungzhou'yu kapsıyordu. Her biri İstanbul'dan büyük olan bu iç dev şehri gezip gördük, insanlarla konuştuk, davetlisi olduğumuz CIISS yetkililerinin ve onun aynı zamanda Genel Kurmay Başkan Yardımcısı olan Başkanı Sayın General Xiong Gunangkai'nin yanı sıra Çin Dış İşleri Bakanlığı'na bağlı bir think tank olan CIIS (Çin Uluslar arası İncelemeler Enstitüsü) ve Çin Dünya Ekonomisi ve Politikası Enstitüsü, Çin Sosyal Bilimler Akademisi yetkilileriyle ayrıntılı görüşmeler yaptık.

 

Bu gezi boyunca görüp işittiklerimizi ve onların bizde yol açtığı düşünceleri sizlerle paylaşacağız. Elbette bir gezginin, iş gezisinden dönen bir iş adamının anlatım tarzını ve üslubunu izlemeyeceğiz. "Çin heyulası nedir?", "Bu heyula neden şimdi ortaya çıkmıştır?", "Çin, dünyamızın gidişatını ve zihinlerimizin işleyişini nasıl etkileyecektir?" Bu sorulara önceden verdiğimiz cevaplar, görüp işittiklerimizden etkilenerek belli bir değişikliğe uğradı. Bu sorulara verdiğimiz yeni cevapların, kendi aramızdaki tartışma sürecinden geçerek size ulaşmasını ve Çin heyulasına bakışımızın hiç değilse belli ölçülerde Çin gerçekliğine bakışa dönüşmesini diliyoruz.

 

Bu arada Türkiye'den Çin heyulasını aydınlatmak amacıyla gözlemlerde bulunurken bir başka şeyi, bir Türk'ün kendini Batılı gibi hissetmesi için en kolay yolu öğrendik: Çin'de yaşamak. Çin'de olduğunuz sırada etnik kimliğinizin ayırt edilmesine imkan yok, siz de Batılılardan birisisiniz. Nasıl Asyalı çekik gözlü morfolojiye sahip yabancılarla karşılaştığımızda, onların hepsini birbirine benzetiyorsak, Batılı morfolojideki insanlar da Çinliler için aynı yapıda. Hepimizi birbirimize benzetiyorlar. Tian Anmen Meydanı'nda Mao Zedung'un mezarını ziyarete veya Saklı Şehri gezmeye gelmiş Çinliler yanlarındaki ilk kez Batılı gören çocuklarına sizi de gösterip gülecekler, muhtemelen "Bak çocuğum dünyada ne tuhaf insanlar var!" diye fısıldayacaklardır kulaklarına. Bize öyle yaptılar. Çin'de hangi ülkeden olduğunuzla ilgili bir iddiaya tutuşma fırsatı yakalarsanız eğer düşünmeden iddiaya girin; çünkü kazanma şansınız çok yüksek. Sizin İngiliz, İtalyan, Alman olduğunuzu söyleyeceklerdirama asla Türk olduğunuz akıllarına gelmeyecektir. Sıradan Çin insanının ne Türkiye'den ne Türklerden haberi var. Siz siz olun onlara, "Şu uzunluğu üç bin kilometreyi bulan ve uzaydan saptanabilen tek insan yapımı eser diye öğünüp durduğunuz Çin Seddi'ni, ki onlar Büyük Duvar diyorlar, bizim atalarımızın akınlarından korunmak için yaptınız!" da demeye kalkmayın, anlamazlar. Çünkü her ne kadar "Türk" adına ilk Çin kaynaklarına rastlansa, Türkiyat konusunda Çin kaynakları vazgeçilmez değerde olsalar ve Çinli yöneticiler ve akademisyenler bunları çok iyi bilseler de sıradan Çinli için Kuzey'den gelenler, yalnızca Barbar topluluklardır. Türk olduğunuzun Çin'de heyecan yaratacağı kimseleri ancak yöneticiler, akademisyenler ve Doğu Çin'e göre oldukça yoksul kalmış Batı Çin'deki Sincan Eyaleti'nde ki bu coğrafyanın adı Doğu Türkistan'dır, yaşayanUygur Türkleri arasından bulabilirsiniz. (Bizim gezi programımıza Çinli ev sahiplerimiz, çok soğuk olduğu için Uygur Türklerinin yaşadığı bu bölgeyi koymamışlardı. Ama biz karşılaştığımız Uygur Türklerinden özellikle ana dil, kültürel varlıkların korunması ve din özgürlüğü konusunda oldukça ciddi yakınmalar işittik. Bunları belki başka bir zaman daha yakından gördüğümüzde daha ayrıntılı anlatabilme şansımız olacak.) Haa bir de geçenlerde Kore ve Japonya'da yapılmış olan, üçüncülükle bitirme şanına eriştiğimiz Dünya Futbol Şampiyonası'nı izleyen futbol meraklıları, aynı grupta oldukları biz Türkleri çok iyi biliyorlar ve bizi bir futbol devi olarak anıyorlar.

 

Oysa bizim, yalnızca bizim değil dünyada yaşayan herkesin bir Çin algılaması ve iyi ya da kötü bir Çin ve Çinli imgesi vardır. Nasıl olmasın? Dünyada yaşayan insanları 1,3 milyar Çinliyi, Dünyanın Doğu'sunu, büyük bir yer işgal eden Çin'i bilmeden düşünmek imkansız. Hatta öyle ki dünyada üçüncü büyük yüzölçümüne sahip olmasına rağmen, bu dev nüfusu uzun süredir Çinli yöneticileri de kara kara düşündürüyor. Çin'de uzunca bir zamandır, "her aileye tek çocuk" titizlikle uygulanan bir devlet politikası. Bu nedense dünyadaki hiç kimseyi rahatsız etmeyen, gayri insani politika, şimdiden bazı komplikasyonlara yol açmış bile. Tek çocuk haklarını erkek çocuk lehine kullanmak isteyen Çinli aileler, gebeliğin ilk aylarında yapılan tetkiklerle saptadıkları çocuğun cinsiyeti kız ise kürtajla aldırma yoluna gidiyor. Bu türden uygulamalar, Çin'deki doğal dengeyi çoktan bozmuş, doğan 100 kız çocuğuna karşılık, 120-130 erkek çocuk dünyaya geliyor resmi raporlara göre.

