Bu sayfayı yazdır

Irak'taki Gelişmeler Niçin Bir Sünni Arap Ayaklanması Değildir?

Yazan  08 Temmuz 2014

Irak'taki Gelişmeler Niçin Bir Sünni Arap Ayaklanması Değildir?

Irak'ta 2013 yılı sonlarında Anbar'da başlatılan ve 10 Haziran 2014 günü Musul'un IŞİD'in eline geçmesiyle yeni bir aşamaya ulaşan ayaklanma son 1 aydır Irak'ı dünya gündemine yeniden taşımıştır. Musul'u ele geçirdikten sonra daha önce öngörüldüğü gibi Musul'dan Tıkrit'e, Süleymanbey'den Bakuba'ya, Ramadi'den Dora ve Felluce'ye doğru ilerlemeye çalışan IŞİD'in son günlerde ilerlemesinin büyük ölçüde durduğu hatta ilk ilerleme sırasında ele geçirdiği bazı önemli yerleri kaybettiği görülmektedir. Fakat Musul'un düşmesinden bu yana yaklaşık 1 ay geçmesine rağmen Türkiye'de hala olayın ne olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Irak'taki mevcut duruma ilişkin en çok yapılan tespit bunun bir Sünni ayaklanması olduğudur. Bu iddia Türk basınında sıklıkla dile getirilmektedir. Buna karşılık olayların başladığı ilk günden bu yana çeşitli yorumlarımızda ve katıldığımız TV kanallarında bu olayın bir Sünni ayaklanması olmadığını ileri sürmekteyiz. Üzerinden bir ay geçmesine rağmen neden bu meselenin gündeme getirildiği sorulabilir. Irak'taki olayların bir Sünni Ayaklanması olarak nitelenmesi önemli eksiklikler taşıyan bir tespit olmasının yanı sıra, Türkiye'nin sorunu doğru olarak teşhis edememesine ve bu nedenle de çözüm bulma hususunda eksik kalmasına neden olmaktadır. Bu nedenle bu kısa yazı içinde Irak'taki olayların neden bir Sünni ayaklanması olmadığı tezi savunulmaya çalışılacaktır.

 

Ayaklanmanın Nedenleri:

Ülkemizde sıklıkla Irak'ta bir Sünni ayaklanmasının yaşandığı, bunun nedeninin de "Şii Maliki hükümeti" olduğu iddiası dile getirilmektedir. Ayaklanmanın nedenini sadece Maliki hükümetinde aramak doğru değildir. Irak'ta 2010-2014 yılları arasında görev yapan Maliki hükümeti elbette sorunların bu dereceye gelmesinde birinci derece sorumluluk sahibidir. Ancak bunu sadece Maliki'ye, Maliki'nin son hükümetine ve Şiilere bağlamak doğru değildir.

ABD'nin işgaliyle birlikte Irak'ta Sünni Araplar eski rejimin sahibi ve temel direği olmakla suçlanarak yeni kurulan rejimin dışına itilmişlerdir. Bu süreç sadece devlet kurumlarının çöküşüne neden olmakla sınırlı kalmamış, aynı zamanda geniş bir kitlenin mağdur olmasına yol açmıştır. ABD'nin Sünni Arapları sistem dışına itmesi ordu ve istihbarat gibi güvenlik teşkilatlarının ötesinde her alana sirayet etmiştir. "Baas'tan Arındırma" kavramı çerçevesinde çoğu Sünni Arap olan (aralarında Şii Arap, Kürt ve Türkmenler de vardır) binlerce kişi işlerinden olmuş ve itibarsızlaştırılmıştır. 2003'ten itibaren yoğun bir şekilde uygulamaya konulan bu süreç sistem dışına itilen Sünni Arapların önemli bir kısmının direnişin bel kemiği olmasıyla birlikte ABD tarafından tersine çevrilmeye çalışılmıştır.

