Orta Doğu Barış Süreci ve ABD: “Yanlış Giden Neydi?”

Yazan  05 Nisan 2010
Mart 2009

Orta Doğu'da İsrail ile Filistinliler arasında barışın sağlanamaması ve bunda ABD'nin İsrail'e verdiği kayıtsız şartsız desteğin büyük rolü olduğunun düşünülmesi, muhtemelen Amerikan aleyhtarlığının yükselmesine en çok katkıda bulunan faktörler arasındadır. Orta Doğu'da İsrail ile Filistinliler arasında barışın sağlanamaması ve bunda ABD'nin İsrail'e verdiği kayıtsız şartsız desteğin büyük rolü olduğunun düşünülmesi, muhtemelen Amerikan aleyhtarlığının yükselmesine en çok katkıda bulunan faktörler arasındadır. Bu desteğin, ABD'ye karşı olan ülke (İran), grup (El Kaide) ve ideolojilerin (İslamcılık) güçlerinin artmasında ve ABD'ye karşı yapılan terör eylemlerine bölge halkının verdiği destek veya gösterdiği kayıtsızlıkta payı olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. ABD'nin İsrail'e verdiği abartılı derecedeki desteğin, demokrasi, özgürlük, insan hakları, halkların kendi kaderini tayin etmesi gibi ABD'nin vaaz ettiği değerlerle uyumlu olmadığı söylenebilir. ABD'nin bu çatışmada herkesin gözü önünde aldığı pozisyonun, dünya kamuoyu ve vicdanı ile çeliştiği görülmektedir. Bu durumun, Amerika'nın saygınlığını, demokrasi ve insan hakları konusundaki söyleminin inandırıcılığını ve hatta küresel liderliğini zedelediği iddiası da yanlış olmayabilir. ABD'nin, başka bazı konuların yanında, Orta Doğu barışı meselesinde de, hem dünya kamuoyundan bu kadar kopuk olup hem de moral liderlik iddiasını sürdürmesi giderek daha zor olacaktır. Ayrıca ABD'nin İsrail'e verdiği bu desteğin İsrail'in barış konusundaki isteğini azalttığı, bu ülkedeki çözüm yanlısı grupların konumunu zayıflattığı, İsrail'e sorumsuz ve vurdumduymaz bir imaj verdiği iddia edilebilir.

Obama, ilk günden itibaren çaba harcayacağını söylediği bu çatışmada nihai çözümü kabaca nasıl tasarlamaktadır? Çözüme neden ve ne kadar ihtiyaç olduğunu düşünmektedir? Bu noktaya ulaşmak için tasarladığı yöntem ve araçlar nelerdir? Ve nihayet, çözümü bölgesel politikaları içinde nereye yerleştirmektedir? Çözümün hangi sorunları hafifleteceği ya da ortadan kaldıracağını ve hangi yeni fırsatları yaratacağını düşünmektedir? Kişisel ve milli açıdan ve Yönetim olarak bu amaca ulaşmak için ne kadar bedel ödemeye hazırdır? İşler zora girdiğinde, gündemi kalabalıklaştığında, siyasi sermayesi tükenmeye başladığında, açık veya kapalı olarak tehdit edildiğinde çözümde direnme konusunda ne kadar irade gösterecektir? Çözüm konusunda "şansını bir denemek" mi istemektedir, yoksa bunun mümkün ve gerekli olduğuna gerçekten inanmakta mıdır?

Arap-İsrail barışı hakkında "kulağa hoş gelen" ama içeriği genel ve muğlak demeçler vermek, temsilcileri sık sık bölgeye göndermek, değişik zirveler toplamak ve "bir şey yapıyor gibi görünmek" ile barışa yaklaşmak için gerçekten çaba harcamak arasında önemli farklar olduğu tecrübe ile sabittir. Obama Yönetimi'nde barış süreci ile ilgili takınılabilecek tavır ve izlenebilecek politikalar hakkındaki bu yazının amacı, ABD'nin olayı kendi dinamiklerine terk etmesi, masaya yumruğunu vurmaması ve tarafları "hizaya getirmemesi" halinde barışın ancak tesadüflere ve sürprizlere kalacağını göstermektir. Elbette, dünyadaki tüm sorunları çözmek sadece ABD'nin görevi değildir. Ama çatışmanın bu noktaya gelmesinde ABD'nin doğrudan ve dolaylı olarak ciddi sorumluluğu olduğu, sorunun çözülmeden daha da derinleşmesinin ABD'nin çıkarlarına, güvenliğine, prestijine ve saygınlığına yönelik ciddi riskler yarattığı, bu durumun başta Orta Doğu ve Müslüman dünyaya yönelik olmak üzere politikalarına yönelik ek yükler getirdiği kabul edilirse, konunun ABD için merkezi olduğu sonucuna varılabilir. Çözümün adil, uygulanabilir, kalıcı ve düzenli olması gerekir. Herkesi her zaman memnun edecek bir çözüm mümkün değilse de, "küresel vicdanın" kabul edebileceği bir çözümün kağıt üzerinde de olsa mümkün olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu teorik çözümü fiiliyata taşımada ABD'nin gücü, ihtiyacı ve sorumluluğu muhtemelen herkesten fazladır.