 

Çinli diye bilinen insanların yaklaşık %94 ünü, Çince konuşan ve ortak bir kültürü paylaşan Han Çinlileri oluşturur. Geri kalan nüfusta ise, başlıcaları Uygurlar, Moğollar ve Tibetler olmak üzere toplam elli altı ayrı etnik grup bulunuyor. Kuzeyde Mandarin, Güneyde kanton dili diye adlandırılan iki ana lehçeye sahip olan Çince'nin 50'nin üstünde lehçesinin olduğunu ve üstelik bu lehçelerin birbirini anlamasının neredeyse imkansızlığını öğrenmek oldukça şaşırtıcı. Çin Halk Cumhuriyeti'nde bu kaotik dil manzarasının sorunlarını giderebilmek amacıyla Pekin yöresinde konuşulan Han lehçesi ortak eğitim ve resmi yazı dili olarak kabul edilmiş.

 

 

 

Değişim öncesi Çin

 

Çin'in yalnızca bugün değil hemen her zaman tüm dünyada dolaşan bir heyulası oldu. Milattan 16. Yüzyıla kadar Çin'in dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden birisi, belki de birincisi olduğu kabul edilen bir olgu. Milattan Önce dört bine kadar uzanan tarihi boyunca, bazen tüm Türkistan ve Moğolistan'ı içine alacak kadar genişleyecek, bazen ancak Sarı Irmak bölgesinde hüküm süren küçük bir devlet sınırlarına çekilecek kadar çok değişik büyüklüğesahip olsa bile yine "Çin" dediğimizde anlaşılan bir asıl Çin hep vardı. O güne kadar dünya ekonomisinin motoru konumundaki Çin, 15. Yüzyılın sonunda, ülkedeki Marksist eğitime göre Sanayi Devrimi'nin üretici güçlerine yetişememenin sonucu olarak değerlendirilen bir gerileme ve çöküş dönemine girdi. Çinli ve Japon korsanların saldırısından korkarak iç bölgelerdeki güvenli yerlere kaçışan Çin halkını, Kuzeydeki kabileleri etrafında birleştiği Mançu şefi yeniden denetimi altına aldı ve Mançu hanedanı böylece başlamış oldu. Çin tarihi, iktidarı ele geçiren sülalelere göre anlatılır. Mançu hanedanı, 1911'de kurulan Cumhuriyetle birlikte yıkıldı ve hanedan sülalelerinin sonuncusuydu. Başlangıçta birkaç parlak başarı kazanılsa da Mançu hanedanlığı dönemindeki Çin tarihinin son iki yüzyılı oldukça karışık.Yalnızca, 1850'de çıkan Taiping Ayaklanması olarak bilinen, 1864'e kadar süren iç savaşta 20 milyon kişi yaşamını yitirdi. Ülke, İngiliz ve Japonların, kapitülasyon dayatmaları, yer yer işgalleri ve iç karışıklıklarla kasıp kavruluyordu. İngilizlerin Çin'den satın aldıkları ipek ve çay ticaretini büyütebilmek için sömürgeleri Hindistan'ın Bengal Eyaleti'nde yetiştirdikleri afyonu Çin'e sokmaları ve Çinlileri afyon bağımlısı yapmaya çalışmalarının sonucunda oluşan gerginliklerin yol açtığı 1840-1860 yılları arasındaki Afyon Savaşları tarihin en enteresan gerekçeli savaşlarındandır. Hong Kong, geçenlerde anlaşma gereği tekrar Çin denetimine geçene kadar, bu savaşlar yüzünden İngiltere'ye bırakılmak zorunda kalındı. Özellikle 1984'te Japonya ile yapılan savaşın sonrasında Çin, Japonlar ve Avrupalı ülkelerce paylaşılmak istendi, Çinliler bu saldırganlıklara en ünlüsü Kuzey Çin'deki köylüler tarafından örgütlenmiş Boksör Ayaklanması olarak bilinen isyanlarla karşılık verdiler.

 

1911'de Cumhuriyet ilan edilir ama iç kargaşa bir türlü sona ermez, ülke birliği sağlanamaz, Savaş ağaları birbiriyle savaşmaya, yoksul köylülerin mallarını yağmalamaya başlarlar. Komünistler tarafından Çin'deki burjuva demokratik devriminin lideri kabul edilen, ilk Cumhurbaşkanı Sun Yat Sen'in kurduğu Halk Partisi'nin (Kuo-Min Tang) başına, onun ölümü üzerine 1925'te geçen Çan Kay Şek, bir yandan onların yardımıyla savaş ağalarını yenip 1927'de merkezi hükümeti kurmaya muvaffak olurken bir yandan da komünistleri partiden tasfiye eder. Her zaman daha isyankar olmuş Güney Çin'e, -ki bizim gittiğimiz Kanton Eyaleti'nin Başkenti Goungzhou Güney'in en büyük kentidir; bura halkının bir başka özelliği de sinek, fare dahil hemen tüm canlıları yemek listelerine dahil etmeleridir. SARS'ın bu kentten patlak vermesi, Çin'in diğer bölgelerindeki insanlar tarafından onların bu her şeyi yeme tabiatlarına bağlanır- sığınan Mao Zedung başkanlığındaki komünistler, 1934'te Çan Kay Şek'in birliklerince kuşatılır ve Mao Zedung, yüz bin kişiyle birlikte, bir yıl süren, 9.500 km.lik bir yürüyüşe katlanarak bu kuşatmayı yarar veKuzey'de Shaanxi bölgesine geçer. Sağ kalan 20 bin kişiyle burada komünist yönetimi kurar.