Bu çerçevede Türkiye dahil Irak'a komşu bazı ülkelerin devreye girmesiyle, ABD eski rejimle işbirliği yapan aşiretler, eski Baas unsurları ve ordu mensupları ile çeşitli görüşmeler yaptıktan sonra Sünni Arapları sisteme yeniden entegre etme girişimi başlatmıştır. Bu süreç pratikte bazı ordu mensuplarının eski görevlerine geri dönmesine, üst düzey olmayan eski rejim mensuplarının devlette görev almasının kolaylaştırılmasına ve Sünni Arap aşiretlerinin silahlandırılmasına dönüşmüştür. Ayrıca Sünni Arapların siyasal alanda temsil edilebilmesi için bazı kişi ya da grupların önü açılmıştır. Bu süreç ABD'nin direnişçilere ve "teröristlere" karşı yürüttüğü askeri operasyonlar kadar etkili bir silaha dönüşmüş ve 2008 ortalarından itibaren şiddet olaylarında önemli bir azalma meydana gelmiştir.

2009 yılının başlarına gelindiğinde Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerin büyük bir kısmında büyük şiddet olayları yaşanmamaktaydı. Sünni Araplar seçimlere yukarıda aktarılan süreç sonucunda seçimlere katılmış ve temel sorunlar devam etse de önceki yıllara göre daha az marjinalize olmuşlardı. Özellikle 2009 yılındaki Vilayet Meclisi seçimlerinde Sünni Araplar Musul, Anbar, Selahattin ve Diyala gibi vilayetlerde yönetimi ele almayı başarabilmişlerdi. Örneğin 2009'da Musul'da Kürtlerin hakimiyetine karşı oluşturulan Hadba Koalisyonu %50'ye yakın bir oy almış ve Musul'da Sünni Arapların egemenliğini ilan eden bir başarı kazanmıştı. Sünni Arapların siyasal sisteme ve Irak devletine entegre edilmesi projesinin bir sonraki ve en önemli adımı El Irakiye Koalisyonu'ydu. Eski Başbakan ve Saddam Hüseyin'e karşı çıkan bir Baasçı olmasının yanı sıra laik ve milliyetçi kimliğiyle tanınan Eyad Allavi liderliğindeki El Irakiye Koalisyonu Sünni Arap aşiretlerinden, bazı İslamcı Sünni partilere, Irak milliyetçilerinden Baasçılara, bazı Şii Araplardan Türkmenlere kadar geniş bir koalisyon oluşturmuştu. İçinde farklı unsurlar barındırsa da El Irakiye temelde Sünni Arapların temsilcisi olarak kabul ediliyordu. Çünkü içinde Musul'daki Hadba Koalisyonu'nun önderi Nuceyfi ailesini, yine Musul'un en büyük aşireti olan Şammarların desteğini, yasaklanmamış eski Baasçılardan oluşan bir grup kuran Salih  Mutlak'ı, Cemal Kerbuli'yi, Cubburi, Duleymi, Hamdani, Tai, Ubeydi gibi büyük Sünni Arap aşiretlerinin büyük kollarının neredeyse tamamını ve Irak'taki Sünni İslamcı partilerden kopan Tarık Haşimi ve Rafi Isavi gibi önemli isimleri içeriyordu. El Irakiye seçimden birinci olarak ayrılmasına rağmen hükümet kurma sürecinde istediğini alamadı ve Şiiler arasındaki anlaşma nedeniyle hükümeti kurma imkanını Nuri El Maliki'ye kaptırdı.

2010 sonrası Irak siyaseti 2007-2010 arasında Irak siyasal sistemine yeniden entegre olmaya çalışan Sünni Arapların yeniden dışlanma ve baskı altına alınma hikayesine dönüştü. Ancak bu sefer önceki dönemden farklı olarak Sünni Araplar dışlanmaya ve artan memnuniyetsizliğe rağmen sistemin dışına çıkıp silahlı direnişe geçmek yerine farklı koalisyonlar kurup siyaset çerçevesinde mücadele ettiler. Fakat bu durum Sünni Araplar arasında her geçen gün daha fazla memnuniyetsizliğin artmasına ve siyaset kurumuna duyulan tepkinin artmasına neden oldu.

