Kovid-19 Sonrası Sosyo-Politik Düzeni Düşünmeye Giriş (2): Ulus, Sosyal Devlet ve Ekoloji

Yazan  25 Nisan 2020

Çelişkiler düşünceyi besler ve ilerletir. Oysa bugün neredeyse sonsuzluğa uzanan çelişkiler yumağından çoğu insan korkarak kaçıyor. Modern insan açısından çelişkinin dayanılmaz bir ağırlığı vardır. Bu durumun sebebi ise çok basittir: Modern insan aslında herhangi bir düşünce faaliyetine girişemeyecek kadar yorgun, bitkin ve tembeldir.

Dolayısıyla düşünmeye vakit ve/veya imkân bulamayan insanın çelişkilerle yüzleşmek yerine bunlardan uzaklaşmayı seçmesi son derece anlaşılırdır.

Oysa dediğim gibi, düşünsel terakkinin başlıca şartı ve belki de en büyük, tükenmez kaynağı çelişkinin kendisidir.

Günümüz dünyasına da işte böylesi çelişkiler hâkimdir. Dahası, burun buruna geldiğimiz söz konusu çelişkiler manzumesi yeni bir karakterde ilerliyor. Başka bir deyişle zamanın ruhundan ve onun yarattığı nesnel koşullar toplamından süzülmesinden mülhem, daha önce eşine benzerine rastlamadığımız vasıflarla donanmıştır.

Ne var ki bugün, özellikle dikkat edilirse, insan karşılaştığı zorlukları ve engelleri mütemadiyen eskinin kalıplarıyla yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. Miskinliğin açığa çıkan somut bir izdüşümü olarak tabir edebileceğimiz bu davranış biçimi, böylelikle güncel sorunların çözümüne giden yolu da cüsseli kayalarla tıkamış oluyor.

Kendi payıma insanlığın içine düştüğü bu entelektüel çölleşme durumunun ana sebebinin geçmişten gelen “izm”lerin etkisi olduğuna inanıyorum.

Kocaman ideolojik külliyatların belirdiği 19.yüzyıldan bu yana dünya toplumları dış gerçekliği okuyabilmek için aynı statik birikime başvuruyor. Elbette mevzubahis birikim zuhur ettiği tarihsel dönemde statik değildi, hatta müthiş bir dinamizmi ve üretkenliği tetiklemişti.

Gerçekten de içinde bulunduğumuz zaman dilimi, dalgalanan ekonomik, sosyal, siyasî ve kültürel tepetaklak oluşlarıyla 19.yüzyılı anımsatabilir. Ancak düşünce doğurganlığı ekseninde ele aldığımız vakit, görürüz ki mevcut dünyamız o dönemin dünyasıyla mukayese edildiğinde fevkalade geri ve kuraktır.

19.yüzyılın düşünce çilekeşleri yüzlerine çarpan maddî ve manevî gerçekliğe bir yön tayin etmek noktasında sürekli bir arayış içerisindeydiler. Bu uğurda tuğla kalınlığında eserler veriyorlar, propagandaya başvuruyorlar, aralarında tartışıyorlar ve diyalektiğin işlemesi için birinci elden çeşitli sözlü ve yazılı katkılar sunuyorlardı.

Çağımızda yürüyen ve yürüyüşüne ne yazık ki tanıklık etmek zorunda kaldığımız tartışmalara derinlemesine değinildiğinde aslında devamlı bir “geri dönüş” tezinin işlendiği kolaylıkla tespit edilebilir.

Okuyucunun da aşina olduğunu farz ettiğim “geri dönüş” tezinin ana başlıklarından bazıları şunlardır: “Dünya 1930’lu yıllara geri mi dönüyor?”, “Dünyada yeniden bir hayalet dolaşıyor!”, “Marx yeniden diriliyor mu?”, “Dikkat! Faşizm belini doğrultuyor!”, “Yeni bir 1929 buhranının arifesinde miyiz?” vesaire.