 

1931'de zaten Mançurya'yı işgal etmiş durumda olan Japonya, 1937'de bu kez Pekin'e saldırdı. Çan Kay Şek başlangıçta, Japonlara karşı Mao'nun yönetimindeki Kızıl Ordu'yla birleşerek mücadele etti. 2. Dünya Savaşı başlayınca, Çin-Japon savaşı bu savaşın bir parçası oldu ve 1945'te müttefik ordularının Japonya'yı atom bombasıyla saf dışı etmesine kadar bu savaş sürdü. 1947'de milyonlarca köylüyü kendi saflarına katmayı başarmış olan Çin komünistleri ile Kou-Min Tang arasındaki iç savaş başladı. Komünistler, Çan Kay Şek'in ordusunu her cephede yenilgiye uğratıyorlardı. Çan Kay Şek ordusu ve yandaşlarıyla birlikte, henüz elinde bulundurduğu Deniz Kuvvetleri'yleTayvan adasına çekildi ve orada Milliyetçi Çin olarak bilinen Çin Cumhuriyeti'ni kurdu. Mao Zedung ise 1 ekim 1949'da Çin Halk Cumhuriyeti'ni ilan etti.

 

Çin Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşu, bu nedenle bir bakıma Çan Kay Şek'in temsil ettiği Beyaz Güçlere karşı sürdürülen bir Halk Devrimi'nin sonucu olarak görüldüğünden ve kurucu unsurun "öteki"si olma işleviyle donatılan Milliyetçi Çin hala var olduğundan ve dünya sistemi tarafından desteklendiğinden, Tayvan sorunu, Çin için adeta bir namus sorunudur. Tayvan sorunu, Çin Halk Cumhuriyeti'nin kimliği için çok yüksek sembolik değeri nedeniyle, her türlü konuda her türlü tavizi göze alacak kadar bir yumuşama politikası içindeki Çin yönetiminin asla taviz vermeyeceği, gerekirse hiç çekinmeden savaşı göze alabilecekleri bir yegane konudur. Görüştüğümüz Çinli yetkililerde, bu konudaki hiç de rasyonel olmayan kararlılık inanılmaz boyutlardaydı ve hepsi de "savaşırız" lafını çok rahatlıkla edebiliyorlardı. Biz Çin'de bulunduğumuz sırada Çin Başbakanı ticaret sorunlarıyla birlikte Tayvan sorununu da görüşmek üzere ABD ziyareti yapıyordu. Çinli yetkililerin bu görüşmeler sırasındaki gerginlik ve telaşlarına bizzat tanık olduk.

 

Mao Zedung önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti, kendini uluslar arası sisteme kapatmış, planlı ekonomilerle "Demokratik Halk Devrimi" adını verdikleri stratejiyi uygulamaya çalışıyordu. 1966-1968 yılları arasında kapitalist yola dönülmesini engellemek amacıyla ünlü "Kültür Devrimi" hayata geçirildi. Kültür devrimi'yle iç barışını sağlayan Çin 1971 yılında Birleşmiş Milletler'e katıldı. Genel Kurul'da ve Güvenlik Konseyi'nde "daimi üye" sıfatıyla Tayvan'ın yerini aldı.Bu arada Stalin'in ölümünün ardından SSCB'nin revizyonistlerin eline geçtiği ve kapitalist yola geri döndüğü gerekçesiyle, bu ülkeyle başlayan gerginlikler, zaman zaman sınır çatışmalarına yol açan düşmanlık boyutlarına varmıştı. Çin SSCB'den bağımsız bir silahlanma ve uluslar arası ilişkiler politikası geliştirmeye başlamış, kendi nükleer silahlarını geliştirmişti. Üç Dünya Teorisi çerçevesinde SSCB ve ABD'e karşı İkinci Dünya adını verdiği Avrupa ve Japonya ile Üçüncü Dünya ülkeleriyle ittifaka ve bu çelişkilerden yararlanarak dış güvenliğini sağlama almaya çalışıyordu.

 

Bizim Çin'de gördüklerimizin bir kısmını 9 Eylül 1976 daki ölümüne kadar Mao Zedung'un inşa ettikleri oluşturduğu için bu tarihçeyi verdik. Çünkü Mao Zedung heykellerini ancak birkaç yerde görsek de, anlayışlarda birçok değişiklik olsa da, O'nun kurduğu Parti, Kızıl Ordu ve yönetim sistemi hala tüm canlılığıyla ayaktaydı. Ülkenin her yerinde Mao Zedung dönemindeki bayrak dalgalanıyordu. Evet Mao adına törenler düzenlenmiyor, her yerde onun adına rastlanmıyordu ama Rusya'da olduğu gibi Çin'de bir "devri sabık" yaratılmamıştı; inanılmaz değişiklikler olmasına rağmen, bizzat bu değişikliklerin mimarları kendilerini Mao Zedung'undevamcısı olarak görüyorlardı. Halk, Mao Zedung'u seviyordu. Temel Eğitim, Marx ve Mao Zedung düşüncesi üstüne kuruluydu hala. Ancak çok yeni bir yorum ile.

 

 

 

Deng Xiaoping'in Milli Kalkınma Stratejisi

 

Her şey Mao'nun ölümüyle başladı. Deng Xiaoping ve yandaşları, artık sürekli devrimin sona erdirilmesini ve Çin'in her alanda batı'ya açılmasını istiyorlardı; başlarını Mao'nun dul eşinin ve üç arkadaşının çektiği, eski yol taraftarı "dörtlü çete"yi saf dışı ederek Parti'ye, Ordu'ya ve Çin'e kendi anlayışlarını egemen kıldılar. Çin, teknoloji, sanayi, ulaştırma ve inşaat alanlarında Batı'yı ülkeye buyur etti. Genellikle "yap-işlet-devret modeli"ne uygun olarak Çin'de inanılmaz bir yabancı yatırım hamlesi başladı. Binlerce Çinli bilim ve teknik alanlarında eğitim almak üzere Batı ülkelerine ve Japonya'ya gönderildi.

 

Çin'e indiğimiz Beijing havaalanından başlayarak dolaştığımız üç büyük şehirde, özellikle adeta New York'a meydan okurcasına yükselen gökdelenleriyle Şanghay'da karşılaştığımız, olağanüstü şaşırtıcı gelişmişlik manzaraları, devasa binalar, ileri teknoloji, dudak ısırtıcı şehircilik, zerafet ve konukseverlik, Batı'da olan her şeyi rahatça bulabilme imkanı sağlayan dev plazalar Deng ile dönülen bu viraj sonrası uygulanan politikaların ürünüydü.