2010-2014 yılları arasında temelde Sünni Araplar arasındaki memnuniyetsizliğin artmasının nedenleri 4 başlık altında toplanabilir:

1. Anayasada Sünni Araplara söz verilen değişiklikler tamamlanmadı

2. Siyasal sisteme entegre olmaktan beklediklerini alamadılar

3. Kendi içlerinde parçalandılar ve merkezi yönetimin aldığı baskıcı tavırlara karşı koyamadılar

4. Sahva güçleri hükümetin yanlış politikaları sonucunda dağıtıldı ve güvenlik sorunu ağırlaştırıldı

 

1. Anayasadaki Değişikliklerin Tamamlanmaması

Irak'ta 2005 yılında yapılan Anayasanın Şii Araplar ve Kürtler arasındaki uzlaşı üzerine inşa edilen ve ABD tarafından yapılan bir anayasa olduğu genel olarak kabul edilmektedir. ABD,  o dönemde Sünni Arapların isteklerinin zaman içinde karşılanabileceğini savunmuştur. Fakat anayasanın değiştirilebilmesi için gerekli 3 vilayette 2/3 kuralı anayasa değişikliğini imkansız hala getirmiştir. Bu nedenle başta Baastan Arındırma Yasaları ve bunun yarattığı sonuçlar olmak üzere Sünni Araplar açısından dezavantaj yaratan hususların ortadan kaldırılması mümkün olmamıştır. Ancak bu noktada dikkat çekilmesi gereken nokta Şii Arapların tek başına bundan sorumlu olmadığıdır. 2005 Anayasası kabul edildiği dönemde herhangi bir değişikliği engelleyecek bu mekanizmayı yaratan ABD de en az Irak hükümetleri kadar bundan sorumludur. Dahası, hiçbir zaman Şii Araplar Baastan Arındırma operasyonunu tek başlarına yürütmemişlerdir. Önceki rejimden zulüm gören Iraklı Kürtler de Baastan Arındırma Yasası'nın en sert biçimde uygulanmasını savunmuşlardır. Dolayısıyla, Sünni Arapların işgal sonrası kurulan rejim tarafından köşeye sıkıştırılması ve marjinalize edilmesini sağlayan anayasanın uygulanması ve haksızlıkların giderilmesi için gerekli değişikliklerin hayata geçirilmesi sadece Maliki'ye bağlanacak bir olgu değil, kolektif olarak işgal sonrası rejimin hakim unsurlarının ortak sorumluluğudur. Şii Araplar bunu Sünni Arapların merkezi yönetimde yeniden hakim olmasını engellemek için bir araç olarak kullanırken, Kürtler ise "tartışmalı bölgeler"de elde ettiği kazanımları korumak için bir fırsat olarak görmüşlerdir. Nitekim, Irak Anayasası'nın 140. maddesinde ele alınan tartışmalı bölgeler Kerkük dahil olmak üzere Sünni Araplar, Türkmenlerin ve Kürtler arasında bir siyasi meseleye dönüşmüştür. Kerkük'ün statüsü karara bağlanmasa da tartışmalı bölgeler içinde bulunan vilayetlerin bazı bölgeler KBY tarafından fiili olarak kontrol altında tutulmaktadır. Musul, Selahattin ve Diyala vilayetlerinde Sünni Araplar ile Kürtler arasında bu nedenle önemli anlaşmazlıklar çıkmıştır. Merkezi hükümet bu bölgelerde etkinlik sağlamak için bu ayrılığı kullanmışken sorunu anayasal olarak çözmek yerine iki grup arasındaki çekişmeyi kendi lehine kullanmaya çalışmıştır. Sonuçta fiili durumdan en çok Sünni Araplar etkilenmiş ve anayasal sorunların çözülememesi sadece Şii-Sünni Arap gerginliğine değil Şii Araplar, Sünni Araplar ve Kürtler arasında karmaşık bir ilişkiler ağının doğmasına neden olmuştur.

