Bu sayfayı yazdır

Virüs Salgınıyla Sınanan Avrupa Jeopolitiği

Yazan  29 Nisan 2020

Avrupa bütünleşmesinin mevcut koşullarda zorlandığı konulardan biri virüs salgını oldu. Başta belirtmek gerekirse, böyle bir salgınla mücadelede AB’nin güçlü bir profil sergileyememesi aslında doğal bir durumdur. Çünkü sağlık sektörü ya da işleri devletlerin ya da hükümetlerin yönettiği bir alandır.

AB kurumları düzeyinde niyet beyanlarında bulunulsa da, alınacak kararlar ve uygulanması nihayetinde devletlerin ve hükümetlerin inisiyatifindedir. Elbette Avrupa Komisyonu salgınla mücadele için üye ülkeler arasında koordinasyonu sağlayacak, önerilerde bulunabilecektir. Fakat üye ülkeler bunları kabul etme ya da reddetme lüksüne sahiptir. AB’nin İşleyişiyle İlgili Antlaşma’nın 168. Maddesi bu durumu tanımlamıştır. AB, bu antlaşmayla aslında üye ülkelerin ulusal politikalarını tamamlayıcı bir konumda tutulmuştur. Avrupa Politika Merkezi’nden Simona Guagliardo’nun da belirttiği gibi, AB “özel yetkinlik”, “paylaşılan yetkinlik” ve “destekleyici yetkinlik” olmak üzere temelde üç yetkinlik alanına sahiptir. İlkinde mutlak bir egemenliği vardır. Ticari ve uluslararası antlaşmalardaki yetkinliği buna karşılık gelmektedir. İkincisinde yetkinlik AB ve üye ülkeler arasında paylaşılmaktadır. Tarım sektörüyle ilgili konular ve tek pazarı ilgilendiren hususlar bu kapsamdadır. Üçüncüsünde ise üye ülkeler belirleyicidir. Sağlık konusu, ulusal düzeyden pek de ulusüstü kurumlara devredilmek istenmeyecek konular kapsamda değerlendirilmek durumundadır.

Ulusüstü kurumlara yetki devri ya da onlarla yetki paylaşımı ve buna karşıtlık dendiğinde meselenin siyasi yönü kendisini göstermektedir. Avrupa’da sağ siyaset etkisinin oldukça belirgin ve aşırı sağ siyasetin de yükselişte olduğu koşullarda küresel ve bölgesel krizler, bu siyaset temsilcilerinin AB karşıtlığını daha da güçlendirmektedir. Bunu, AB’nin krizler karşısındaki yetersizlikleri de oldukça beslemektedir. Ardından da krizlere ulusal çözümler geliştirilmesi ve krizlerin maliyetinin ülkeler arasında paylaştırılmaması istenmektedir. Niçin kendi kendine önlem alamayan ya da zamanında mali disiplin sergileyemeyen ülkelerin ekonomik yükleri, mali açıdan güçlü ve disiplinli ülkelerce üstlenilmeliydi? Bu soru her ne kadar Avrupa bütünleşmesinin dayanışma prensibini sarsar nitelikte görülüp, sürekli kayıp vurgusuyla sağ popülist siyaseti güçlendiren bir etken olarak kabul edilse de, ilerleyen zamanlarda, mevcut liderlerin virüs salgını sürecindeki performansları sınandıktan sonra, bilimsel çalışmaların önemini görmezden gelme eğilimi taşıyan popülist sağ siyasetin aşınması da söz konusu olabilir.