Bu yanlış ve anakronik bakış açısı maalesef dünyanın bütün medya ve analiz mecralarında aynen içselleştirilmiştir. Nitekim Kovid-19 salgınının da geri döndürülemez bir şekilde mühürlediği kapitalist çöküşe dair bir “tedavi” teklif edenlerde dahi bu tipteki reflekslerin oldukça baskın seyrettiğini müşahede ediyoruz.

Bütün bildiklerinizi unutun!” kıvamında bir klişeye çağrıda bulunmam ancak şunu ifade edebilirim: “Bütün bildiklerinizin üstüne koymaya hazırlanın!

Evet, önümüzdeki süreçte pek çok tabunun tel tel döküleceğini ve dahi yıkılacağını öngörebiliriz, öngörmeliyiz. Tabuların yanı sıra kaydedilmiş devasa değerler kütlelerinin, yaklaşımların ve ideolojilerin de gözlerimizin önünde açılan yeni ufku kavramakta kifayetsiz kalacağını göreceğiz muhtemelen.

Bir önceki makalemde de irdelediğim üzere, şahsen “yeninin” üç temel sütuna dayanarak yükseleceği görüşünü savunuyorum. Bunlar sırasıyla “ulus”, “sosyal devlet” ve “ekolojik bilinç” ile taçlandırılmış “sürdürülebilir ve yavaş kalkınma”dır.

Okuyucu diyebilir ki, “hoş, güzel söylüyorsun ama bunlar zaten bildiğimiz ve tanıdığımız kavramlar. Bir yandan ‘eskimiş’ kavramları eleştiriyorsun, diğer yandan da eskileri ısıtıp önümüze getiriyorsun. Bu ne yaman bir paradokstur?”.

İlk hamlede haklı ve meşru gibi görünen bu suçlama, meselenin içeriğini perdeleyen örtü kaldırılmadığında gerçekten de haklı ve meşru sayılabilir.

Ne var ki maharet, serdettiğim öğelerin birbiriyle etkileşimindeki gizi keşfedebilmektedir.

Burada fütürist bir edayla “işte böyle olacak!” demek yerine, “ne olmalı?” sorusunu parlatmanın daha isabetli olacağı kanısındayım.

Ulus” deyince aklınıza salt bayrak, bir marşlar envanteri veya kan bağıyla birbirine bağlı bir grubun mutlak tahakküm hevesleri gelmesin. Yeninin ulusu evvelâ müşterek sınırları haiz bir topluluğun üzerinde yaşadığı toprakla kendini özdeşleştirmesiyle eşanlamlı olacaktır.

Nasıl mı? Açayım.

Dünya milletleri kendi uluslarını ve ulusal aidiyetlerini yeniden fethederken, kök saldıkları toprakların kıymetini yeniden bilmeyi öğrenmekle mükelleftir. Atıfta bulunduğum “öğrenim süreci” geçmişin romantik idealizmiyle aynı telden çalmıyor. Aksine, birtakım zaruretlerin neticesinde filizlenecek olan bir şuurdur bu.

Ülkelerin “millî güvenlik stratejileri” değişecektir. Artık “millî güvenlik” levhası yalnızca tankla, topla, tüfekle veya uçakla ölçülebilir olmaktan çıkmalıdır. Bundan böyle ülkelerin millî güvenlikleri belli sınırlar dâhilinde üretilen meyve ve sebzeyi de kapsamalıdır. Dahası, üretilen bu meyve-sebzenin miktarının yanı sıra niteliği, ihtiva ettiği sağlık değerleri ve sürdürülebilirliği de belirleyicidir. Hayvancılık sahasındaki üretim de bu anlayışın bir ayağını teşkil eder. Keza tarıma bağlı sanayinin ihya edilmesi de öyle.

Bu yönüyle aslında hâlihazırda bir süredir revaçta olan “şehirlerden taşraya tersine göç” hareketlerinin bizzat devlet eliyle teşvik edilmesi mühimdir. Bu durum “taşrayı baştan düşünmek ve planlamak” gereksinimini de beraberinde getirecektir kuşkusuz. Ziraat mühendislerinin, uzmanların ve eğitimli küçük-orta üreticinin çiftçiyle ortaklaşacağı bir model geliştirilebilirse şayet, bu ileriye dönük müthiş bir adım olur.