Obama ve Masadaki Seçenekler

Obama'nın önünde barış süreci konusunda aşağıdaki türden seçenekler olduğu söylenebilir:

1. Başkan Bush'un ilk altı yılında gösterdiği türden bir ilgisizlikle ("ne haliniz varsa görün") diyerek sürece uzak durmak.

2. Sorunu parçalara ayıran ve zamana yayan, barışı uzun ve karşılıklı adımlardan oluşan bir "yol haritası" ile parça parça zamana şekilde yayan problem çözücü bir yaklaşım benimsemek. (Bu yaklaşım ilk başta "akl-ı selim" gibi görünmesine rağmen aslında barışı istemeyenlerin provokasyonlarını mümkün kıldığı için başarı şansı çok fazla olmayan bir yoldur.)

3. Daha müdahaleci, zorlayıcı, tek taraflı bir yaklaşımla barışın şartlarının aslında aşağı yukarı belli olduğunu öne sürerek, tarafları sadece metaforik olarak değil belki gerçekte de "bir odaya kilitleyerek" barışa zorlayan, "mızıkçılık yapanları" cezalandıran, kapsamlı ve ihtiraslı bir yaklaşım benimsemek.

4. Açıkça ve çekinmeden İsrail yanlısı tutum almak.[i]

Obama döneminde, tarafların çözüm ile ilgili pozisyonları arasındaki farkı kapatacak, güvensizliği asker, para ve siyasi sermayesini ortaya koyarak ve başkalarının da buna iştirak etmesini sağlayarak azaltacak mekanizmalar kuracak, kurulacak Filistin Devleti'ni ekonomik olarak destekleyecek, İsrail'in güvenliğini ve varlığını garantiye alacak, birbirleriyle görüşemeyen taraflar arasındaki mesafeyi mekik diplomasisi ile azaltacak, yaratıcı fikir ve çözümlerle barış için yeni imkanlar yaratacak, "mızıkçılık yapanları cezalandıracak" ve en sonunda da çözüme ulaşılırsa bunun "törensel rantını yiyecek" bir ABD görebilecek miyiz? Çözümün en temel parametreleri aşağıdaki şekilde olabilir: Bazı küçük değişiklikler ve toprak değişimleriyle 1967 savaşı öncesi sınırlara dönülmesi, Kudüs'ün iki tarafça paylaşımı, mültecilerin sınırlı ve sembolik bir şekilde de olsa geri dönme haklarının kabul edilmesi ve tazmin edilmeleri, Yahudi yerleşim bölgelerinin geri çekilmesi, Filistin'in de-militarize edilmesi ve sınırlarının uluslararası barış gücü tarafından korunması ve Filistin'i imar etmek için uluslararası ekonomik yardımın sağlanması. Elbette, burada kalın fırça darbeleriyle tarif edilen bu hususların sıkı ve uzun pazarlıklara konu olması mümkündür. Ama iki devletli çözümün giderek daha da zorlaşacağı endişesinin artmaya başladığı bir dönemde, hem Obama Yönetimi hem de uluslararası toplum için barış sürecini sürekli bir problem çözme, parça parça ilerleme ve kriz yönetimi modundan kapsamlı ve stratejik bir çerçeveye taşımanın gerekliliği açıktır.

Obama'nın çok geç olmayan bir zamanda, Amerikan kamuoyuna, ABD açısından Orta Doğu barışının neden önemli, gerekli ve acil olduğunu anlatması doğru olabilir. Eğer Obama bunu yeterince ikna edici bir şekilde yapabilir ve bu durum kamuoyu yoklamaları ile de tescillenirse, Yönetim önümüzdeki dönemde barış için gerekli bazı adımları attığında İsrail Lobisi ile kaçınılmaz olarak yaşayacağı gerilime daha güçlü ve kendine güvenir bir şekilde girebilir.

Obama'nın önündeki Orta Doğu barış süreci konusundaki takınabileceği temel diplomatik tutumlar aşağıdaki biçimde formüle edilebilir:

1. Hızlı, tek taraflı, zorlayıcı bir şekilde mi, yoksa olayları çok fazla zorlamadan sabrederek, "barış için şartlar henüz yok" deyip konuyu ikinci plana atarak, "düşük ateşte" tutarak" barış için gerekli şartların oluşmasını beklemek mi?