Salgın şu gerçeği de göstermiştir: Oluşan ve oluşacak olan ekonomik kriz dalgası sadece üye ülkelerin göğüslemesi gereken ya da sadece üye ülkelerin başetmesi beklenebilecek olan bir konu değildir. Euro bölgesi, Schengen alanı, AB pazarı geniş ölçekli bir kriz etkisiyle karşı karşıyadır. Bu etki AB içinde ya derinleşmeyi tetikleyici ya da derinleşmeyi iyice duraklatıcı bir sonuca yol açacaktır. İkincisinin gerçekleşmesi çok daha olası görünmektedir. Örneğin, Bankacılık Birliği tamamlanabilse ilkinin güçlendiği belirtilebilirdi. Fakat durum pek de öyle değildir. Aslında bu açıdan AB büyük bir ikilemle karşı karşıyadır. Bir yandan ulusal ayrılıklar AB’nin ortak alanlarını ve kriz yönetme potansiyelini zayıflatmaktadır. Diğer yandan da AB bu ayrılıkları koruyan hukuki bir düzende varlığını sürdürmektedir. Gerek siyasi, gerek ekonomik gerekse de askeri krizlerle karşı karşıya kaldığında tepki geliştirmekte zorlanan AB, sağlık krizini yönetmekte de zorluk yaşamaktadır. Brüksel Schengen düzenlemelerini korumaya çalışırken, Varşova ya da Budapeşte ülke sınırlarını hissettirirken kriz yönetimi AB için zorlaşmaktadır.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in de belirttiği gibi, salgın sürecinde AB’nin yapabileceği en fazla yatırımlara odaklanarak ekonomilerin desteklenmesi olacaktır. Beklenen ekonomik durgunluk ve gerileme karşısında Avrupa İstikrar Mekanizması’na büyük iş düşmektedir. Durgunluk ve gerilemeye karşı her ne kadar AB desteğinden söz edilse de, bu bağlamda Almanya’nın tutumu belirleyici olacaktır. 2010-2012 dönemindeki borç krizinde Almanya, finansal düzenlemelerin üye ülkelerin kendi sorumluluklarında olduğunu belirterek AB düzeyinde bir desteğe soğuk yaklaşmıştı. Bunu yaparak harcama sorumluluğunun harcayanda olması gerektiğini hatırlatmıştı. İtalya’dan gelen destek talebine ve AB düzeyinde bir borçlanma mekanizması isteğine Almanya yine benzer bir tutumu yansıtarak, o dönemdeki durumun pek de değişmeyeceğini göstermiş oldu. İtalya AB’den salgın önlemlerinin yaratacağı ekonomik krize karşı “ortak borçlanma” talebinde bulunmuş, “Corona Bonds” adı altında Avrupa pazarına ortak bonoların sunulmasını istemişti. Bu öneriye İspanya, Fransa, Portekiz, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Slovenya, Belçika, Lüksemburg ve İrlanda destek vermişti. Almanya, Hollanda, Avusturya ve Finlandiya ise bu öneriye karşı çıkmıştı. Başta Almanya olmak üzere, AB’nin mali disiplini temsil eden üyeleri, özellikle İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi mali açıdan disiplinsizlik sergileyen diğer üyelere bu konuda eleştirel yaklaşmışlardı. Bu eleştiri, borçlu ülkenin daha da borçlanmasının fon sağlayıcıları tedirgin etmesinden kaynaklanmıştı. 

AB’nin virüs salgınıyla oluşan yeni ekonomik koşullarda ne gibi önlemler alacağı ve hangi dayanışma araçlarını kullanacağıyla ilgili tutumunu yansıtan son Liderler Zirvesi 23 Nisan’da gerçekleştirildi. Zirve’nin gündeminde AB düzeyinde bir borç mekanizmasının kurulması, kurtarma fonunun oluşturulması yer aldı. Liderler, dolayısıyla da üye ülkeler arasında ciddi görüş farkları kendisini gösterdi. Komisyon ve Konsey gibi AB kurumları AB bütçesi içinde bir kurtarma programının yürütülmesi gereğinin altını çizdi. Bunu da 2021-2027 dönemi bütçesi üzerinden bir destek mekanizmasıyla kurmayı öne çıkardı. Zirvede varılan sonuçlar şu şekilde oldu: Üye ülkeler, iş dünyası ve çalışanlar için 540 milyar Avro’luk destek paketinin hayata geçirilmesi; Destek paketi içinde şirketlerin 200 milyar Avro’luk paya sahip olması ve bunun Avrupa Yatırım Bankası üzerinden gerçekleşmesi; Destek paketinden 240 milyar Avro’nun da üye ülkeleri desteklemek için kullanılması; Kurtarma fonu oluşturmak için çalışmaların yapılması; AB bütçesinden de yaklaşık 40 milyar Avro’nun kriz yönetimine ayrılması ve 800 milyon Avro’nun da kamu sağlığı için tahsis edilmesi. Buna ek olarak AB Komisyonu, hem genişleme sürecine hem de komşuluk politikasına dahil 10 ülkeye (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Gürcistan, Ürdün, Kosova, Moldova, Karadağ, Makedonya, Tunus ve Ukrayna) yönelik 3 milyar Avro’luk bir destek paketi de önerdi.  