 

2. Siyasal sisteme entegre olmaktan beklediklerini alamadılar

Sünni Arapların siyasal sisteme dönerken en büyük beklentileri Bağdat'ta yeniden iktidar olmaktı. İşgal sonrası siyasal sistemden dışlanmanın bedelini ağır olarak ödedikleri ve temelde Irak'ı yönetmek için Bağdat'a hakim olmak gerektiğini düşündükleri için hedefleri hep Bağdat oldu. Daha yerel düzeyde ise özellikle El Kaide'nin ilerlemesi Sünni Arap aşiretleri açısından kabul edilemeyecek bir durum yarattı. Direnişin başlangıcında ABD ve onunla işbirliği yapan güçlere karşı El Kaide'yi bir müttefik olarak gören aşiretler ve eski rejime yakın gruplar El Kaide'nin kendisine ait bölgeler yaratma isteğiyle yüzleşince politika değiştirmek zorunda kaldı. Bu nedenle ABD'nin ikna girişimler başarılı olabildi. Aşiretler ve yerel elitler, kendi siyasi ve ekonomik güçlerini sürdürebilecekleri göreli gevşek ve maddi destek alabildikleri bir ilişki karşılığında ABD ve Irak hükümetiyle işbirliği yapmayı kabul etti. Nitekim bu kabul El Kaide'nin gerilemesine neden oldu. Böylece Sünni Araplar arasında iki temel beklenti oluştu:

 a) Ülke genelinde siyaset yapan büyük gruplar Bağdat'ta söz sahibi olmak ve kaynak dağıtımında rol almak istiyordu.

b) Yerel düzeyde siyaset yapanlar ise merkezi hükümetten maddi destek aldıkları ancak Bağdat'ın onların işine karışmayacakları bir yapı istiyordu.

Ancak her iki kategorideki beklenti de karşılıksız kaldı. Merkezde rol almak isteyenler Şii Arap-Kürtler arasındaki anlaşma karşılığında etkisizleşirken yerelde söz sahibi olmak isteyenler kendi aralarında bölündü. Irakiye Koalisyonu seçimi kazanmasına rağmen cumhurbaşkanlığını Kürtlere, başbakanlığı Şii Araplara kaptırdı ve bu makamlara göre daha etkisiz olan meclis başkanlığına razı oldu. Ayrıca hiçbir kritik bakanlığı elde edemedi. Maliki, başbakanlıkla birlikte içişleri bakanlığını üzerine alırken, petrol ve dışişleri gibi kritik bakanlıklarda Şii Araplar ve Kürtler arasında paylaşıldı. Yerelde ise işler daha karmaşıklaştı. Aşiretler Maliki'nin desteğini alanlar ve almayanlar olarak bölündü. Kendi aralarında çatıştılar. Bağdat'ın etkisini azaltmak isteyen yerel güçler Bağdat'ın etkisini daha çok hissederken, Bağdat'ta etkinlik sağlamaya çalışanlar birer birer güç kaybetti. Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi kaçmak zorunda kaldı. Maliye Bakanı Rafi Isavi siyasi olarak çok zayıfladı. Adı önce başbakanlık sonra da cumhurbaşkanlığı için geçen Eyad Allavi ise tamamen koptu ve Bağdat'taki etkinliğini yitirdi. Bağdat'ta etkili olamayanlar Sünni Arapların bir federal bölge kurmasını isterken merkezle ilişkiyi koruyanlar ise buna karşı çıktı. Son olarak 2011 yılından itibaren Sünni Arapların sokağa her dökülmesinde Irak güvenlik güçleri aşırı derecede güç kullanarak olayları bastırdı ya da göstericileri öldürdü. Buna karşılık, siyaset kurumundan destek bekleyen vatandaşlar kendilerini temsil edenlerin tepkisizliği ya da boş tepkileriyle karşılaştı. Yani Sünni Araplar ne yerel zenginliklerini artırabildiler, ne Şii Arapların baskısından kurtulabildiler, ne güvenlik güçlerinin sert müdahalelerinden korunabildiler, ne de eski parlak günlere geri dönebildiler.