2. İsrail dahil taraflara karşı zorlayıcı ve hatta gerekirse cezalandırıcı adımlar atmak mı? Yoksa sadece sözde ve sözlü uyarılarla yetinmek mi? Bu uyarıları sadece kapalı kapılar arkasında yapmak mı, sorumlu tarafları kameraların önü dahil her yerde uyarmak, zorlamak ve cezalandırmaktan korkmamak mı? Uyarı ve zorlama için tarafların barış sürecini zora düşürecek adımlar atmasını beklemek mi, yoksa daha bunlar gerçekleşmeden önleyici adımlar aramak mı?

3. Kapsamlı çözümü mü, parça parça barışı mı öncelemek? Önce Suriye mi, önce Filistin mi? Önce İran mı, önce Filistin mi?

4. İsrail'de ne tür bir hükümet olacağının İsrail'in kendi iç işi olduğunu söylemek ve buna inanmak mı, yoksa bu hükümetin içeriği ve doğasının barış sürecinin başarı şansını en çok etkileyecek faktörden biri olduğunu düşünerek hükümet kurma sürecine açıkça değilse bile üstü kapalı olarak müdahalede bulunmak mı?

5. Filistin Yönetimi'ni ve onun güvenlik güçlerinin kapasitesini arttırarak ve Batı Şeria'nın ekonomik koşullarını iyileştirerek Hamas'a verilen halk desteğinin azalmasını beklemek mi, yoksa bunun çok zaman alıcı ve sonuçta başarılı olma şansı düşük bir yol olduğunu düşünerek, örgütün sürecin önemli ve hatta vazgeçilmez bir unsuru olduğunu görmek mi? Hamas'ı dışlamak ve zayıflatmaya çalışmak mı, yoksa zımnen, gizli kanallar vasıtasıyla, dolaylı olarak ya da doğrudan muhatap almak mı?

Obama Yönetimi'nce Hamas'ın terör eylemleri yapan ama aynı zamanda güçlü siyasi desteğe sahip, seçim kazanmış ve yolsuzluktan kaçınan nispeten becerikli bir yerel yönetim ve dayanışma organizasyonu olduğu dikkate alınmalıdır. Ayrıca, Hamas'ın kendisini dışarıda bırakan süreçleri sabote etme yeteneği olduğu da açıktır. Hamas'la müzakere edilmesini savunan önde gelen İsrailli eski yetkililerin de sık sık belirttiği gibi, Filistin Kurtuluş Örgütü de ilk başta bir terörist örgüttü. Muhafazakar Arap devletlerinin Hamas'a bakışı bu hareketi kendi rejimlerine tehdit olarak gördükleri için mesafeli ve hatta düşmancadır. Hamas'ın İsrail'in varlığını ortadan kaldırmaya dayalı söylemini, bir "pazarlık kozu", bunun mümkün olduğuna kendi de inanmadığı halde sürdürmek zorunda hissettiği bir "poz" ve "ideolojik bir aksesuar" olarak görmek daha doğru olabilir. Hamas'ın bazı şartlarda ama muhtemelen ciddi bir tartışma yaşadıktan sonra "evcilleşmesi" ve uysallaşması mümkün olabilir. Hamas, zamanla İsrail'i kabullenebilir ama bunu hemen ve karşılığında bir şey almadan yapamaz. Hatta, Hamas'ın İsrail'i tanımaması gerektiği yönünde iddialar öne sürenler de çıkabilir. Hamas'ın da olmadığı bir Filistin'de, Fetih'in, geçmişi İsrail ile mücadeleyle geçmişi ne kadar dolu olsa da, İsrail'in maksimalist taleplerine direnme gücü, eğilimi ve iradesi olmayacağını söylemek yanlış olmaz. Çözümsüzlüğün Hamas'ı güçlendirdiği, barış içinde ve istikrarlı bir Filistin Devleti'nin kurulması halinde halkın Hamas'a çok daha az oy vereceği iddia edilebilir.[ii]

Kısa vadede, Obama Yönetimi'nin önündeki ev ödevinin içinde aşağıdaki maddelerin de bulunduğu düşünülebilir: Hamas ile El Fetih arasındaki hükümet kurma çabalarını engellememek ve hatta perde gerisinde cesaretlendirmek, Mısır'ın yürüttüğü ateşkes ve esir değişimi görüşmelerine destek vermek, İsrail hükümetinin kurulmasını "çok yakından takip etmek", Yahudi yerleşim bölgelerinin büyümesini ve artışını dondurmak, kontrol noktalarını azaltmak, sınırların açılmasını sağlamak, Batı Şeria ekonomisi ve Filistin güvenlik güçlerinin gelişmesine destek vermek, İsrail'in Gazze'ye bu sefer belki de Hamas'ı tamamen yok etme amacıyla saldırmasını engellemek, Suriye-İsrail görüşmelerini teşvik etmek ve Suriye'den bunun karşılığında Hamas'a verdiği askeri desteği azaltmasını istemek, belki Abbas'ın yerine geçecek daha aktif, meşru, becerikli ve popüler bir Filistin liderinin ortaya çıkmasını sağlamak.