Gerek Zirve öncesi gerekse de Zirve sonrasında AB kurumları ve üye ülke liderlerinden gelen açıklamalar, krize karşı geliştirilen önlemlere rağmen AB’nin önemli bir sınamadan geçtiğini açıkça göstermektedir. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in önceki açıklamaları, kriz önlemlerinin yarattığı ekonomik maliyetlere, ticari kayıplara, üretim kayıplarına, tek pazarın zarar görüşüne ve işlemeyişine dikkati çekti. Hatta von der Leyen, Avrupa ekonomisinin canlandırılması için yeni bir “Marshall Planı”na ihtiyaç olduğunu ifade etti. Hatırlanacağı üzere Marshall Planı, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa ekonomisinin ve dolayısıyla pazarının ayağa kaldırılması ve savaş yıkımının bertaraf edilmesi için ABD tarafından yürütülen geniş kapsamlı bir mali yardım programıydı. Aslında olağanüstü hal programıydı. Benzer yönde bir çağrının yapılması yine AB için olağanüstü halin yaşandığını açıkça gösterdi. AB Konseyi Başkanı Michel de, ekonomik tamirat için dev bir yatırım stratejisinin geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda belki de en sembolik çıkış, Avrupa Araştırma Konseyi Başkanı Mauro Ferrari’nin AB’nin salgınla mücadelesini eleştirerek görevinden istifa etmesi oldu.

AB kurumlarının liderleri tüm zorluklara rağmen her ne kadar AB’nin işleyişini eleştirmekte daha kontrollü davranma hassasiyeti sergileseler de, üye ülke liderleri bu kadar hassas olmayabilmektedirler. Bu liderlerin başında son dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gelmektedir. Son AB Zirvesi’nin ardından yaptığı açıklamada Macron’un, AB’nin, virüs salgınının neden olduğu ekonomik sorunlara karşı ortak bir çözüm bulamadığı takdirde belirsiz bir geleceğe sürükleneceğini ifade etmesi bunun tipik yansıması oldu. Aynı zamanda Macron, Avrupa ülkelerinin salgına karşı cevabının simetrik olmadığını belirterek, uyumsuzlukların altını çizdi. Avrupa'nın parçalarının terk edilmemesi, kendi hallerine bırakılmaması gerektiğini söyleyip, bu olursa AB’nin çökebileceğini dillendirdi.

Burada, Macron’un eleştirilerine ek olarak, AB’nin jeopolitik açıdan karşı karşıya kaldığı dezavantajlar üzerinde de düşünülmelidir. Yakın çevresindeki istikrarsızlıklar ve çatışmalar, sınır anlaşmazlıkları, enerji kaynaklarını ithal etmeye ihtiyaç duyması, işgücünün karşı karşıya kaldığı sıkıntılar, yaşlanan nüfus AB içinde dayanışma ihtiyacını daha da belirginleştirmektedir. Jan Techau’nun Euobserver’daki yorumuna göre, jeopolitik yaklaşım sadece kaynaklarla ilgili olmayıp, kaynakların kriz ve kıtlık zamanlarında nasıl kullanılacağıyla da ilgilidir. Bu açıdan Çin ve Rusya dünya genelinde, ama özellikle de önemli bir pazar ve Atlantik ittifakının kalbi olan Avrupa’da sistematik bir etki alanını genişletme stratejisi yürüterek güçlü bir jeopolitik hamle yapmaktadır. Bazı AB üyelerine Rusya ve Çin’den giden yardımlar ve bu sayede toplanan takdir bunun en somut örneklerindendir. Techau’nun vurguladığı bir diğer önemli nokta, von der Leyen’in yukarıda belirtilen Marshall Planı önerisine dikkat çekercesine, planın bu sefer Avrupalıların kendilerince finanse edilmek durumunda olduğudur. Bir başka deyişle, Avrupalılar, artık kendilerine çok da dostça yaklaşım sergilemeyen ABD’den böyle bir destek bekleme konumunda değildir. Böyle bir planı uygulamaya geçirirken ise herhalde güçlü rezervlere sahip olan Almanya merkezi rol yüklenecektir. Yine Techau’nun belirttiği gibi, bunu Almanya’nın kendi jeopolitik kaderi de gerektirmektedir.