 

1978 yılında dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi iken, 2001 de ikinciliğe yükselen Çin'in milli geliri ABD'nin yarısını biraz aşarken, Japonya'dan %60 oranında daha büyük olarak gerçekleşmişti. Son yıllarda %8 lere gerilese de 1980'lerden beri genellikle çift rakamlı olarak seyreden büyüme hızı, böyle devam ederse eğer 2015 yılında Çin'in dünyanın en büyük ekonomisi haline geleceği artık herkes tarafından biliniyor. Bir karşılaştırma yapacak olursak, Çin, ABD'nin dört buçuk misli bir nüfusa sahip ama asıl fazlalık işgücü oranlarında, 760 milyonluk işgücü ile Çin ABD'nin 130 milyonluk işgücünün altı katı. Galiba Deng de tüm politikasını bu basit matematik gerçek üzerine oturttu. Çünkü görüştüğümüz tüm Çinli yönetici ve akademisyenler, ağızlarını açtıklarında gururla söze, "henüz verimliliği düşük ve % 80 ni kırsal alanda bulunsa da, yüksek işgücü oranlarımız" diye başlıyorlar.

 

Deng iktidarı ele geçirdikten sonra, dünya çapında bir savaşın çıkmayacağı ve Çin'in yüksek işgücü hesaplarına dayalı olarak, 1980 de yetmiş yıl sürecek "Üç Aşamalı Bir Milli Kalkınma Stratejisi" ortaya koymuş ve 1987 yılında yapılan Komünist Partisi'nin 13. Kongresi'nde bu görüşlerini kabul ettirmişti. Birinci aşamada, 1980-1990 yıllarını kapsayacak, Çin'in kişi başına GSMH oranı bir kat artarak 250 Dolardan 500 Dolara, halkın yaşam standardı açlık seviyesinden doyum refah düzeyine gelecekti. İkinci aşama, 1990-2000 yılları arasına yayılacak, GSMH oranı bir kat daha artarak 1000 Dolara, halkın yaşam standardı "küçük refah" düzeyine ulaşacak, Çin dünyanın önde gelen ülkeleri arasına girecekti. Üçüncü aşama, 30-50 yıl alabilir, 2050 ye kadar uzanabilirdi. Bu son aşamada Çin nüfusu 1,5 milyar olursakişi başına GSMH 4000 dolar düzeyini bulacaktı. Böylece 6 trilyon Dolar GSMH oranıyla Çin, yalnızca ekonomik bir süper güç olmakla kalmayacak aynı zamanda küresel ve özellikle bölgesel siyaset ve güvenlik alanında da büyük bir etki yaratabilecekti.

 

10 ekim 2000 tarihinde yapılan ÇKP 15. Kongresi'nde Başkan Jiang Zemin, ikinci aşamanın tamamlanarak üçüncü aşamaya geçildiğini duyurdu. Zemin'in bu açıklaması, Çin'in belli bir Milli kalkınma Stratejisi olduğunun ve yapılanların bilinçsizce değil bu çerçevede hayata geçtiğinin kanıtıydı. Bu arada anlayışlarda da bazı değişiklikler olmuştu. Çin aklını temsil eden yetkililer, Çin politikalarının her liderle ortaya konan ilkelere göre şekillendiğini, bu nedenle Çin'in ne yapmak istediğini anlamak için liderliğin sözlerine bakmak gerektiğini söylüyorlardı. Deng Xiaoping'in klasik Marksistlerce oportünist ve pragmatist bulunan politik ilkeleri Çin'in milli siyaseti için çok önemliydi ve Zemin'in ortaya koyduğu ilkelerle yepyeni bir veçhe kazanıyordu. Mao ve Deng'ten sonraJiang Zemin, Komünist Partisi'nin işçi sınıfının değil tüm halkın partisi olduğunu, zenginlerin de partiye üye olabileceğini ve partinin yeni bir kültürün temsilcisi olduğunu duyurarak adeta komünist ideolojiyi Çin'e özgü hale getiriyordu. Çin'deki kurulu düzen, klasik Marksizm'in şablonlarıyla değil, Çin'in kendi özgü yolunu anlamaya çalışarak kavranabilirdi. Çin, tek partili, serbest piyasayı önemseyen, karma ekonomiye dayalı kendine özgü bir yol benimsemişti. Bu uğurda herkesle oyunun kuralına göre ittifak yapmaya, uluslar arası kuruluşlara katılmaya hazırdı. Bu nedenle her ne kadar arada ilkelerin uygulanması konusunda mızıkçılık yapsa da Aralık 2001 de Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmıştı ve 2005 te tüm dünya ülkeleri gibi kotaların kaldırılmasına kendisini hazırlıyordu. Kendisine insan hakları ve demokrasi alanında yöneltilen sorular karşısında da gerektiğinde sağır kalmayı bilecek kadar umursamazdı, çünkü gidilecek yolları vardı ve insan haklarının evrensel olamayacağı, ülkeye ve kültüre göre değişeceği fikrindeydiler. Galiba, komünizm kılığına bürünmüş ulusalcı direnç burada gizliydi. "Biz kendi yolumuzdan gitmek koşuluyla, sizinle aynı oyunun kurallarını paylaşmaya hazırız; şimdi konuşmadığımıza bakmayın, güvendiğimiz bir yerler var. Bu güven, tek parti, tek ideoloji altında hareket ettirebildiğimizkalabalık Çin halkına bağlıdır" demek istiyorlardı.