Mesele kapitalizmi fabrikalardan, atölyelerden ve dahi bilumum üretim tesislerinden çıkarıp taşraya doğru sevk etmek değildir, asla. Tam tersine mesele, tam da kapitalizmin uçsuz bucaksız şehirlerle yozlaştırdığı “ulus” idrakini, toprağı işleyerek bertaraf etmektir. Kısacası, modernize edilmiş bir tarım toplumuna bugün muhtacız.

Bu muhtaçlık elbette zaruretten ama aynı zamanda da benliğimizi yeniden tırnaklarımızla kazıya kazıya kazanma iradesinden türüyor. Taşra hayatının ıslahatı bir “ideal toplum” tasavvuru düşlüyormuşum hissiyatı uyandırmasın. Böylesi bir şablonun da tıpkı diğer şablonlardaki gibi kendine has fay hatları, aksaklıkları ve kusurları olacaktır. Dile kolay, 200-250 yıllık bir toplumsal örgütlenme mantığını sorguluyoruz. Ancak sosyal planda doğru ve rasyonel bir kurgulanma, bize sayısız kapı aralayacaktır.

Tarımın, hayvancılığın, velhâsıl toprağın merkeze oturtulmasının manevî-ruhî sıçrayışı da bağrında taşıması kuvvetle muhtemeldir. Türkler, köylü bir millettir. Dahası, bugün övündüğümüz millî-insanî değerlerimizin kahir ekseriyeti köy-taşra menşeilidir. Misafirperverlik, dayanışma, hoşgörü, fedakârlık, mütevazılık, alçakgönüllülük, kanaatkârlık ve hatta doğal bir refleks olarak milliyetçilik toprağın sunduğu pınarlardan akmıştır, akmaktadır. Bu, romantizm kokan bir tahlilden ziyade buz gibi realizmdir.

Vaktinden önce yaşlanmış umutsuz bir nostaljik değilim, hiç olmadım. Fakat bir ulusun mayasındaki organik cevherin kırıntılarını dahi kaybediyor oluşumuz da çekilir bir dert değil.

Yıllar geçtikçe, Batı’da örneklerinin sürüyle görülebileceği şekilde, alabildiğine atomize olduk – parçalara, zerrelere bölündük. Bireyselleşme herkesi sardı. Bırakın şehirlerimizi, artık köylerimizi bile elden kaçırma noktasında geldik. Köylerimizin otantik çehresinden eser kalmadı. Her şeyi bozduk, tahrip ettik. Herkesi kendi kabuğunun zindanlarında bir başına bıraktık. “Evden işe, işten eve” bir rutin tutturduk ve diğer her şeyi, hayatı unuttuk.

Bize bu değerleri, kendimizi ve ulusu unutturan kapitalist hükümranlığın ta kendisidir. İnsanı karın tokluğuna kölece çalışmaya zorlayan bir sistemden hangi özgürlüğü, hangi bağımsızlığı ve hangi egemenliği talep edebilir insan? Dahası, kâğıt üzerinde ve tamamıyla teorik bir özgürlüğü kim ne yapsın?

Özgürlük demek, her şeyden önce insanın kendisine, ailesine, çevresine, ilgi alanlarına vakit ayırabilmesidir. Özgürlük yalnızca “hayatta kalmak” değildir, olamaz. Özgürlük var olmak, yaşamaktır. Bu durum kişisel hayatlarımızda olduğu kadar toplumsal-ulusal hayatlarımızda da geçerlidir.

Ulusun can çekişerek “hayatta kalmaya çalışmasına” gönlüm el veriyor. Ulusun özgürlüğü, fert-fert onu oluşturan insanların özgürlükleriyle adeta zincirleşmiştir. Hâl böyle olunca, biri diğerinden ayrı düşünülemez.

Bu anlamda ulusun refahını, selâmetini, kalkınmasını ve bağımsızlığını da her gün yeni baştan nakışlayan ana etken özgürlüktür. Farazî ve hiçbir zaman pratik olarak gerçekleşmeyen bir özgürlük “havucuyla” davranan kapitalist modelin hem ferdî hem de toplu ve ulusal özgürlükleri boğduğu aşikârdır.