Hemen hemen tüm Batı ülkelerinin sağlık sistemlerinin revizyona ihtiyacı olduğunu gösteren salgın, ağır faturalardan bir tanesini de İngiltere’ye çıkardı. En son Türkiye’den de maske ve tulum gibi kişisel sağlık ekipmanlarından oluşan yardım malzemelerini alan İngiltere’de, yerli ve yabancı basına yansıdığı üzere, malzeme sıkıntısı çoğu sağlık çalışanını işi durdurma noktasına getirdi. Hatta İngiltere Sağlık Bakanlığı’ndan gelişmelere ayak uydurulamadığı eleştirisinin yapıldığı bilgisi de basında yer aldı. Her ne kadar kış aylarından itibaren salgınla ilgili yakın takip yapılıp, acil kabine toplantıları gerçekleştirilse de, Başbakan Boris Johnson’ın salgınla ilgili önlemlerin alınmasından ziyade, fazlasıyla Brexit sürecine odaklandığının altı çizildi. İngiltere’de sağlık hizmetleri Ulusal Sağlık Sistemi üzerinden yürütülmekte olup, mevcut koşullarda bu sistemin yetersizlikleri iyice su yüzüne çıktı. Aslında İngiltere’de sağlık sistemi için alarm zilleri, virüs salgınından önce 2018’de kuvvetli şekilde çalmaya başlamıştı. Hatta yetersizlikler son birkaç yılın değil, aslında Muhafazakar Parti’nin uzun iktidar birikiminin sonucuydu. GSYİH’daki sağlık payının düşüklüğü, kişi başına yapılan sağlık harcamalarının yetersizliği, sağlık hizmetlerinin kamudan özel sektöre kayışı, hastanelerin yatak kapasitelerinin ve doktor sayılarının azlığı, sınırlı imkanlardan dolayı acil olmayan sağlık hizmetlerinin aksaması, doktor yetersizliğinden henüz mezun olmamış tıp fakültesi öğrencilerinin mezun edilip göreve başlatılması ülkede sağlık koşullarının vahametini gözler önüne sermiş durumdadır. 1980’de ücretsiz olan ve kamu ağırlıklı yürütülen sağlık hizmetleri bugün, tanımlanan sorunları yaşar hale gelmiştir.

Konu, sektörel sorun yanında fikri yansımaları da barındırmaktadır. Fintan O’Toole, The Guardian’daki yazısında, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, salgın sokağa çıkma kısıtlaması gerektirdiğinde Birleşik Krallık’ın özgür insanlarının kulübe gitme haklarını ellerinden almalarının incitici olduğu yönündeki açıklamasını İngiliz eşsizliği veya üstünlüğü fikriyle eşleştirmiştir. Bunu yaparken de The Sun’da çıkan yorumu temel almıştır. Bu yoruma göre Johnson, İngiltere’de doğanların hakkından bahsetmiştir. Fakat İskoçlar, İrlandalılar ve yaklaşık 10 milyona yakın yabancı bu kapsama dahil edilmemiştir. O’Toole’ye göre bu, Anglo-Sakson ayrıcalığının bir yansımasıdır. Bu ayrıcalık salgına karşı belirlenen resmi politikayı da etkilemiştir. Johnson bu tutumuyla adeta salgının yol açtığı küresel krize karşı Britanya’dan ayırt edici bir karşılığın gelmesi gerektiğine işaret etmiştir. Ayrıca Britanyalılardan kısıtlamalara itaat etmelerini beklemek doğal da değildir; buna katlanamayacaklardır. Böyle bir yorumla O’Toole, aslında bir ulusla eşleşen bireysel özgürlük mitini tanımlamıştır. “Brexit” bu mitin bir yansıması olarak yorumlanabilirken, etkisi kısa sürse de Johnson’ın salgına karşı “sürü bağışıklığı” politikası da adeta bu miti hatırlatmıştır. Belki de bu İngiliz jeopolitiğinin korunması için ayrı bir yöntemdir.