 

3. Kendi içlerinde parçalandılar ve merkezi yönetimin aldığı baskıcı tavırlara karşı koyamadılar:

­Yukarıda sayılan olgulara bağlı olarak Sünni Araplar kendi içlerinde parçalandılar. Yerel ve merkezi düzeyde ayrılan Sünni Araplar bu ayrılığın yanısıra bu katmanlar içinde de birbirinden ayrıldı. Şöyle ki; merkezi hükümette güçlü olmayı savunan büyük siyasi partilerden oluşan El Irakiye'nin içindeki önemli figürler tartışmaya düştüler. 2010 seçiminden sonraki 2 yıl içinde El Irakiye diye bir şey kalmadı. Eyad Allavi'ye çok yakın bazı isimler (örn. Kuteybe Cubburi) Özgür Irakiye'yi kurdu. Salih Mutlak ve ona yakın isimler Maliki'ye destek verdi. Usame Nuceyfi, Eyad Allavi'nin sistem dışında kalmasınandan hiç de hoşnutsuz değildi, çünkü yerini almaya çalışıyordu. El Irakiye'den seçilen bakanların bir kısmı da açıkça Maliki ile işbirliği yapmaya başlamışlardı. (Örn. Eğitim Bakanı Muhammed Tamim, Vilayetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Turhan Müftü vb.)

Benzer bir süreç aşiretler ve yerel koalisyonlar arasında da yaşandı. Anbar'da aşiretler birbirlerine karşı saf tuttu. Hatta aynı aşiretin içindeki büyük kollar ve klanlar da benzer bir tavra girişti. Merkezi hükümetten destek alanlar ile ona karşı olanlar birbiriyle mücadele etmeye başladı. Musul'da Hadba Koalisyonu dağıldı. Koalisyonu'nun önemli isimleri KDP'nin politikalarına karşı ya Nuceyfi'ye karşı durdular ya da Maliki ile anlaştılar. Benzer bir süreç Kerkük'te de yaşandı. Geçmişte Şii Araplara karşı olan Ubeydi, Cubburi ve Hamdani aşiretleri, Kürtlerle olan sorunlarında destek bulabilmek için Maliki'ye yaklaştılar.

Bu parçalanmışlık Sünni Arapların yaşadığı bölgelerde halk ile siyasetçiler ve  yerel önderler arasında önemli bir kopuş yaratmaya başladı. Bunun ilk göstergesi seçimlere katılım oranlarının çok düşmesi oldu. 2013 yılındaki yerel seçimde parçalanmışlık vilayet meclislerine açıkça yansıdı. Fakat merkezi hükümetle işbirliği yapanlar dahi olan biten konusunda sessiz kalamadı. Kerkük'teki göstericiler güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğünde, Anbar'daki göstericilere ateş açıldığında, Musul'da teröristleri gerekçe göstererek ordunun yaptığı operasyonlarda siviller öldürüldüğünde halk bunların sorumlusu olarak hükümeti ve Maliki'yi gördü. Ancak hiçbir sonuç alınamadı. Musul'da topraklarını KBY'ye kaptıran ve Kerkük'te işgal ettikleri Türkmen arazilerini kaptırmaktan korkan Sünni Arap aşiretleri ve siyasetçiler hükümetin baskıcı tavırlarına rağmen ondan tam olarak kopamadılar. Bağdat'taki parlamentonun güçlü isimleri bir yandan hükümeti ve Maliki'yi her şeyin sorumlusu olarak gösterirken diğer yandan hükümetten istifa etmediler. Sünni Araplar sadece kendi içinde atomize oldu ve güç kaybetti.

 