 

CIISS Başkanı ve aynı zamanda Genel Kurmay Başkan Yardımcısı, "Önümüzdeki 20 yıl çok önemli. Dünyadaki ekonomik yarışa katılmak ve ekonomimizi dört kat daha büyütmek için var gücümüzle çalışıyoruz… 11 Eylül'den sonra dünya için en büyük iki tehlike terörizm ve hegemonyadır. Çin her türlü hegemonyaya karşıdır" derken görüştüğümüz birçok Çinliden duya duya ezberlediğimiz politikayı özetle ifade ediyordu. Önemli yetkililerin, "20 yıl sonra ABD bu kadar gururlu olamayacak" diye ifade ettikleri bu politikayı halk da benimsemişti, herkes 20 yıl sonra çok mühim şeyler olacağına inanıyordu. Bunlardan "çok partili sistem bize uymaz, parçalanır dağılırız" diyen bir üniversite mezununa, 20 yıl sonra iyi şeyler olacağını nereden bildiğini sorduğumuzda aldığımız cevap ise ilginçti: "Bize öyle söylüyorlar!"Bu ifadede, "bizi kandırıyor olabilirler" gibi bir ton yoktu. Söylenenlere inanıyor görünüyordu. "Söylenenlere inanmak", sessizlik, sakinlik ve çalışkanlık Çin toplumsal psikolojisinde ilk bakışta gözen çarpan şeylerdi. Beijing'teki ucuz alışveriş yapılan sokak çarşılarının birinde, peşimize adeta yapışmış ve mutlaka bir şey satmak için canhıraş biçimde çaba gösteren satıcıların, çarşının kapanma vakti geldiğinde bir yetkilinin düdüğüyle 5 dakika içinde küçük sokak dükkanlarını nasıl toparladıklarını görmek, Çin halkının bu psikolojisini anlatan kanıtlardandı. Olağanüstü denebilecek teknolojik donanıma ve ergonomiye sahip Beijing ve Şanghay havaalanlarında binlerce insanın işlerini tam bir sessizlik ve düzen içinde sürdürmesi, büyük cadde ve meydanların onca kalabalığına rağmen belli bir ahenke sahip olması, yine bu psikolojinin kanıtı olarak görülmeye değerdi.

 

Çin'in SARS krizine rağmen yaptığı ekonomik hamle ve gelecekte ortaya çıkacak muhtemel başarıları konusunda, birçok yerden birçok veri edinebilirsiniz. Biz burada bunlar üzerinde durmak yerine, bu kalkınma stratejisinin bazı sorunlarına değinmek istiyoruz.

 

Deng Xiaoping'in düşüncelerinden birisi de sözünü ettiği bu kalkınma stratejisinin "iki genel vaziyet"e bağlı olarak yürütülmesi gerektiğiydi. Birinci vaziyete göre, ilk zenginleşecek yerler güneydoğu deniz kıyısı bölgesidir; bu bölgede uygulanacak ayrıcalıklı politikayı, batı bölgesi ses çıkarmadan izlemelidir. Birinci vaziyet tamamlandığında ikinci vaziyete geçilecek, doğu bölgesindeki gelişmeler belli bir aşamaya ulaştıktan sonra bölge sermayesi ve teknolojisinden istifade ederek batı bölgesinin kalkınmasına yardımcı olunacaktır. Çin, bu politikayı aynen uygulamıştır. Örneğin 1978-2000 tarihleri arasında Çin'e gelen toplam 3000 Milyar ABD Doları yabancı sermayenin sadece %3 ü batı bölgesine yatırılmış; reformun başladığı 20 yılı aşan süreden beri, ekonomik olarak Çin'in doğusu ve batısı arasında çok büyük bir fark ortaya çıkmıştır. Zaten var olan dengesizliğin büyümesi batıda yaşayan insanlarda ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bu büyük bölgesel farktan dolayı, geri kalmış bölgelerde yetişmiş insan gücü ve sermaye sürekli dışa doğru akarken zengin bölgeler de enflasyonist bir baskı ve güvenlik sorunu ile karşı karşıyadır. Böylesine büyük bölgesel farklılık, doğal olarak adalet sorunlarını da birlikte getirmektedir.

 

Benzer bir farklılık, nüfusun hala % 80 ninin yaşadığı kırsal kesimle şehirler arasında söz konusudur. Öyle ki kişi başına gelir şehirlerin lehine 10 kat daha büyüktür. Şehirler aldıkları göç nedeniyle, giderek büyüyen bir işsizler ordusu yükünü taşımak zorunda kalmaktadır. Bu sorunların Çin hükümeti de, farkındadır. Bu nedenle 1999 yılında "Kuzeybatı Bölgeleri Kalkınma Projesi" yürürlüğe konmuştur. Bu sorunlar nedeniyle konuştuğumuz akademisyenler içinde Çin'in geleceğiyle ilgili olarak en temkinli konuşanlar ekonomistlerdir. Dünya Ekonomisi ve Politikası Enstitüsü Başkan yardımcısı He Fen, bir Harvardlı olmanın edasıyla sakin biçimde sorularımızı savuşturmaya çalışırken, Çin ekonomisindeki eşitsiz gelişimden, bankacılık sisteminin şeffaf olmamasından ve Çin'in uyguladığı haksız tarifelerden kaynaklanan sorunların büyüklüğü karşısında ezildiğini de belli ediyordu. Ona göre Çin zaman içinde tüm kurallara uyacaktı; verilen kredilerin karşılıksız kalması sorunu Çin'in zengin dözviz rezervleriyle aşılabilirdi; yabancı bankaların Çin'de serbestçe çalışmaları , halkın onlara yönelmesi gibi bir sorun ortaya çıkarmazdı; ucuz iş gücügerçekti ama Çin hükümetinin sosyal yardımları da hesaba katılmalıydı; Çin'in hep eleştirilen ticaret fazlası zaten inişe geçmişti; Çin'de Rusya'daki oligarkların ve mafiyöz yapıların çıkması, zenginlerin siyasi etkinlik göstermesi imkansızdır. He fen çok temkinliydi: "Eskiden Çin yakalama stratejisi izliyordu; şimdi ise istikrarı önemsiyor. Bu nedenle dünyanın en büyük ekonomisi olmamız zor. Bundan sonra Çin, ne çok kötü olur geri gider ne de birden bire ileri fırlayarak çok iyi olur."

 

Çin ve ABD arasındaki büyük satranç

 

Çin, her şeyden önemli gördüğü Milli Kalkınma Stratejisini gerçekleştirebilmek için başta dış ticaret ortaklarının % 70'inin yer aldığı, Pasifik ve Orta Asya olmak üzere, uluslararası barış ve toplumsal istikrar ortamına ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle Çin dış politikası da bu kalkınma planına uygun bir çizgi izlemiştir. Ordu da bu kalkınma planının gerçekleşebilmesi için bir Askeri Dış ilişkiler Politikası geliştirmiştir.