Demek ki ulusu kazanmak için evvelâ kapitalizmi, onun üretim ilişkilerini ve onun özgürlük anlayışını, bizi tutsak ettiği “mega-kentleri”, beton yığınlarını ve dekadent “büyük şehirler düzenini” reddetmek icap ediyor. Elbette bu, şehirleri bütünüyle “boşaltmamız” gerektiği anlamına gelmiyor, hiç alakası yok. Ancak şehirleri küçültmek ve daha “yaşanabilir” kılmak bugün itibariyle ulus çapında katıksız bir görevdir.

Şehirler bilim ve teknoloji üretimi için birer üsse dönüştürülmelidir, beynelmilel finans-kapitalin birer omurgasına değil. Kovid-19 salgını bize her ulusun ürettiği meyve-sebze, ürettiği bilim ve ürettiği teknoloji kadar özgür olduğunu göz kamaştırıcı bir şekilde ispat etmiştir. Dolayısıyla yeni dönemde bu üçlüye ağırlık vermenin lüzumunu tartışmak yersizdir.

Diğer her eksikliğin ve her noksanlığın bir çaresi vardır, ticaretle elde edersiniz. Ne var ki gıda-bilim-teknoloji üçlüsü bir ulusun özgür, bağımsız ve egemen olabilmesi için temel direklerdir.

Söz konusu üçlüye dair nasıl bir düşünsel-pratik şematik tasarlayabileceğimizi başka bir mecrada kaleme aldığım bir yazı dizisinde kayda geçirmiştim. İlgilenenler internet üzerinden arayarak Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek: Kapitalist krize karşı sosyal doktrin (1), Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek: Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü (EDİT) (2) ve Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek: Siyasî kültür ve iradede yenilenme (3) başlıklı makalelerimi okuyabilirler.

 Ulus-sosyal devlet kaynaşmasına dair aynı mecrada yazdığım Gölgede bekleyen millî ekonomik devrim, Zümrüd-ü Anka kuşları: Özgür Ulus ve sosyal devlet ile Yarının sosyal devletini inşa etmek başlıklı makalelerimi de bulmak mümkündür.

Kabaca özetlemek gerekirse, kapitalist üretim ilişkilerinin demir prangalarından boşanan ulusun sosyal işleyişi düzenleyen yeni bir kurguya evirilmesi beklenilir. Bu kurgunun adı ve esansı ise sosyal devletin bizatihi kendisidir.

Emeği, üretimde ortaklığı, ulusal kaynaşmayı ve çevre korumasını hedef belleyen sosyal devlet, böylelikle bir bütün olarak ulusun yani ulusu yapan topluluğun beyni, gözü, kulağı, ağzı, kolları ve bacakları konumuna terfi etmek suretiyle ulusal birliğin en mücessem hâli olur.

Ulusun sosyal devleti, planlayıcı bir aklın tezahürü olmasının yanında, emek-girişim-kamu üçlüsünü ahenk içinde koordine eder ve harekete geçirir.

Bazılarının kötü niyetle ve sinsice iddia ettikleri gibi ulusun sosyal devleti omuzlarında hiçbir “otoriter” veya “totaliter” gündem yüklenmez. Ancak zıddı geçerlidir. Demokrasinin bugüne dek en kapsamlı ve doyurucu tarifini arz eden Abraham Lincoln’ün açıkladığı gibi, bahsi geçen sosyal devlet aslında “halkın halk tarafından ve halk için” idaresinin bilfiil ete kemiğe bürünmesidir. Başka bir deyişle, uykudaki hakiki demokratik nizamın onarılması, canlandırılması ve savunulmasıdır.

Bir önceki makalemde de temas ettiğim üzere, demokrasinin yozlaşması aslında kapitalist paradigmanın emrettiği “sınırsız kâr” zihniyetinin doğal bir sonucudur. Yozlaşmayı bertaraf etmek için ise bu kaidenin pazarlıksız yıkımı gerekir. Yukarıda referans gösterdiğim EDİT modeli “sosyal devletin çekirdeği” işlevini görmektedir. Toplumdaki ekonomik ilişkiler kadrajının değişmeyeceği varsayıldığı takdirde ise, sosyal devletin diriltilmesi de imkânsızlaşır.