Obama'ya, "şu anda şartlar barışa uygun değil" diyenler olacaktır. Bunlar kabaca üç gruba ayrılabilir: İlki, zaten barışı hiçbir zaman istemeyenlerdir. İkinci grup ise, Filistinliler bölünmüşken şimdi bir de ağırlık merkezi sağda olan bir İsrail Hükümeti kurulması halinde iki tarafta da süreci yürütecekler güçsüz, isteksiz ya da kararsız olacağı için başarı için umutlu olmanın objektif nedenlerle güç olduğunu düşünenlerdir. Bu ikinci grup, Obama'nın barış için enerjisini ve siyasi sermayesini mevcut olumsuz koşularda heba etmesinin Amerikan Yönetimi'nde bir yılgınlık yaratmasından endişe etmektedirler. Onlara göre, bu başarısızlık duygusu ileride şartlar değişip daha uygun bir ortam doğsa bile dosyaya tekrar el atmada Obama'yı isteksiz hale getirebilir. Bunların dışındaki üçüncü bir grup ise barış için ortamı ABD'nin kendisinin yaratması gerektiğini, aksi takdirde bu sorunun hiç çözülmeyeceğini, iki tarafta da barışın önünü kesmek isteyenlerin değişik provokasyonlarla süreci hep "birinci kareye" ve hatta daha geriye götüreceğini savunmaktadır.

Obama'nın genel siyaset tarzının, bazı istisnalar olmakla beraber, muhafazakar olduğu, konulara daha çok yavaş yavaş ve adım adım yaklaştığı söylenebilir. Ancak, başkanlığının ilk ayında ekonomik krizin de zorlamasıyla bazı radikal ve cesur adımlar atabildiğini de kanıtlayan Obama'nın aynı eğilimi Orta Doğu barışı konusunda göstereceğinden emin olamayız. Obama'nın seçimden sonra başkanlığı devralmayı beklediği dönemde gerçekleşen Gazze Operasyonu sırasında konuşmaması, İsrail ile karşı karşıya gelmek istememesi biçiminde yorumlanabileceği gibi, konuşsaydı İsrail'in memnun olmayacağı şeyler söyleyecekti şeklinde de değerlendirilebilir.

Yeni İsrail Hükümeti

Obama Yönetimi, yeni İsrail hükümetinin kurulmasına açıkça müdahale etmekten kaçınmıştır. Perde gerisinde bazı telkinlerin gerçekleşmiş olması ise mümkündür. Yeni İsrail kabinesinin şekli, kimleri içereceği, kimin hangi bakanlığı alacağı, ne tür bir çoğunluğa sahip olacağı kısa vadede barış görüşmeleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktır. Yeni hükümetin kimler tarafından ve nasıl oluşturulacağı barış sürecini etkileyeceği için Obama'nın müdahil olmasının gerektiği söylenebilir Obama'nın İsrail-Filistin konusuna "dengeli" yaklaşması, özellikle İsrail'de sağ ağırlık bir hükümet olduğu zaman, ikili ilişkilerde çatışma yaşanması anlamına gelebilir. Çatışmada "dengeli" bir tutum almaya karar veren bir Washington'un İsrail'den talep edecekleri, kurulması muhtemel sağ ağırlıklı bir İsrail hükümetinin kolayca ve baskı görmeden kabul edebileceği şeyler olmayacaktır. Bu tür bir hükümet, ABD'den gelecek baskıya direnmeyi seçerse Obama Yönetimi İsrail'e açıkça uyarılarda bulunma, ekonomik ve askeri yardımın tamamını değilse bile anlamlı bir kısmını askıya alma, BM Güvenlik Konseyin'de otomatik olarak verdiği desteği sınırlandırma gibi yollara gidebilecek cesareti gösterebilecek mi?

Barışı gerekli, faydalı veya acil görmeyen, topraklardan ya da yerleşim bölgelerinden vazgeçmek istemeyen Netanyahu'nun hükümeti kurması halinde, mesaisinin büyük kısmını Obama'yı oyalamak, etkilemek ve yanıltmak için kullanacağını düşünmek yanlış olmaz. Ayrıca seçim kampanyasında Golan'a ağaç diken Netanyahu'nun Suriye ile müzakerelere nasıl yaklaşacağı izlemek de ilginç olabilir. Likud liderinin, Filistinlilerle barış konusunda üzerinde oluşabilecek uluslararası baskıyı hafifletmek için, belki çok inanmasa bile, Şam ile diyaloğa önem verirmiş gibi görünmesi mümkündür. Ayrıca Netanyahu, Obama'ya Lieberman'ın yanında daha makul, akıllanmış ve merkezde bir politikacı gibi görünmeye çalışabilir. Lieberman'ın aslında şaşırtıcı bazı unsurlar da içeren aşırılığı[iii] Netanyahu'nun sertliğini bir parça olsun gizleyebilir.

