Bu sayfayı yazdır

Libya Operasyonu ve Türkiye

Yazan  22 Mart 2011
1990'dan beri Dünya, Batı'nın çıkarlarına uygun şekilde ve onun kalıcı hegemonyasını sağlayacak bir düzene doğru evrilmektedir.

ABD, Fransa ve İngiltere'nin öncülüğünde Libya'ya düzenlenen son hava saldırıları Batılı ülkelerin uluslararası hukuk ve örgütleri kendi çıkarlarına göre kullanmasının yeni bir örneğini, diğer bir deyim ile uluslararası eşkıyalığın son perdesini temsil etmektedir. Bazı zavallı Arap ülkeleri ile Türkiye de bir yandan bu operasyonlara destek verirken, diğer yandan sözde hassasiyetlerini açıklayarak kendi kamuoylarının gözleriniboyamaya çalışmaktadırlar. Libya operasyonu ile birlikte, Orta Doğu'daki ayaklanmaların arkasındaki güçler biraz daha belirginleşmiştir. Resmin belirginleşen diğer bir kısmı ise; bunların demokrasi ve halk hareketi olmadığı, Batılı güçlerin Orta Doğu'da kartları yeniden dağıtmak için Kuzey Afrika'dan başlayarak sıra ile Büyük Orta Doğu coğrafyasındaki ülkelerde kazan kaldırma faaliyetlerine giriştikleridir. Orta Doğu'da neler olup biteceğini, "Yeni Orta Doğu: İslamsız Dünya" başlıklı makalemizde yazmıştık[1]. Gelinen aşamada asıl endişe konusu Libya'nın istikrarı değil, Dünyanın bu tür oldu-bittilerden, jandarmalardan ya da Batılı eşkıyalardan nasıl kurtulacağıdır. Bu kapsamda, hala 2. Dünya Savaşı sonrası güç dengesine göre statükoyu koruma amacına yönelmiş Birleşmiş Milletlerin (BM) ve onun taşeronu haline getirilmeye çalışılan NATO'nun yapı ve işlevlerinin gözden geçirilmesi ihtiyacı küresel gündemin en öncelikli güvenlik sorunu olarak önümüzde durmaktadır.

Batılı ülkeler eşkıyalığa başlamıştır…

Libya'da henüz Batının meşruiyet iddialarına temel teşkil edecek bir direniş veya muhalefet yoktur. Ulusal Geçiş Konseyi adı altında temsil edilen, Bingazi merkezli ayaklanma hareketi ne isyancı grupların tamamını temsil etmekte, ne de yeterli bir direniş gücüne sahiptir. Bu grupları oluşturanlar Kaddafi ile kişisel problemi olan eski devlet yöneticileri ya da kabile üyeleridir. Amaçları da Konsey çatısı altında şehir konseyleri ile birleşerek, Kaddafi'nin yerine kendilerinin yönetime gelmeleridir. Ancak, bunu yapacak güçleri olmadığı için Batı devreye girmektedir. Bununla beraber, İngiliz ve Fransız özel kuvvetleri ve keşif unsurlarının isyancılara yardım ettiği bir sır değildir. Bingazi'deki askeri konseyin komuta ettiği isyancılar ne yeterli teşkilata, ne de silah ve teçhizata sahiptir. Önce BM vasıtası ile Libya üzerinde "uçuşa yasak bölge" uygulaması başlatan Batılı ülkeler, hava harekâtı ile Kaddafi'nin komuta ve kontrol tesislerini yok ederek durdurmaya çalışmaktadır. Ancak, kara harekâtı yani işgal olmadan hava harekâtının başarılı olması mümkün değildir. Bunun için ayrı bir BM kararı gerekmektedir ki, bu kararı almak öncekinden kolay olmayacaktır. Öte yandan, Libya'nın işgal edilmesi, Kaddafi olduğu sürece bu ülkede çatışmaların biteceği anlamına gelmemektedir. Batının derdi rejimi yani lideri değiştirmek olduğuna göre öncelikle Kaddafi'yi ortadan kaldıracak seçenekler üzerinde durulacağı açıktır.