4. Sahva güçleri hükümetin yanlış politikaları sonucunda dağıtıldı ve güvenlik sorunu ağırlaştırıldı:

2010 yılında sayıları 92.000'i bulan Sahva güçleri (hükümetle işbirliği içindeki silahlı aşiret birlikleri) 2011 yılının başından itibaren dağılmaya başlandı. Önce 2010 yılının ortalarında bu gücün 40.000 kadarı (31 bini hizmet bakanlıkları 9 bini güvenlik işleri) sivil hayata geri döndürüldü. Çoğu beklediği maaşı alamadı ya da geçici işlere yerleştirildi. Bir işe yerleşenlerin çoğu ise zaman içinde ya işten çıkarıldı ya da kendileri ayrıldılar. Geri kalanların bir kısmının silahları alındı bir kısmının ise ücretleri azaltıldı. Özetle, 2011 yılının ortalarına gelindiğinde Irak'ta güvenliğin sağlanması için hayati rol oynayan Sahva Güçleri'nin çoğu eski işlevini yitirmiş durumdaydı. Bu durum hükümetin sahada etkinliğini yitirmeye başlamasına neden oldu. Nitekim, Irak'ta El Kaide'nin yeniden etkinleşmeye başladığı tarihin 2011 yılı ortaları olduğu hatırlanırsa Sahva güçlerinin zayıflamasının önemi anlaşılabilir. Her şeyden önce ordu birlikleri aşiretler kadar etkin bir güvenlik sağlayamamaktadır. Çünkü sahayı tanımamaktadır. Dahası, aşiretler kendi evlerini korurlarken ordu birlikleri kendilerini yabancı hissettikleri bir alanda görev yapmaktadırlar. Hepsinden önemlisi ise eski direnişçilerin sahva'ya dönüştüğü bir ortamda, sahva'dan ayrılanların yeniden direnişçi olması kaçılmaz bir olgudur.

 

IŞİD Önderliğindeki İsyan Hareketi mi Sünni Ayaklanması Mı?

Yukarıda Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdeki ayaklanmanın nedenleri ve alt yapısı aktarılmaya çalışılmıştır. Özetle, Sünni Araplar arasında uzun süreli dışlanmışlık, aşağılanma, baskı, ekonomik kaynaklardan yoksunluk, siyasal taleplerin karşılanmaması, umutsuzluk gibi olgular bu isyanın tetikleyicisi olmuştur. Peki bu isyanın Sünni Arapların çoğunlukta yaşadığı bölgelerde patlak vermesi bunun bir Sünni Arap ayaklanması olduğu anlamına gelir mi? Hayır gelmez. Peki o zaman Irak'ta yaşananlar nasıl tanımlanmalıdır?

Bir aydır süregelen şiddet olayları ve ayaklanma IŞİD'in Sünni Araplar arasındaki hoşnutsuzluğu kullanarak ayaklanma stratejisini hayata geçirdiği IŞİD önderliğindeki bir ayaklanmadır. Sünni Arapların tümüne, hatta çoğuna mal edilemez. IŞİD dışındaki Sünni Arap silahlı grupları Irak hükümetinin kendi bölgelerindeki otoritesinin çökmesi sürecinde doğan ortamdan faydalanmaya çalışmıştır. Bu nedenle güvenlik güçlerinin çekildiği yerlerde kendi otoritesini tesis etmeye çalışmış ve bazı bölgelerde de ordunun çekilmesi için IŞİD ile birlikte hareket etmiştir. Böylece Nuri Maliki'nin yerine bir başkasının başbakan olmasını sağlamak ve kendi güçlerini yeniden kanıtlamak istemişlerdir. Fakat fırsat dönemi kapanınca bu işbirliği sona ermiştir. Tersine, bir süre sonra bu ayaklanma tersine dönebilecek ve Iraklı Sünni Araplar IŞİD'in bölgede etkisizleştirilmesinde temel rol oynayacaklardır.

Peki, bu neden bir Sünni Ayaklanması değildir:

1. IŞİD'in siyasi talepleri ile Sünni Arapların büyük bir  kısmını siyasi talepleri arasında bir benzerlik yoktur.

IŞİD, Irak sınırlarını aşan bir İslam devleti kurmak istemektedir. Bu devletin sınırları Suriye, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan vb. pekçok devleti kapsamaktadır. Oysa Iraklı Sünni Arapların büyük bir kısmı ya Arap milliyetçisi, ya Irak milliyetçisi ya da Arap aşiret değerlerinin savunucusudur. Hiçbiri İslami değerleri dışlamamasına rağmen siyasi tahayyüllerinde selefi anlayışı temel alan bir İslam devleti yoktur. Nitekim, ayaklanmanın ilk gününden beri Sünni Arapları temsil eden önemli siyasi figürlerin çoğu Maliki'nin neden olduğu memnuniyetsizliğin altını çizmelerine rağmen, IŞİD'in söylem ve eylemlerini onaylamamışlardır.