Hükümeti kurması halinde Netanyahu'nun, karşısında kayda değer Filistinli bir "barış ortağı" olmadığı gerekçesiyle, önceliğin Fetih güvenlik kuvvetlerinin güçlendirilmesi ve Fetih kontrolündeki Batı Şeria'nın Gazze'ye kıyasla Hamas'a nispet yapar bir şekilde ekonomik olarak güçlendirilmesine verilmesi gerektiği söylemesi beklenebilir. Netanyahu'nun ayrıca, barış görüşmelerini ertelemesi, yeni şartlar öne sürerek zorlaştırması, ABD'yi İran'ı askeri olarak vurma konusunda zorlaması ve bu gerçekleşmediğinde de Filistin konusunda anlamlı bir adım atmayı reddetmesi, Gazze'de Hamas'a karşı yeni ve bu sefer toptan bir harekata girişmesi sürpriz olmaz. Netanyahu, koalisyonu sadece kendisinin sağındaki partilerle kurmaya kalkarsa ABD ile ciddi bir çatışma yaşayabileceğini bilmektedir. Ayrıca daha sınırlı tabanlı böyle bir koalisyonda küçük partilerin kaprisleri ile uğraşmak durumunda kalabilir. Bu nedenle kendi liderliğinde ama Kadima'yı da içeren bir hükümet kurmayı tercih edebilir.

İşçi Partisini de içeren ya da sadece Likud ile Kadima'dan oluşan bir merkez koalisyon, barış umutlarını canlı tutabilir. Bir sağ koalisyonda ise İsrail'i barış konusunda yerinden oynatmak neredeyse imkansız hale gelir. Ama belki de önce böyle bir koalisyonun oluşması, sonra da bu hükümetle Obama'nın ciddi bir problem yaşaması ve sonrasında bu hükümetin dağılması ya da yeni seçimler yapılması sonucunda gerçekten barış isteyen bir hükümetin oluşması mümkün olabilir. Barışın kendisine ulaşma konusunda değilse bile yukarıdaki türden uyarıcı, zorlayıcı ve cezalandırıcı adımları atmak İsrail'de Netanyahu liderliğindeki sağ bir koalisyon kurulduğunda hem daha gerekli hem de siyasi ve psikolojik olarak daha az zor olabilir. Ama bu adımların bile söz konusu türden bir İsrail hükümetini istenen yönde yerinden oynatamaması mümkündür.

İsrail'in Tehdit Algılaması, Lobi ve ABD'nin Tutumu

Mevcut durumda, İsrail'in tehdit algıladığı unsurların aşağıdaki şekilde sıralandığı söylenebilir: İran, Hamas, İsrail Arapları, El Kaide ve Arap devletleri. Belki bu listeye, giderek arttığını söylemenin yanlış olamayacağı küresel anti-Semitizm de eklenebilir. İsrail ayrıca kendisini ekonomik olarak zayıflatacak gelişmelere karşı hassastır ve askeri açıdan olabildiğince kendi kendine yeterliliği amaçlamaktadır. Dünya Yahudilerinden kopma riski, iç birliğin bozulması ihtimali, demografik olarak Yahudi çoğunluğun kaybedilmesi endişesi, ülkeye yeni yerleşen Yahudilerin ne kadar Yahudi ve ne kadar "İsrailli" olduğu ile ilgili sorular da birçok İsrailliyi meşgul ve tedirgin etmektedir. Küçük ama önemsiz oranda olmayan bir grup da, ülkenin Filistinlilerle yaşadığı çatışmanın onu başlangıçtaki amaçlarından uzaklara sürüklemeye başladığı ve ruhunu zehirlediğini düşünmektedir.

İsrail, güvenliğine tehdit olarak dizdiği kalabalık listeye rağmen, objektif olarak bakıldığında muhtemelen tarihinde hiç olmadığı kadar güvendedir. Bazı İsrailliler bunun tam idrakinde olmayabilirler. İsrail halkı artık güvenlik konusunda politikacılarından çok daha yüksek bir standart beklemekte ve seçimlerdeki tercihinde de bu güvenliği daha fazla sertlikle sağlayacağını belirten partilere meyletmektedir. İsrail'i, eğer dışarıdan zorlanmazsa "barış için yeteneği olmayan bir ülke" olarak tanımlamak haksızlık olmayabilir. İsrail'in küçük partilere büyük veto imkanları sunan "aşırı demokratik siyasi sistemi" ve ülkenin değişen demografik ve kültürel dengeleri bu sorunu daha da derinleştirmektedir.