Peki, o zaman ne olur? O zaman, bugünkü gibi, “sosyal devleti” yalnızca liberal medeniyetin öngördüğü şekliyle, biraz eğitim, biraz sağlık, biraz yardım, biraz altyapı ve biraz da kültürle kısıtlamış oluruz. Oysa “birazla” yetinmek zorunda değiliz ve olmamalıyız. Yeryüzünde kimse, nefes alan hiçbir insan, “birazla” yetinmeyi öğrenmeye mecbur değildir. Keza insanî eylemliliğin dairesindeki hayvanlar, bitkiler ve denizler de öyle.

Devlet, “ortak mülk” demektir. Ancak mülkte ortaklaşabilmek için, öncelikle toprakta ve toplulukta (ulusta), ardından ve belki de en önemlisi üretimde ve üretimden akıtılan servette ortaklaşabilmek marifettir.

Bugün “tatlı bir hülya”, bir “ütopya” veya bir “kuru düş” olarak kimilerinin horlayabileceği böylesi bir organizasyonu/teşkilatlanmayı yalnızca “hissiyat” veya bir nevî “vicdan” penceresinden düşünürseniz, bu doğrudur. Ne var ki her gün muhatap olduğunuz dış gerçekliğin dönüşmesi ve değişmesi gerekliliğinin penceresinden düşünmeye cüret ederseniz, o zaman bunu akla ve mantığa uygun hâle getirebilirsiniz.

Bundan yıllar, hatta asırlar – belki de yüzlerce asır önce çıkıp size, “benim için çalışacaksınız ve bu çalışmanın karşılığında size hak ettiğinizden çok daha azını vereceğim. Benim sahip olduğum haklardan siz ancak ‘biraz’ faydalanabileceksiniz. Aç kalmayacaksınız ama tam olarak da doymayacaksınız. Benim gibilerden pek az, sizin gibilerden ise çokça olacak. Bu düzeni böyle sürdüreceğiz.” deseydim, bana ne cevap verirdiniz?

En hafifinden “hadi oradan!” diye çıkışırdınız, öyle değil mi? Gelin görün ki değil işte. Bu kâbus bizi asırlardır içinde yaşatıyor. Bizi toprağımızdan, aynı toprak üzerinde yaşadığımız topluluğumuzdan (ulusumuzdan), ulusça ürettiğimiz zenginlikten ve bize sayısız nimet sunan tabiatın verimliliğinden mahrum bırakıyor.

Bu kâbus bizi toprağımızdan koparmakla kalmıyor, bizi birbirimizden ayrı düşürüyor. Dahası bizi aramızda “” veya “ortak” değil, “rakip” kılıyor. Bizi kendimize, kendi türümüze düşman ediyor. Bitmiyor. Bizi tabiata karşı konumlandırıyor ve ona da savaş açmamıza vesile oluyor.

Elbette yeteneklerimizde, kabiliyetlerimizde veya görünüşümüzde asla mutlak anlamda bir “eşitlik” söz konusu olmayacak. Ancak bu durum, “insan” olmamızdan kaynaklanan birtakım “doğal” haklarımızın saklı kalacağı gerçeğini de asla değiştirmeyecek.

Ulus”, “sosyal devlet” ve “sürdürülebilir kalkınma/ekoloji” unsurları arasındaki etkileşim doğal bir etkileşimdir ve insan tabiatıyla, fıtratıyla son damlasına kadar uyumludur. “Ütopya” olan “yarın” veya “yeni” değildir. Tam aksine sunî olan, distopik olan ve karabasan gibi üzerimize çöken “bugündür”.

Salgınlar tarihi daima büyük, radikal ve evvelden “olanaksız” addedilen yenileri çekmiştir. Bugün, bu musibeti fırsat bilip onu “yanlış giden her şeyin kaynağını” değiştirmeye düşünmek için kullanabiliriz, kullanmalıyız. Her ne kadar bu gayreti farklı yaftalara rehin edecek olanlar olsa da diyalektik yürüyor ve yürümeye de devam edecek.

Sinan Baykent

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Uzmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display