2. IŞİD açık bir biçimde yaşananların kendi devrimi olduğunu belirtmekte ve bunun dışında hiçbir siyasi faaliyeti kabul etmemektedir.

Irak hükümetinin kontrolünden çıkarak IŞİD'in il, ilçe, kasaba, nahiye ve köylerde sadece IŞİD'in siyasi sembollerinin kullanılmasına izin verilmektedir. Musul'da yayınladığı belge ile IŞİD kendisi dışındaki tüm siyasi faaliyetleri yasaklamıştır. Hatta bazı mahallelerde Saddam Hüseyin posterlerinin ve eski Irak bayraklarının asılması karşısında bunların 48 saat içinde sökülmesi talimatını vermiştir. IŞİD, diğer siyasi gruplara açıkça şu mesajı vermektedir: Kendi bölgenizi şimdilik idare edebilirsiniz ama bu benim devrimim ve kuralları ben koyarım. Buna karşılık idarecilerin eski Baasçılar olduğu ileri sürülebilir. Bu bazı bölgelerde doğrudur. Fakat bu kişilerin kendileri kural koymamakta, IŞİD'in koyduğu kuralları uygulamaktadır. Bu durum "İslam Devleti" ilan edildikten sonra daha açık hale gelmiştir. İslam Devleti'nin koyduğu kurallar ve değerleri Iraklı Sünni Arap siyasi hareketlerle ya da ona hükümete karşı savaşta işbirliği yaptığı ileri sürülen grupların ideolojileriyle kesinlikle uyuşmamaktadır.

3. IŞİD ile birlikte diğer grupların da Irak ordusuna karşı savaştığı iddiası başlangıç için doğru olmakla birlikte bugün gerçekliği büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.

Yayınlanan bazı haritalarda IŞİD'in Musul'daki ayaklanması başlatma aşamasından itibaren Nakşibendi Ordusu, 1920 Devrim Tugayları, Irak Devrimi için Genel Askeri Konsey ve Ensar El İslam gibi örgütlerin de Irak ordusuna karşı IŞİD ile savaştığı ileri aktarılmaktadır. Oysa gerçekte bu örgütlerin çoğu yerel adımlar atmış ve ordunun çekilmesi sırasında kendileri ait bölgeleri ele geçirdikten sonra çatışmaya büyük ölçüde dahil olmamışlardır. Geçmişte daha önemli bu silahlı grupların çoğu bugün IŞİD'den daha zayıf durumdadır. Üstelik, ilk günlerde temel yaptıkları tarihsel olarak güçlü oldukları ve büyük halk desteği aldıkları yerleşim birimlerinde ordunun çökmesine paralel olarak kontrolü sağlamış olmalarıdır. Bu durumun en belirgin örneği Havice'de yaşanmıştır. Burada Nakşibendi Ordusu ordunun çekilmesine paralel, önemli bir çatışma olmaksızın kontrolü sağlamıştır. Benzer bir durum Selahaddin, Anbar ve Diyala'da da kısmen gerçekleşmiştir. Fakat sahadan gelen haberler arasında bir iki istisna bir yana bırakılacak olursa IŞİD dışındaki örgütlerin çatışmada aktif rol aldıkları görülmemektedir.