İsrail'in güvenlik durumu objektif olarak analiz edildiğinde aslında ülkenin güvenlik durumunun belki de hiç olmadığı kadar iyi olduğu iddia edilebilir. İsrail varlığının ilk 40-45 yılında Arap devlet ve Müslüman devletlerin kendisine karşı kurduğu izolasyonu kırmış durumdadır. Yahudi devletinin ekonomik, askeri ve teknolojik açıdan hasımlarına bariz bir üstünlük kurduğu, rakiplerinin onun da çabasıyla bölünmüş olduğu, İsrail'in istihbaratıyla bunların içine sızmış olduğu, geçmişte İsrail'in varlığını kabullenmeyen birçok ülke, grup ve liderin artık bu ülkeyi ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını açıkça değilse bile özü itibariyle kabullendiği söylenebilir. Lübnan ve Gazze Operasyonları, yapılabilecek birçok eleştiriye rağmen, aslında İsrail'in caydırıcılığını güçlendirdi ve bu aktörlerin İran ile beraber/ İran için İsrail'e saldırma iradesini zayıflattı. İsrail'deki siyasi ve demografik gelişmeler açısından bakıldığında da, Rusya ve Doğu Avrupa'dan gelenlerle İsrail'in nüfus yapısının sayısal olarak güçlendiği, siyasi ağırlık merkezinin son seçimlerde de çok net görüldüğü gibi sağa kaydığı görülüyor. Bilindiği gibi seçimlerde Avigdor Lieberman'ın birçok gözlemci tarafından neo-faşist olarak tanımlanan partisi üçüncü sıraya yükselirken nispeten ılımlı İşçi Partisi 4.'lüğe düştü. Gerçi İsrail'de güvercinlerin bile ne kadar güvercin olduğu tartışmalı sayılabilir. Kısacası, İsrail kendi haline bırakılırsa Filistinlilere anlamlı bir devlet vermeye niyetli değil ve uzun süre de böyle kalacak gibi görünüyor. ABD başta olmak üzere uluslararası toplumun baskısı ise daha çok yerleşim bölgelerinin genişlemesini durdurma yönünde olabiliyor ki aslında barış için bu da yeterli değil.

Suriye ile barış, Filistin'le olandan farklı olarak, tek bir aktörle müzakere edildiği ve anlaşmanın şartları hakkında daha az belirsizlik olduğu için nispeten daha kolaydır ve zaten bu konuda Türkiye'nin de katkıda bulunduğu görüşmelerde nispeten önemli bir ilerleme kaydedilmiştir. Ayrıca, Suriye ile barış sayesinde bir çok kuşu vurmak mümkün olabilir. "Suriye'yi İran'ın elinden almak", sadece Filistin değil İran'ın nükleer programından Lübnan'a birçok konuda ABD için yeni imkanlar yaratabilir. Ama sorun daha kolay olsa bile bu kanalda sonuca varmanın da zaman alacağı ve İsrail'in bir yandan Suriye'ye Golan'ı verirken öte yandan da Filistinlilere topraklarını geri vermede isteksiz olacağı varsayılabilir. İsrail, Şam ile süreç iyi ilerlese bile bu sefer de, "bize bunu hazmetmek için zaman verin" diyebilecektir ki bu da Filistin konusunun gündemden düşmesine neden olabilir. Ayrıca Filistin'i Suriye ve bir ölçüde İran'dan koparan İsrail, artık toprak olarak ödün vermesi gereken iki devletli bir çözüme "gerek olmadığı" sonucuna varabilir.

İsrail-Arap barışı, ideolojiler, lobiler, yanlış anlamalar, karşılıklı güvensizlikler, kanlı ve sorunlu bir geçmiş, iç ve dış provokatörler olmasaydı bile gerçekleştirilmesi zaten kolay olmayan bir hedef olarak görülebilir. Ama yukarıdaki sayılan faktörler ve bunda ABD'nin oynadığı rolün önemi de küçümsenemez. ABD'nin tarafsız olmayışına örnek olarak şunlar sayılabilir: Filistin iç politikasına müdahale etmekte sakınca görmezken İsrail'e aynı şekilde müdahale etmekten imtina etmesi, hemen her diplomatik girişimi önceden İsrail ile koordine etmesi (ki bu pratikte büyük ölçüde İsrail'in veto hakkını kabul etmek anlamına gelmektedir), şiddet kullanımı, işi yokuşa sürme, zirvelerin başarısızlığa uğraması gibi konularda Filistinli lider ve grupları eleştirmekten kaçınmazken sıra İsrail'e geldiğinde bunu neredeyse hiç yapmaması, BM Güvenlik Konseyin'ea İsrail'e verdiği destekle bu kurumdan İsrail aleyhine bir karar çıkmasını engellemesi, İsrail'e verdiği askeri ve ekonomik destekle İsraillilere (demografik denge meselesini bir kenara bırakırsak) zamanın lehlerine işlediği ve dolayısıyla ciddi ödünler vermelerine gerek olmadığını düşündürtmesi. Bu bariz ve temel gerçeğin altı ne kadar çizilirse azdır. ABD kamuoyunda kralın bu anlamda çıplak olduğunu haykırma cesaretini gösterenler son dönemde sayı ve kendine güven olarak artma eğilimindedir[iv].