 

Çin, bölge güvenliğinin sağlanması için bölgedeki diğer güçlerle, APEC, ASEAN; ARF gibi ekonomik ve güvenlik forumları oluştururken, Japonya, Hindistan, Vietnam ve Güney Doğu Asya'nın diğer ülkeleriyle var olan sınır sorunlarını, onların iştahını kabartan Çin pazarı kartını oynayarak ve ekonomik işbirliğini ön planda tutarak geçici olarak karantinaya alma yoluna gitmiştir. Sınır bölge güveliğini sağlayabilmek için Rusya, Kazakistan ve Tacikistan ile tarihten kalma sınır sorunlarına barışçı bir yaklaşım geliştirmeye çalışmış, Nisan 1996 da bu ülkelerle Şanghay Beşlisi adında bir örgütlenme oluşturmuştur. Bu örgüt, Haziran 2001'de Özbekistan'ın da iştirakiyle Şanghay İşbirliği Örgütü adını almıştır.

 

Çin, tüm bu girişimlerle kara ve denizden gelebilecek stratejik kıskaçlardan kurtulmanın bir yolunu bulmuş gibidir.Ancak Çin'in durdurulamayan büyümesi ve ardından ABD'nin başında olduğu tek kutuplu dünya düzenine karşı çok kutupluluğu savunan bir stratejiyi dillendirmeye başlaması, bir süreden beri "Çin tehdidi" olarak algılanır hale gelmiştir. Çin'in tehdit olarak algılanmasında ABD'nin bu ülkeye karşı izlediği politikaların değişmesi en önemli rolü oynamaktadır.

 

Clinton hükümetinin ilk döneminde Asya-Pasifik'e karşı yeni bir ABD ilgisi oluşmuştu. Bölge ülkeleriyle ekonomik ve askeri işbirliğini artıran ABD, bölgede çatışma ihtimali yüksek durumların bir biçimde Çin ile ilişkili olduğu ve güvenliğin ancak kendileri tarafından sağlanabileceği fikrindeydi. Çin'e karşı hem "angajman" hem "çevirme" politikası yürütülmesinden yanaydı. Clinton hükümetinin ikinci döneminde Mart 1996'da Çin'in Tayvan'a yönelik düzenlediği askeri tatbikat sırasında yaşanan krizin sonucunda ABD'nin Çin politikası değişmeye başladı. Clinton hükümeti, bir biçimde Çin'in ileride uluslar arası sisteme uyacağına ve demokrasi yolunda ileri adım atacağına inandı ve Çin ile stratejik ortaklık ve işbirliği ilişkileri geliştirmenin çarelerini düşündü. Oysa Pentagon, tam tersi kanaatteydi, sürekli olarak 21. Yüzyılda ABD'e meydan okuyabilecek tek gücün Çin olacağı tezini işliyordu. Pentagon, 1999'da "Asia 2025" ve 2000 yılında "Joint Vision 2020" raporları yayınlayarak, Çin tehdidine karşı açıkça tedbir alınmasını istemişti. Bush ve ekibi de aynı fikirdeydi; seçim propagandaları sırasında, Çin'in stratejik ortak değil stratejik rakip olduğunu beyan ediyorlardı ve iktidara geldikten sonra potansiyel tehdit olarak Çin hedef gösteriliyordu. Casus uçak krizi ve ABD'nin Tayvan'ın güvenliğini üstleneceğinin bildirmesi iplerin gerileceğinin ilk işaretiydi. 11 Eylül 2001'den sonra ise, durum yepyeni bir boyut kazandı. Bölgede askeri varlığını artıran ABD, Japonya, Güney Kore ve Avustralya gibi geleneksel müttefiklerinin yanı sıra Hindistan ile de işbirliğine girmeye, Singapur, Tayland ve Filipinler ile siyasi, askeri ve güvenlik ilişkilerini geliştirmeye başladı.

 

Görüştüğümüz Çinli yetkililer, ABD'nin 11 Eylül sonrası bölgede yaptığı girişimlerin açıkça Çin'e yönelik bir kuşatma olduğu fikrindeydiler. Kızgındılar ama güçlerinin de farkındaydılar. Çin'in yumuşak karnı enerji sorunuydu; kalkınma için ihtiyaç duyulan petrolün tüm dünyada % 70'i ABD tarafından belirleniyordu. Petrol konusunda yağılacak ince bir ayarlama bile Çin'i zor duruma düşürmek için yeterliydi. Bunun için Tayvan sorunu dışında dişlerini göstermeye niyetli olmadıklarını, güçlü düşmana karşı "serti yumuşakla yenme" politikası izleyeceklerini gösteren ifadeler seçiyorlardı.

 

Bitmeyen sorular, kesin olmayan cevaplar

 

Çin seyahatimizin zihinlerimizde uyandırdığı sorular ve cevaplar, Üniversitenin tarih bölümünden yeni mezun ve Goungzhou'daki bir özel şirkette çalışan Çinli genç hanımla sohbet sırasında iyice belirginleşiyor. Tüm içtenliğiyle bu genç hanım bize Çin'i nasıl gördüğünü anlatıyor: "Biz Çinliler, 16. Yüzyılın sonuna kadar dünya ekonomisine egemendik ve dünyanın birinci gücüydük. Ancak daha sonra feodal Çin üretici güçleri, Batı'da ortaya çıkan yeni kapitalist gelişmeye ayak uyduramadı ve İngilizlere boyun eğdi. Sun Yat Sen önderliğindeki burjuva demokratik devrimci atılımının ardından Japonların işgaline uğradık. Japon işgalinden bizi Çan Kay Şek'in işbirlikçi tutumları değil, Mao Zedung'un Marksist çizgisi kurtardı. İşbirlikçi Çan Kay Şek, sığındığı Tayvan'da da hain tutumlarını sürdürdü; Çin bir parçası olması gerekirken Tayvanlı yöneticiler bugün aynı yoldan yürüyor. Mao'nun bağımsızlıkçı, halktan yana ve Marksizm'i Çin'e uyarlayan tezleri Çin'in birliğini yeniden sağladı…

 

20 yıl önce başlatılan ekonomik gelişme ve dışa açılma politikasının sonunda önce ülkenin doğusunda düzelen ekonomimiz şimdi de batıda meyvelerini verecek, eğer 20 yıl daha bu yolda yürürsek sonunda çok güzel şeyler olacak. Elimizde başta ucuz işgücü olmak üzere çok önemli ekonomik imkanlar var, bunların uygun ve akılcı kullanılabilmeleri halinde üretici güçlerimiz en üst düzeye çıkacak, hem Çin hem dünya için yeni pencereler açılacak…