Salgın krizi küresel politikanın, küresel güçler arasındaki ilişkilerin ve konumlarının tartışılmasını tetikleyen bir niteliğe de bürünmüş durumdadır. Hal böyle olunca, İngiltere’nin Çin’le ticari ilişkilerinin ülke siyasetinin hatta istihbaratının odağına yerleşmesi kaçınılmazdır. The Guardian’da çıkan bir habere göre, İngiliz istihbaratı, hükümete Çin’le ticarete dikkat edilmesi gerektiği yönünde bir uyarıda bulundu. Özellikle yüksek teknolojiyi ve stratejik sanayi kollarını içeren kalemlerde Çin’le ilişkilerin yeniden değerlendirilmesini önerdi. Anlaşılan konu, dijital iletişimden yapay zekaya ve hatta Çinli öğrencilerin araştırma için İngiliz üniversitelerine gelmelerine kadar uzanan bir yelpazede kısıtlama olup olmayacağı üzerinden ele alınır hale gelmiş durumdadır. Her ne kadar İngiliz istihbaratı Huawei'nin İngiltere'nin 5G ağına erişmesine izin vermenin doğru olduğuna inansa da, Muhafazakarlardaki Çin şüphecileri bunun yeniden düşünülmesi gerektiği ve Huawei’nin 5G teknolojisi sağlamaması yönünde siyasi bir blok oluşturmuş durumdadırlar. İngiltere’deki Çin şüphecilerinin karşılaştıkları zorluk ise, salgın koşullarında Çin’in ülkeye solunum cihazı tedarik etmesi ve hükümetin bu yardım karşısında Çin eleştirilerinin dozunu düşürmeye çalışmasıdır. Buna bir de önde gelen Avrupa ülkelerinin büyük çaplı üretim potansiyellerinin zamanla düşmesini ve oluşan boşluğu ucuz işgücüyle Çin’in doldurmasını da eklemek gerekmektedir. Bu rolle Çin, kolay kolay karşıtlık geliştirilebilecek bir ülke olmaktan çıkmıştır.   

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, yaşanan virüs salgını, dünyadaki tüm ülkeleri, sağlık sistemlerini ve insanları yakından etkileyen, herkese dokunan bir kriz özelliği taşımaktadır. AB, bir yandan salgının yarattığı sektörel ve ekonomik krizlere karşı önlemler geliştirmeye çalışırken, diğer yandan da salgının bütünleşmeyi yeniden sorgulatan yönüyle yüzleşmektedir. AB kurumlarının, bütünleşmenin canlılığını koruma ve onu geliştirme misyonuna sahip başkanları da AB’nin gelecekteki seyriyle ilgili eleştirel açıklamalarda bulunabilirken, çoğu üye ülke lideri bu konuda daha da karamsar bir profil sergileyebilmektedir. Hatta AB’nin geleceği için sürekli umut vadeden AB bürokratları dahi umudunu kaybeder görüntü vermektedirler. Artık AB üyesi olmayan İngiltere de, sağlık sisteminden ticaret tercihlerine uzanan bir sorgulama sürecini deneyimlemektedir. Bu koşullarda zihinleri kurcalayan temel soru, milliyetçiliğin giderek yükselip küreselleşmenin karşısına yeniden ulusallaşmayı mı getireceği, yoksa yaşanan krizle uluslararası işbirliklerine daha fazla önem mi verileceği sorusudur. AB’ye bakıldığında cevap yeniden ulusallaşmaya işaret ederken, İngiltere uluslararası işbirliğinin önemini yansıtır sinyaller vermektedir. Görünen odur ki, ülkeler siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri değerlerinin sorgulandığı jeopolitik kaderleriyle baş başadır.

Dr. Sezgin Mercan

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi Başkanı