ABD'nin bu çatışmada tarafsız olmadığını kabul eden bazı İsrail yanlısı Amerikalılar zaten öyle de olmaması gerektiğini çünkü Amerika'nın çıkarlarının, değerlerinin ve kültürel ve tarihi bağlarının daha çok İsrail'in yanında olduğunu dile getirmektedirler. Bu çevrelere göre, örneğin, George Mitchell çatışmaya tarafsız yaklaşmaktadır ve bu onlar için bir problemdir. Barış açısından bakılırsa problem, ABD'nin İsrail ile "özel bir ilişkisi" olması değil, bu ilişkinin diğer her şeyi dışlayan veya önemsizleştiren bir doğaya sahip olmasıdır. Normal ve "seküler" bir ikili ilişkide, İsrail'e bu kadar ekonomik, siyasi ve askeri destek veren "büyük ağabey" ABD'nin İsrail'deki tartışmaları, hesapları, hükümetleri ve politika seçeneklerini çok daha fazla etkileyebilmesi gerekirdi. Ancak pratikte ABD'nin İsrail üzerindeki teorik leverajını bir iki küçük isitsna bir yana bırakılırsa neredeyse hiç kullanmadığını ve belki daha da ilginç bir şekilde, kullanmaya dahi yeltenmediğini görüyoruz. Bu arada ABD'nin barış sürecine yönelik politikasını belirleyen ve uygulayan diplomat ve siyaset adamları çok büyük oranda Yahudi vatandaşları arasından seçilmiştir. Obama'nın konu ile ilgili özel temsilciliğe kimi atayacağı tartışıldığında akla gelen isimlerin önemli bir kısmı (Dennis B. Ross, Martin S. Indyk ve Daniel C. Kurtzer) yine bu gruptandı. Bu durumu, en azından garip bulmak mümkündür. Obama sonunda kısmen de olsa Arap kökleri olan George Mitchell'i temsilci olarak atayarak -belki sadece sembolik- bir kopuş yapmıştır.

Birçok açıdan, İsrail halkı ve politikacılarının ortalamasından bile daha sertlik yanlısı ve uzlaşmaz pozisyonlara sahip Amerika'daki İsrail Lobisi'nin ikna edilmesi, zorlanması bazen de sadece göz ardı edilmese cesaret etmenin kolay olduğunu kimse söyleyemez. Kolay değildir ama gerekli olabilir. Obama'nın bu yola girmesi ve korkmadan ilerlemesi için de, Amerikan kamuoyu ile doğrudan bir diyaloga girmesi, barışın niye ve nasıl gerekli olduğuna dair toplumunu eğitmesi ve bu yolda karşısına sekteryen nedenlerle çıkanları da teşhir etmekten kaçınmaması gerekebilir. Bazı küçük gelişmeler karşısında, belki biraz zorlanarak da olsa, Amerika'da İsrail lobisinin gücü ve onun algılanışı ile bazı değişikliklerin olduğu yorumu yapılabilir. Bu gelişmeler kısaca şu şekilde sıralanabilir: Walt ve Mearsheimer'ın kitabı ve bunun yarattığı tartışma, AIPAC-Larry Franklin davası, Clinton'ın değil Obama'nın Demokrat aday ve sonrasında da Başkan olarak seçilmesi, son yaşanan finans krizi, Irak Savaşı'na ABD'yi taşıyan faktörlerin içinde Lobi'nin baş sıralarda yer almış olması, ABD'nin genel olarak dış enerji ve özelde de Orta Doğu petrolüne olan bağımlılığının giderek artması.

ABD'nin İsrail'e karşı teoride ve pratikte sahip olduğu leverajlar arasında yer alan askeri ve ekonomik yardım, İran'a karşı koruma şemsiyesi ve BM ve uluslararası kurumlarda diplomatik desteğin geri çekilebileceği endişesini taşımazsa İsrail'i barışa ikna etmek kolay olmayabilir. Obama'nın çözüm konusunda ciddi ve samimi ise işe ilk günden koyulması gerekiyordu ve bunun gerçekleştiği söylenebilir. Bu gerekli bir durumdur çünkü gecikildiği taktirde ABD iç siyasetinde seçim sathına girilmektedir ve Başkanların İsrail lobisine karşı koyabilme iradeleri zamanla kırılmaktadır. Şimdi Obama, önce kendini, ekibini ve Amerikan kamuoyu ve halkını bu sorunun çözülmesinin gerekliliği ve bunun zaman, para, siyasi sermaye harcanmaya ve risk almaya değer olduğu konusunda ikna etmelidir. Çözüm için ABD'nin kapsamlı ve ihtiraslı bir program benimsemesi daha doğru olabilir. Bu strateji başka şeylerin yanında aşağıdaki unsurları da içermelidir:

. Süreci sabote etmemeleri için İran ve Suriye ile diplomasi

. Ankara'nın bazen Türkiye'de abartılsa bile sonuçta sürece müspet etki yapabilme yeteneğinin devreye sokulması