 

Biz çok güçlü tarihsel bir uygarlık mirasına sahibiz. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kapitalistlerin asla Çin pazarından vazgeçemeyeceklerini biliyoruz. Dünyada ve bölgemizde barışçı politikalar izler ve arabayı devirmeden sürece direnebilirsek bir süre sonra (ki bu 20 yıldan daha az değildir) Çin ekonomik başarısını siyasal ve kültürel başarıyla da taçlandıracaktır…

 

Tabi ki hızlı ekonomik gelişmenin bir süre sonra durağanlaşacağının farkındayız. Hiçbir zaman sürekli gelişme olmaz. Ayrıca bu hızlı ekonomik gelişmenin bizim yapımızda bazı olumsuz değişiklikler yapacağını da biliyoruz. Özellikle biz gençler kapitalist değerlerin etkisi altında kalabiliriz…"

 

Böyle konuşuyor Geri Yao. Onun akıcı bir İngilizce ile anlattığı sözlerini böyle uzun uzadıya aktarmamızın ilk nedeni, Çin eğitim sisteminin nasıl gençler yetiştirdiğinin görülmesi. İkinci olarak onun parmak bastığı çok önemli sorunla devam etmek istiyoruz. Tüm Çinli yöneticilerde, hızlı ekonomik gelişmenin ve Batıya açılmanın getirdiği sorunların yarattığı kaygıyı gördük. Onlar ne kadar Batılılaşıyoruz diye bir övünç içinde değiller. Tam tersine ekonomideki liberal tutum ve uygulamaların özellikle Çin gençliğinde ulusal ve dayanışmacı tutumların, sosyalist eğitim sisteminin yaygınlaştırmaya çalıştığı aza kanaat getirmeci ahlak anlayışının tahribine yol açabileceğinden endişe ediyorlar. Şimdilik eğitime önem vermek dışında bir çaremiz yok diyorlar.

 

Gerçekten de belli etmemeye çalıştıkları endişelerinde haklılar. Çünkü çıplak gözle ilk bakışta bile dışa açılmayla birlikte birçok Batılı değerin de Çin'e taşındığı açıkça görülüyor. Üç büyük şehirde de büyük caddelerde gördüğümüz Hip Hopçu genç toplulukları, Hırıstiyanlığın yavaş da olsa gelişmeye başlaması ve haç takan gençlerin yüzündeki kendinden emin ifade, etnik farkındalığın etnik bilince ve kimlik siyasetine dönüşmesiyle ilgili emareler… Daha da önemlisi Batılı ekonomik girişimlerin (Coca Cola, McDonalds, Pizza Hut, Heineken bira, Starbuck Cafe, Rusya kadar yoğun olmasa da imrendiren lüks otomobil mağazaları vs.) bir süre sonra halk katında da giderek yaygınlaşacağını gösteren belirgin tüketim kalıplarına ve yaşama kültürüne yol açacağını gösteren işaretler var. Beijingliler dünyanın en büyük McDonalds'ına sahip olmakla çoktan övünmeye başlamışlar. Galiba dünyanın hiçbir yerinde Şanghay'daki kadar sık McDonalds göremezsiniz. Çin'de yemeklerde hala çubuk kullanılıyor ama beş yıldızlı otellerde Çinliler, düne kadar Batı uygarlığının vahşet simgesi diye reddettikleri çatal-bıçağı sorunsuz biçimde kullanıyorlar.

 

Çinliler, yeri geldiğinde Marksist tezleri ustalıkla kullanıyorlar ama Çin'de artık serbest olan zenginleşmenin ve sahillerde, nehir kıyılarında tüm haşmetleriyle boy göstermeye başlayan evlerde yaşayan zenginlerin yarın siyasal iktidardan pay almak istemeyecekleri konusunda inanılmaz bir safdillik de gösterebiliyorlar. Yakında Çin'de çok partili sisteme geçiş için sesler duymaya başlarsak, bu seslerin arkasında şimdiden çıkarlarını batılı sistemle birleştirmiş ve yalnızca onların bankalarıyla çalışan zenginleri göreceğimiz kesin. Biz, çok aradık ama Çin'deki kurulu düzenin ve Çin Komünist Partisi'nin tüm bu liberal-bireyci gelişmeler, Batılı inanç ve yaşama biçimleri karşısında "eğitim" dışında nasıl bir önlem alabilecekleri sorumuza bir cevap bulamadık.

 

Elbette Çin'in çok zengin yemek kültürüyle (ki Batı'daki ve bizdeki Çin lokantalarında bu kültür yeterince sergilenemiyor; gerçek bir sanatla karşı karşıyasınız, dört farklı usulde 2000 çeşidiyle ve enteresan sunuşuyla büyüleyici Çin mutfağında, örneğin tatlı ve peynir neredeyse hiç yok), aile yaşamını, doğaya saygıyı, sabrı ve zerafeti öne çıkaran Konfüçyusçu ve Budacı gelenekleriyle, özgün mimari, bahçe tasarımı, resim, müzik ve sanat dallarıyla, geleneksel tıbbıyla kendini gösteren uygarlık mirasının farkındaydık. Bunlar öyle bir anda silineverecek türden değildi ama gelecek nesillere aktarılması son tahlilde eğitime dayalıydı. Bizim gördüğümüz kadarıyla tüm bu alanlardaki ana eğilim Batılı biçimlere meylediyordu. Şehrin yeni dokularındaki, gelişme umudu olan yerlerde olup bitenlere, insanlar arası ilişkilerdeki tutum ve davranışlara, arzu ve heveslere, büyük kitapçıların popüler kitap, CD, DVD, VCD, mimari ve tıp kitapları satan bölümlerine baktığınızda bu Batıya yönelişi henüz silik de olsa görebiliyordunuz. Modern tekbiçimleştirme (homojenizasyon) biçerdöveri burada da iş başındaydı

 

Marksizm, Mao Zedung ve Deng Xiaoping'in düşüncelerine dayalı bir insan-doğa-toplum öğretisi, Batı'dan gelen rüzgarlara ne kadar dayanabilecekti? Hala temel olarak Partiye, orduya ve çalışan sınıflara dayandığı bayrağından belli olan bu ideoloji, bayrağı mümkün olabilen her yere asarak, Batılı iletişim teknolojilerine konulan yasaklarla (Çin'de CNN, BBC bile ancak beş yıldızlı otellerde seyredilebiliyor; internet ise ciddi denetim altında) varlığını nereye kadar sürdürebilecekti?