Savunduğumuz Libya'nın lideri ve rejimi değil, hepimize lazım olan adil ve istismar edilmeyen bir uluslararası hukuk ve meşruiyet anlayışının korunmasıdır. 1990 yılından beri dünya, genelde Batı'nın özelde ise öncelikle ABD'nin çıkarlarına uygun şekilde ve onun kalıcı hegemonyasını sağlayacak bir düzene doğru evrilmektedir. Bu müdahalelerin sonunda ne Somali'ye ne Irak'a ne Afganistan'a ne de başka bir ülkeye demokrasi gelmiştir ne de Orta Doğu'ya gelecektir. Esas olan bu ülkelerde kendi çıkarlarını garanti altına alacakları müvekkel (vesayetçi) bir devlet yapısının kurulmasıdır. Batılı ülkeler kimin demokratik olup-olmadığına, insan haklarına ne kadar saygılı olunduğuna, hangi ülkelerin uluslararası ortam ile uyumlu olduğuna kendileri karar vermekte, yaptıkları zalimlik ve hukuksuzluklardan kimse hesap soramamaktadır. Önümüzdeki yıl, rejimini korumaya çalışan Kaddafi'yi uluslararası mahkeme önüne çıkarken, Sarkozy'i de barışa katkı ödülünü alırken görebiliriz. Hangi ülkeye demokrasinin getirileceği, diğer bir deyişle işgal edileceği ya da ayaklandırılacağı bu ülkenin elinde petrol olup olmamasına ve Batılılara sağladığı kolaylıklara bağlıdır. Fransa, sıranın kendinde olduğunu düşünerek, Kaddafi sonrası süreçte bu ülkede ve Orta Doğu'da "ben de olacağım" demektedir.

Bugün Libya'nın başına gelenler uluslararası eşkıyalıkta yeni bir dönemdir. Fransa, kendi çıkarları için bu mekanizmayı çalıştırmış, NATO'yu da bu amaca alet etmek istemektedir. Bu anlayışın yarın canlarının istediği her ülkeye uygulanabileceği, sıranın bir gün bize de gelebileceği acaba aklımıza gelmiyor mu? Şimdi konuyu biraz da uluslararası hukuk açısından ele alalım. İsyan hareketlerine, eylemlerine girişenlerin amaçlarından biri de toplu ayaklanmayı başlatmaktır. Meşru hükümet ise –biçimsel olsa bile- yasaya uygun hareket etmek zorundadır. Hükümetler yasal çerçeve içinde şiddet uygulayabilirler. Uluslararası hukuk, meşru müdafaa, kendi kaderini tayin ya da başka temel hak ve özgürlüklerin savunulması söz konusu olduğu zaman, şiddet kullanarak direnme hakkını bazı koşullarla tanımaktadır. Ulusal kurtuluş hareketleri düzenleyenler, 1949 Cenevre Konvansiyonu'nun 1978 yılında kabul edilen EK çerçevesi dışına çıkmadıkları sürece, baskıcı hükümete karşı bazı koşullarda şiddet eylemlerine başvurabilmektedirler. Şiddet kullanılmadan uygulanabilecek mücadele yöntemleri tükenince, başka alternatif kalmamışsa, son çare olarak şiddete başvurulması meşru sayılmaktadır. Hâlbuki BM'nin 1973 sayılı kararı sözde sivilleri korumak için alınmışken Paris'te alelacele bir toplantı düzenleyip, toplantı sona ermeden saldırgan bir hava harekâtı başlatılmıştır. BM kararının nasıl uygulanacağı belli değilken, diplomatik yollar tamamen tüketilmeden Fransa'nın kendi başına öne çıkması eşkıyalıktan başka nedir?

Uluslararası ortamın gerçek yüzü ve Türkiye..

Libya operasyonu ile şu sorular gündeme gelmektedir. Libya'da rejime direnenleri hangi statüde ele almak lazımdır, tüm süreç tamamlanmış mıdır, bunlara kim karar vermiştir, siviller nasıl korunacaktır? BM Antlaşması Md.2/4; "..üye devletler diğer devletlerin toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma ve tehdidinden kaçınacaklardır" demektedir. Bir ülkenin kendi rejimini ya da egemenliğini koruma hakkı nerede kalmaktadır? Bir ülke kendi rejimine karşı isyan eden bir grup ile mücadele ederken, diğer ülkeler buna müdahil olma hakkını nereden almaktadır? Kolektif bir güvenlik örgütü olarak BM, neden güvenlik sağlama işini başka ülkelere delege etmek zorunda kalmakta, bu konuda BM'yi kimler kötürüm bırakmaktadır? Gelinen aşamada uluslararası ortamın bugünkü hali ile ilgili aşağıdaki tespitleri yapabiliriz;

-Birleşmiş Milletler teşkilatının artık saygınlığı kalmamıştır. Batılı güçlerin tek tek çıkarlarını sağlamada sözde meşruiyet zemini oluşturmaktan başka bir işe yaramamaktadır. İronik olan, Libya operasyonuna destek veren ABD'nin gerekçesinin, BM kararlarının uygulanabilirliğini göstermek olmasıdır.

-NATO da son dönemde oldukça prestij kaybına girmiştir. NATO'nun zaten Afganistan'da rol alması büyük bir hata idi ve başarısız oldu. NATO, Libya'da bir harekata katılırsa, dünya liderliği rolünde gemi azıya almış eşkıya devletlerin taşeron saldırı örgütü haline dönüşecektir.