. Arap Barış Planı'nın sürecin kalıcı bir parçası olarak benimsenmesi

. Hamas ile belki başta sınırlı, şartlı ve dolaylı da olsa angajmana girmekten kaçınılmaması

. Filistin toplumunu ekonomik, askeri, siyasi ve sosyal olarak bir devleti taşıyabilir hale getirmeye yönelik yaratıcı ve cömert yardım paketleri ve programları

.NATO'nun en azından bir süre barışa bekçilik yapması gerekebileceği fikrine hazırlanmak

. İsrail ve İsrail lobisi'ni güvenlik garantileri, "havuçlar ve sopalar" içeren bir alet çantası ile "ikna etme" iradesine sahip olmak, her şeyin serbest ve cezasız olmadığı mesajını vermek

. Amerikan kamuoyunu barışın neden gerekli, faydalı ve acil olduğu konusunda eğitmek

. İsrail'in içişlerine karışmadan ama aynı zamanda ABD'nin son kırk yılda on milyarlarca dolar yardım ettiği bu ülkenin tercihlerini etkilemekten de kaçınmamak

. Müslüman dünyaya genel bir açılım

. Bölgede sorumlu ve sabırlı bir demokratikleşmeden vazgeçmeme

. İşler sarpa sardığında, radikaller bir bomba attığında ya da karşı tarafı buna kışkırttığında, "yine birinci kareye ve hatta daha geriye dönüldüğü" hissi oluştuğunda bile gözünü nihai sonuçtan ve bunun getireceği meyvelerden ayırmama

Önümüzdeki süreçte, Obama'nın sadece kendi kamuoyunu ve onun içindeki İsrail lobisinin etkilenmeye açık kısmını değil, İsrail halkını ve liderlerini de "eğitmesi" gerekebilir. Bu görevi, başında en azından son 80 yılın en büyük ekonomik krizi olan birine yüklemek zalimce olabilir ama bu görevi üstlenebilecek başka biri yoktur. Obama'ya, "buradan bir şey çıkmaz, boşuna uğraşıp zamanını ve saygınlığını heba etme" telkinleri de gelecektir. Obama'nın, son 25 yıldır barış sürecinin ABD ayağında 6 başkan ile çalışmış ve son dönemde kendisi de dahil ülkesinin bu çatışmada oynadığı rolü ciddi şekilde eleştiren diplomat Aaron David Miller'ın[v] Washington'un konuya yaklaşırken şiar edinmesi gerektiğini söylediği dört prensibi iyi bellemesi faydalı olabilir: Sıkı olmak, güven, zamanlama ve sebat gösterme (4Ts: toughness, trust, timing, tenacity).

Sonuç olarak, Washington, İsrail'de başka şeylerin yanında demografik nedenlerle de hızlanan sağa kayış devam edecek gibi göründüğü için elini ne kadar çabuk tutsa yeridir. İki devletli çözüm için şansın azalmaya başladığını düşünenler artmaktadır. Bu endişe haklıysa çözüm matematiksel olarak değilse bile pratikte çok daha zorlaşır. Çünkü İsraillilerin Arapların tek devletli bir çözümden kastettikleri şeyi kabul etmeleri ideolojik, pratik ve demografik nedenlerle imkansıza yakındır. Ayrıca, bu arada İran'ın nükleer kapasiteye ulaşması halinde İsrail, güvenlik payının azalacağını hissedeceği için, Filistin konusunda ödün vermeye çok daha uzak durabilir. Bu açıdan bakıldığında Arap-İsrail çatışmasında çözüme ulaşmak için çok fazla zaman kalmadığı da iddia edilebilir.



[i] Bir yoruma göre, 1. seçenek ile 4. seçenek arasında fazla bir fark olmadığı söylenebilir. Çünkü, mevcut durum zaten İsrail'in avantajınadır ve bu avantajlı pozisyon, kısmen de olsa, geçmişteki İsrail yanlısı ABD politikaları sayesinde gerçekleşmiştir. ABD'nin çatışma hakkında sınırlı rol oynaması gerektiğini iddia edenler aslında dolaylı olarak Washington'un İsrail'e verdiği desteğin aynen devam etmesi gerektiğini savunmaktadır.

[ii] Bu noktada, Türkiye'nin, Hamas'ı İran'ın elinden kurtarma konusunda önemsiz olmayan bir rol oynayabileceği de söylenebilir.

[iii] Martin Indyk, "Can This Batch Do Peace?", International Herald Tribune, 13 Şubat 2009.

[iv] John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt, The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (New York: Farrar, Straus & Giroux, 2007).

[v] Aaron David Miller, The Much Too Promised Land: America's Elusive Search for Arab-Israeli Peace (New York: Bantam, 2008).

Şanlı Bahadır Koç

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Amerika Araştırmaları Uzmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...