4. IŞİD ile işbirliği yaptığı ileri sürülen gruplar arasında adı konulmayan bir mücadele vardır.

Bu mücadelenin ilk sinyalleri Musul düştükten kısa bir süre sonra gelmeye başlamıştır. 1920 Devrim Tugayları'nın Musul'daki en önemli isimlerinden Ebu Kutada El Musuli kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. Daha sonra Havice ve Reshad gibi yerleri Nakşibendi Ordusu ele geçirmesine rağmen IŞİD buralara saldırıp buradaki diğer grupların silahlı birliklerini çıkartmıştır. Bugün, Havice'yi IŞİD kontrol etmektedir. Bu noktada düşülen bir yanlışın altı çizilmelidir. IŞİD'in ele geçirdiği yerlerde eski Baasçıları yönetici olarak ataması ortaklaşa bir devrim girişimini değil IŞİD'in bu alanlarda aslında halk tabanı olmadığını gösterir. Sahada güçlü bir idareci kadrosu olmadığı için IŞİD adına ve IŞİD'in kurallarıyla bu yerleri eski Baasçıların ya da yerel şahsiyetlerin yönettiğine şahit olunmaktadır. Yani IŞİD ile birlikte savaştığı ileri sürülen gruplar arasındaki çatışma olayların başlamasından 10 gün sonra aslında patlak vermeye başlamıştır. Başta Havice'de yaşanan bu olay "İslam Devleti"nin ilan edilmesinden sonra Nakşibendi Ordusu ile IŞİD arasında çatışmalara dönüşmüştür. Eğer birlikte devrim yapıyorlarsa aralarında neden çatıştıkları yanıtlanmalıdır.

 

5. Bu bir Sünni Ayaklanması ise neden kendilerinin dışlanmasında hiçbir payı olmayan ve zayıf durumdaki Türkmenlere saldırmaktadır?

Bu sorunun yanıtı belki de en tartışmalı konulardan birisidir. Türkmenler, işgal sonrası Irak siyasal yaşamında büyük güç kaybına uğramışlardır. Bu çerçevede Sünni Arapların mağduriyetleriyle Türkmenlerin bir ilişkisi olmadığı gibi Türkmenler daha da mağdur durumdadır. Bu durumda şu soruyu sormak son derece meşrudur: Eğer bu Maliki hükümeti ve onunla işbirliği yapan diğer siyasi gruplar tarafından ezilen Sünni Arapların bir ayaklanması ya da uyanışıysa neden bunda hiçbir payı olmayan Türkmenlere de saldırılar düzenlenmektedir?

Türkiye'de genellikle Şii Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde IŞİD varlığından bahsedilmesine rağmen bu doğru değildir. Musul'da yaşayan Türkmenlerin tamamı IŞİD kontrolü altındadır. Kerkük'ün çevre bölgelerindeki Türkmenler saldırı altında bulunurken Tuzhurmatu'nun civarı ve köylerindeki Türkmenler de IŞİD'in kontrolü altındadır. Bazı kişiler "isyancılar"ın Maliki hükümetiyle işbirliği yaptığı ileri sürülen Şii Türkmenlere saldırdığı ileri sürebilir. Ancak bu da yanlış bir bilgidir. Telafer'de IŞİD'in yönetimi altındaki Telafer'den kaçamayanlar, Reşidiye'de bulunanlar ve daha Musul'un düşmesinin ilk gününde IŞİD'in saldırısına uğrayan ve kontrolüne geçen Muhallebiye Sünni Türkmenler yaşamaktadır. Tuzhurmatu'nun civarında IŞİD'in saldırılarına maruz kalan ve ele geçen Hasadarlı, Abbut, Bastamlı ve Yengice gibi Türkmen köyleri de Sünni'dir. Dolayısıyla bu tez hiç de gerçekçi bir temele oturmamaktadır. Görüldüğü gibi bu ayaklanma Sünni-Şii ayırt etmeksizin Türkmenleri de hedef almaktadır.

Bu durumda ortada bir Sünni Ayaklanmasından ziyade "Sünni Arapların memnuniyetsizliklerinden yararlanarak kendisine önceden belirlediği bir coğrafyada devlet kurmak için yürütülen IŞİD'in önderlik ettiği bir ayaklanma stratejisi"nden bahsetmek daha doğru olacaktır. Nitekim, tam bu özellikleri nedeniyle "İslam Devleti" Irak'ta uzun süre yaşayamayacaktır. Siyasi çözüm ve doğru güvenlik tebdirleriyle birlikte IŞİD'in yarattığı bu durum ortadan kaldırılabilir. Bunun gerçekleştirilmesinde yine en güçlü rolü Sünni Araplar oynayabilecektir. Fakat geçen zaman içinde Irak'ta alınacak tedbirlerin ülkeyi daha kötüye götürmesi ve parçalanma sürecini hızlandırması da mümkündür.