 

Çinliler, harıl harıl yeni bir tarih yazımı peşindeydiler; bunun için antropolojik ve arkeolojik çalışmaları hızlandırmış, müzeciliğe önem vermeye başlamışlardı. Müzelerini turistlerden daha çok kendi halklarının yeniden eğitimine göre tasarladıkları belliydi. Ekonomik başarılar, Tayvan sorununda ve ABD ile yaşanan krizde olduğu gibi zaman zaman sergilenen askeri meydan okumalar, özellikle uzay teknolojilerinde (15 Ekim 2003 günü Gobi Çölü'nden fırlatılan Shenzhou 5 adlı insanlı uzay aracı 21 saat uzayda kalarak 14 defa dünyanın çevresini dolandı ve sonunda uzayda bir modül bırakarak başarıyla yeryüzüne döndü. Bu araçta bulunan Albay Yang Livei bir ulusal kahraman olmuş durumda) atılan atılımlar, 2008 Olimpiyatları'nı Beijing'te yapmayı sağlama ve Olimpiyatlar için şimdiden çok yol almış girişimler, yeni tarih yazımıyla birleşerek elbette ulusalcı duygularda bir yükseliş yaratıyor. Ama bu ulusalcılık, dünyadaki Anti-Amerikanizmle ve dayanışma duygularıyla birleşerek küresel bir Çin yandaşlığına dönüşebilecek mi? Belirsiz.

 

Goungzhou'daki Beijing Caddesinde açılan yeni yolda, yolun bin yıla kadar olan eski biçimleri geniş bir cam-çerçeve içine alınarak bir yol-üstü müzeye dönüştürülmüş durumda. Caddede yürüyüş ve alışveriş yapanların gözlemlerine sunulanbu yol-üstü müze, arkeolojiyle modern yaşam kültürünün estetik bir bireşimini sergilemiyor yalnızca. Çin'de birçok yerde görülen eski-şanlı uygarlık tarihini ortaya çıkarmanın, yeni bir ulusal tarih bilinci oluşturmanın da çabası aynı zamanda bu girişim. Ancak Çin'deki tüm yapılara sızmış paradoksu burada da görüyorsunuz. Çünkü bu fevkalade eserin görülebilen birçok yerinde Coca Cola'nın sponsorluğunda yapıldığını öğreniyorsunuz. Bunu yalnızca biz değil, yoldan geçen binlerce Çinli de görüyor.

 

Batılı sponsorlarca yapılmış ünlü "saklı Şehir" restorasyonunda da var olan bu paradoksa belli belirsiz gündelik yaşamda da rastlıyorsunuz. Şehirlerin tüm büyük parklarında sabahları, özellikle yaşlı Çinlilerin itibar ettikleri egzersizler ve neşeyle yapılan danslar, Çin'in olağan gündelik yaşam görüntülerinden. Ama artık bu danslar, genellikle Batı müziği eşliğinde icra ediliyor. Bu danslar, Çin'in pek göze batmayan nesiller çatışmasını da gözler önüne seriyor. Neresinden bakılırsa bakılsın yaşlı olmak Çin'de bir avantaj; 60 yaşını geçenlere birçok sosyal hizmet yarı fiyatına, 65 yaşını geçenlere ise bedava sunuluyor. İlk bakışta hoş gelen bu uygulama, gençlerin park dansları örneğinde olduğu gibi, geleneksel gündelik yaşam biçimlerine itibar etmemesiyle birlikte düşünüldüğünde, bir nesiller çatışmasının tohumlarını taşıyor olabilir.

 

Bunun gibi birçok soru cevapsız kalıyor. Yine örneğin kendi adımıza biz, Çin pazarlarındaki satıcıların insanı bıktıran bir inatla satış yapma çabalarının liberal bireyci bir ihtirastan mı yoksa sosyalist bir motivasyondan mı kaynaklandığına bir türlü cevap bulamıyoruz. Çin'i gören herkesi şaşırtan dilencilerin dillere destan yapışkanlıkları ise kafamızı iyiden iyiye karıştırıyor: Acaba bizim hiç bilmediğimiz bir Çin grup davranışıyla mı karşı karşıyayız?

 

Önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak gelişmeler, belki bu sorulara biraz daha açık biçimde cevap vermemizi sağlayacak. Bizim fikrimizi soracak olursanız, şunları söyleyebiliriz: Çin, Rusya'nın tarihsel olarak ardından gitmenin avantajını yaşıyor şimdilerde.Göründüğü kadarıyla Çinli yöneticiler, SSCB deneyiminden oldukça doğru sonuçlar çıkararak, ülkeyi birden bire kaotik bir büzüşmenin sonuçlarına maruz bırakmadılar Çin halkını. Kendi güçlerini ve dünyadaki konjonktürü de oldukça iyi analiz ederek, ona göre stratejik planlar yaptılar. 20 yıl önce başlattıkları hamlelerin olumlu sonuçlarının birer birer görünmeye başladığı bu son yıllarda biz, Çin'de hızlı dışa açılma ve ekonomik gelişmenin yaratması beklenilen duygusal kargaşa ve telaştan, gündelik yaşamları hemen değiştiriverme arzusundan, uzun süre kaldığı kapalı bir yerden bir anda özgürlüğe kavuşma mecazıyla anlatılan tuhaf mutluluktan ziyade ağır başlılık, disiplin, verilen görevi sonuna kadar yapma bilinci ve yavaşça yüzlere sinmeye başlayan alçakgönüllü bir ulusal gurur gördük. Bu ulusal gurur bir biçimde zedelenirse eğer, depremlere alışık Çin coğrafyasından yayılan sarsıntı, SSCB depreminden çok daha ağır olacak ve tüm dünya sarsılacak.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display