-Son operasyonlar Avrupa Birliği'nin ve özelde Avrupa Güvenlik ve Savunma Örgütü'nün ne kadar zayıf ve kırılgan bir yapıda olduğunu göstermiştir. AB içinde NATO'ya en karşı ülke olan Fransa bile iş başa düşünce AB'yi değil, NATO'yu tercih etmiştir. Hala AB üyeliğini ve Avrupa'nın post-modern yapısını bize ulaşılması gereken bir hedef olarak gösterenler artık susmalıdır.

-Yaşananlar, Kuzey Afrika'da başlayan ayaklanma hareketlerinin bir başlangıcı temsil ettiği, arkasında Batılı güçler olduğu, bu ayaklanmaların tüm Orta Doğu'yu kat ederek Büyük Orta Doğu Projesi'nin doğu sınırındaki Türki Cumhuriyetlere ulaşacağı, bölgede sadece rejimlerin değil, haritaların da değişeceği tezimizi doğrulamaktadır.

Özetle, önümüzdeki 10-15 yıl içinde NATO ve BM'nin müdahil olduğu daha pek çok ayaklanma ve Batılı askeri operasyon göreceğiz. Rusya ve Çin, Batılılara hayır dememektedir, çünkü tuttukları yolun Batı'yı eriteceğini ve geleceğin onları umut olarak ortaya çıkaracağını hesaplamaktadırlar. Bu yüzden hem çekimser oy verme karşılığında el altından kendi kârlarını maksimize etmekte, diğer yandan yaptıkları açıklamalar ile uluslararası kamuoyuna oynamaktadırlar. Yeni Orta Doğu'da haritalar ve rejimler değişirken, İslam da değişecek, Batılı'nın istediği İslam ülkelere dayatılacaktır. Türkiye'nin aylar önce Libya'ya yönelik harekâtı bildiği ve Kaddafi'yi birkaç kez gönüllü olarak iktidarı bırakması konusunda uyardığını bizzat Başbakan'ın ağzından duyuyoruz. Bir ülkedeki lidere -sen bu işi bırak, deme hakkını nereden buluyoruz, bu ayrı bir konu ama –önce sen kendine bak, demezler mi? Türkiye'nin başından beri Orta Doğu'da oynanan oyunun farkında olduğuna ve hatta bu işte kendine göre bir başat hatta Truva atı rolü edindiğine artık şüphe kalmamıştır. Türkiye, Libya'ya askeri harekât yapılacağını bildiğinden daha bir ay önceden bu ülkeden Türkleri tahliyeye başlamıştır.

Sonuç: Türk Dış Politikası iflas etmiştir…

Başbakanlık Kriz Yönetimi Yönetmeliği'ni iptal eden Türkiye, olayları Dışişleri Bakanı'nın konutundan izlemekte ve krizi yönetememektedir. Türkiye'nin başından beri ifade ettiği Libya'da NATO'nun işe karışmayacağı, harekâtın sadece sivilleri korumaya yönelik olduğu gibi söylemlerin hiçbir geçerliliğinin olmadığı, ne ayağımıza kadar gelen Sarkozy ile ne de NATO ile iyi pazarlık yapılamadığı belli olmuştur. Başbakan Erdoğan'ın sözde NATO için sözde dört temel şartı, Batı hemen kabul edecektir. Çünkü pratikte değeri olmayan yani yürümeyecek koşullardır. Bir gün Batılı müttefiklerimiz (!) Libya'da olduğu gibi, BM'den acele bir karar alıp, Güneydoğu Anadolu'da da sivillerin korunması için bizleri havadan ve karadan ziyaret etmek isteyebilir. Zaten yıllardır bu tür siviller yaratmak için demokratik açılım (!) yapmıyor muyuz? Ne İslam dünyasında, ne de Türk dünyasında Türkiye artık bir ümit değildir. İmparatorluk kültürü olan bir ülke Batının işbirlikçisi imajına saplanmıştır. Türkiye, Libya'da ne Kaddafi'nin, ne de muhalefetin yanında olmalı, kendi işine bakmalıdır. Türkiye'yi yönetenler artık ülke çıkarları yönünde milli, gerçekçi ve ülke çıkarlarına dayanan yani Atatürkçü politikalara dönmelidir. Başkalarının taşeronu değil kendi oyunumuzun aktörü olalım, iş işten geçmek üzeredir.

 


 

* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.

[1] Sait Yılmaz: Yeni Orta Doğu: İslamsız Dünya, (10 Şubat 2011), 21. Yüzyıl Enstitüsü

http://www.21yyte.org/tr/yazi6084-Yeni_Orta_Dogu_Islamsiz_Dunya_html

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı